Semih Kaplanoğlu: TÜRKİYE’NİN RUHUNU ANLAMAYA ÇALIŞAN BİR YÖNETMENİM

TÜRKİYE’NİN RUHUNU ANLAMAYA ÇALIŞAN BİR YÖNETMENİM
Giriş Tarihi: 24.4.2023 10:59 Son Güncelleme: 24.4.2023 13:13
TTürkiye dediğimiz şeyin bir de sinemaya yansıması var. Memleketin sadece hikâyeleri değil kültürel kodları, manevi zenginliği, çeşitliliği de aksediyor beyaz perdeye. Bu konuda ilk akla gelen isimlerden biri şüphesiz Semih Kaplanoğlu. Tüm bu zenginlikler yönetmenin duyuş, düşünüş biçiminden kamera açısına kadar bir kendilik arayışıyla sanatına nakşediliyor. Türkiye’nin farkında olan Kaplanoğlu “Cismani değil ama manevi anlamda çok önemli bir hazinenin üzerinde durduğumuzu düşünüyorum” diyor ve ekliyor: “Bunu çok fazla düşünüyorum diyemem ama bazen aklıma ‘Yunus bir film çekse nasıl olurdu?’ sorusu geliyor. Bu bence bizim mefkûremiz olmalı.” Yönetmen Semih Kaplanoğlu ile sinemasının duraklarını, Türkiye’de sanatçı olmanın motivasyonlarını ve filmlerindeki memleketi konuştuk.

Türkiye ve Türk sinemasına dair neler söylemek istersiniz? Sizce Türkiye nedir? Memleket neresidir? Memleket sizin filmlerinize nasıl yansıyor dersiniz?

Memleket Türkiye'dir, bütün bir coğrafyadır. Ben filmlerimde Türkiye'nin ruhuna yaklaşmaya, onu keşfetmeye ve anlamaya çalışan bir yönetmenim. Filmlerimde anlattığım hikâyeleri sadece gelenek etrafında değil aynı zamanda etrafımızı saran tabiat ve varlıkların özünde bir olanı keşfetmek, ve anlamak için çalışıyorum.

Türkiye'nin düşünce haritasının sinema üzerinde de var olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye'nin düşünce duraklarını sinemada nasıl okuyorsunuz?

Türkiye'nin düşünür sinemacıları var mı? Var, hatta birkaç kişi sayabiliriz. Mesela Metin Erksan, bu konuda düşünmüş yazmış ve film yapmış bir yönetmen. Ömer Lütfi Akad onun kadar modernleşme serüvenimizi insan üzerinden takip eden yerli bir sinemacı tanımıyorum. Onun Işıkla Karanlık Arasında adlı kitabını sadece sinema ile ilgilnenler değil yakın tarihi merak edenler okumalı. Kemal Tahir'in sinemacılar üzerindeki etkilerini örneğin Ayşe Şasa'nın sinema serüvenindeki yerini Ertem Eğilmez ve Yavuz Turgul filmlerindeki topluma bakış etkisini de unutmamalıyım. Halit Refiğ'in ilk filmi Harem'de Dört Kadın'nın örneğin senaristi Kemal Tahir'dir. Sevgili hocam Rahmetli Alim Şerif Onaran da bizim sinemamızın düşünce üreticilerinden biriydi. En azından bizim yetiştiğimiz eski adıyla Ege Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema Bölümünü 1976'da kurarak önemli bir adım atmıştı. Son olarak Atıf Yılmaz'ı da anmalıyım ki o da bu konuda düşünmüş, eser vermiş bir ustadır. Onun dışında sinema ve sanatı yorumlamak ya da bir yere oturtmak biraz sosyolojinin, tarihin işi. Sinema içerisinden bir sinemacı ya da yönetmen olarak bu konu hakkında söyleyebileceklerim oldukça sınırlı.

Sinema ve kimlik, sinema ve yerellik bahsi üzerine düşünüyor musunuz?

İnsan ister istemez doğduğu topluma ya da kültüre, dile ve bütün bunların birikimine göre hareket ediyor. Onun için oturup yerlilik kavramı, misyoner bakış açısı ya da kavramlar etrafında çalışan biri değilim. Yani bir kavram üzerinden film yapma kaygısıyla hareket etmiyorum. Yerlilik, millilik ya da uluslararası olmak gibi bir zeminden bakmıyorum. İnsan ister istemez burada meydana geldiği için zaten bulunduğu yerin kültürel kodlarından ve tarihsel birikiminden yararlanıyor. Ya reddederek faydalanıyor ya da onun içinde var olarak faydalanıyor. Aslında insan kendini her durumda kültüre ya da birikime dair bir noktada bulur.

İnsan kendini reddediş, kabul ediş, ortada duruş veya konuda fikri olmayış olarak bulur da diyebiliriz. Siz "yerli bir film veya sinema yapıyorum" diyebilirsiniz ama kullandığınız üslup, kamerayı koyduğunuz açı ve insanı ele alış şekliniz öyle değilse nasıl olacak o yerlilik? Amerikan aksiyon tarzı ile ya da Hollywood kalıplarıyla yazdığınız senaryolarla Osmanlı tarihini ya da insanı bir yere kadar anlatabilirsiniz. Tarihi dizi ve filmlerde silah kullanmak veya ata binmek konusunda ekipleri eğittiğiniz kadar tarihi dizilerin senaryo ve yönetmenlikleri konusunda kendi özümüzün dilini, arkada yatan manevi büyüklerin imparatorluk kuran insanı nasıl yetiştirdiğini düşünmeniz gerekiyor. Mekan, eşya ve kostüm bir iç zenginliğin, tercihlerin ve yaşam biçiminin tezahürleridir ama bu konularda da bu dizilerde bize dair bir incelik, bir özen görünmüyor. Bize, tarihimize, insanımıza, bugünümüze kimin gözünden ve aklından ve hatta kalbinden bakıyoruz?

Sinemayı "insanın kendini anlatma ve anlama serüveni" olarak görüyorsunuz. İnsan neden kendini anlatma ihtiyacı hisseder ve neden görsel bir yol tercih eder ki?

Bu sorunun cevabını bir bilsem... Siz niye kendinizi şiirle anlatmayı tercih ediyorsunuz? Cevabını biliyor musunuz? Mesela kelimeler bana çok sınırsız geliyor. Sinemada yaptığım filmlerde neden karakter az konuşuyor hiç düşündünüz mü? Çünkü kelimeler çok yüklü, şiir de zaten kelimelerden kurtulmak için yapılan bir şey. Biz şiiri sessiz okuyoruz, demek ki orada bir şey eksiltiyoruz, sesi. Şiir, kelimeler sese kavuştuğunda başka bir boyut kazanıyor. Aslında yazarken de sessiz yazıyoruz. Filmlerde ise görüntüleri tek tek sahne olarak ele aldığımızda onları bir "kelime terkibi"ne benzetebiliriz. Seyirci bir görüntüyü görünce aklında bunu bir yere oturtuyor, oradaki manayı görmeye, anlamaya, gizli kelimeleri, sese dönüşmemiş şiiri belki de keşfe çalışıyor. Gerçek bir şiir okuduğumuzda, içerisinde geçen kelimeler anlamları dışına taşar. Yani kelime anlamının dışına taştığında, ancak, gerçekte ifade etmek istediği ama dille yapılamayanı hissettirir.

Aslında tüm sanatlar bunu yapıyor. Kelimeler ve görüntüler bizi dünyanın görüntüsünün ötesindeki manaya, yolculuğa çağırıyor, işin içinde sanat derdi varsa tabi.. Bana göre sosyolojiden ve tarihten devraldığımız birtakım kavramlar bizim sanatı özü itibariyle insanı anlamamızın önündeki önemli perdeler. Kelimeler de bir perde değil mi? Baktığın zaman görüntüler de öyle… Örtülerin ardına geçmek benim derdim bu…

Türkiye'yi hakikati arama konusunda hala meraklı bir dirilik içinde görüyorum. Günlük hayata sirayet eden bir arayış felsefesi sinemacıları da bir derinliğe yöneltir der misiniz?

Çok önemli bir hazinenin üzerinde durduğumuzu düşünüyorum. Yunus'un yazdığı şiirle bizi çağırdığı anlam arasında inanılmaz zengin bir alan bulunuyor. Bunun bizim tüm sanatımızın ve düşünce serüvenimizin temel noktalarından biri, hatta biriciği olduğunu düşünüyorum. Çok önemli bir bakış açısı. Bunu çok fazla düşünüyorum diyemem ama bazen aklıma "Yunus bir film çekse nasıl olurdu?" sorusu geliyor. Bu bence bizim mefkûremiz olmalı çünkü nehrin başına gittiğimizde karşımıza Yunus çıkıyor, kocaman bir kaynak. Bunun öncüllerine baktığımız zaman İbnü'l- Arabî, devamında Niyazi-i Mısri ve sonra gelenler var. Bu damar aslında hiçbir zaman yok olmadı. O damar hep akıyor ve biz de nasibimize oradan bir şeyler alıp, yapmaya çalıştığımız işlere aktarmaya çalışıyoruz.

Anlamak ve aktarmak ses ve duyuşla alakalı içsel bir motivasyon olarak geliyor bana.

Birçok yönetmen kendi kaplarınca, dillerince arıyorlar. Ama ne aradığımızı hiçbir zaman tam olarak bilemeyiz. Zaten varanlar da bunun cevabını söylemezler. Yani aradığını bulan biri şunu buldum diye söyler mi? Söylerlerse zaten yol biter. Gözün gördüğünün ötesinde arkasında bütün bu eşya neyi gizliyor bizden? Eşya, bitki, hayvan yani varlık. Eşref-i mahlûkat olarak yaratılmışsa insan demek ki bu varlıkla ilgili bir meselesi var. Varlığı bilmek anlamında, kendini bilmek de burada bir mesele; o zaman sanatın ya da yapmaya çalıştığımız sinemanın temelinde kendini bilme çabası var. Bu da gelip bizim insan tasavvurumuza dayanıyor. Yunus bu yüzden çok önemli. Çünkü bir insan koyuyor ortaya, insan olmanın nasıl olduğu üzerine düşünüyor.

İmam Gazali'nin varlıkların yaratılış hikmeti üzerine bir kitabı var. "Neden bu kuş böyle yaratılmış, şu bitki neden böyle değil" gibi sorularla birlikte Muhammedi Nur'u arıyor aslında. Her şey ondan uzak değil, hepsinde Nur-ı Muhammedi var. Çünkü onun için yaratılmış. Zaten arayışın ne aradığımızın bilgisi bizim iç bünyemizde var. Yoksa niye durduk yere arayıp duruyoruz? Demek ki bir şey hissediyoruz, ya da bizde yazılı bir şey var. Zaten aradığımız şey de bu noktada bize "tın tın orada mısın?" diyor. Rüya görüyoruz değil mi? Ben uyuduğuma göre bu rüyaları kim görüyor? Bu soruyu sinemaya bağladığımız zaman "Filmler de rüyadır" derler, bizim geleneğimizde rüya önemli bir merhale. Bir kamil mürşidin bir müridin gittiği yoldaki safhaları anlaması mana yoluyla oluyor. Manada yorumlanıyor. Şimdi bakın rüya yorumlarında büyük bir gelenek söz konusu. Burada Freud'dan bin sene evvel var olan bir gelenekten söz ediyoruz. Buradan baktığında film her şeyi seyirciye vermeli mi yoksa tabire muhtaç bir rüya gibi mi olmalı? Rüya tabirleri önemli bir kaynak…

Bu bakımdan sinema rüyaya bir müdahaledir diyebilir miyiz?

Sinema aslında rüyaya müdahale değildir. Belki de biz yönetmenlerin, filmleri gördükleri rüyalardır, bilmiyorum. Bana böyle bir şey de çok romantik gibi geliyor. Kendi geleneklerinizden gelen rüya yorumu meselesi hakkında biraz düşündüğümüz zaman bizim tüm bir kültür ve millet olarak benzer bir rüya gördüğümüzüve o rüya içerisinde yorumlanması gereken şeyler olduğunu anlıyoruz. Çünkü rüya yorumu denildiği zaman insanlar "ben bir at, nehir ya da meyve bahçesi gördüm" diyor. Sonrasında da bunlar gelenek ile yorumlanmış. Sen bu metaforların karşılığını sinemada alıp yerleştirdiğinde ve akıl değil de yüreğin akletmesi ile işaret ettiğinde insanlar kendi ortak rüyalarının bir tezahürünü görebilir. Dil de şaire göre bir rüyanın parçaları olabilir…

Maddi ve somutun aktarımı kolaydır. Sinema endüstrisi efektler, görsel materyaller, gerçekçi üç boyutlu teknikler vs. gibi imkânlar için seferber. Peki, Semih Kaplanoğlu sinemasının durakları manevi olan, metafizik bir dil inşası nasıl kuruldu?

Konuştuklarımızın fevkinde olan bir şey, ticari sinemanın ya da endüstriyel sinemanın anlatım dili, üslubu, birtakım araçlar hikâye ediş şekli, insana bakışı bunlar zaten kurtulmaya çalıştığımız kalıplar…Neden gidip aynı şeyleri yapalım? Görünür ve popüler olmasa da başka bir yol mümkün.

Sanatta ve kültürel ortamlarda tarihsel arketipler daha mı güçlü? Fellini'nin, Tarskovski'nin, Bergman'ın yaşadığı bir devirde üretilen filmlerle günümüzü mukayese etmek nasıl olurdu? Bugün de benzer kaygılarla film yapan yönetmenler var. Her zaman olacaktır, insanlık tek düze bir şey değil.

Zaman ve tarih doğurgan bir şey, iyisini de kötüsünü de hep doğurur. Dijital platformların sanata etkisi ne oldu dersiniz?

Türk sinemacıları, çok ciddi bir sıkıntı yaşıyorlar telif hakları noktasında. Dünyanın başka ülkelerinde bir film ya da dizi ürettiğimiz zaman yönetmen, senarist, müzikçi ve oyuncuları o film tv'lerde ya da dijital platformlarda tekrar tekrar gösterildiğinde belli bir telif ücreti alıyorlar. Avrupa Birliği standartlarına uyum sırasında yapılan kanunlarımızda da bu var ama yapım şirketleri ve televizyonlar buna uymuyorlar. İspanya, Fransa'da oynayan filmlerimden telif ücretleri geliyor mesela ama burada bunu almak mümkün değil. Şimdi bir de dijital platformlar var. Bu mecralarda üretilenler 250-300 milyon insana ulaşıyor ama Türkiye'de telif hakkınız yok. Oysa aynı dijital platform bu telifi diğer ülkelerin sinemacılarına ödüyor. İkinci bir sorun dijital platformlar içinde biz ne üretiyoruz? Kendimize, Türk Sinemasının geleneğine, bakış açısına, kendi toplumuna, kültürüne özgü içerikler mi? Yoksa platformların içerik ve etik kurallarına uygun şeyler mi? Yoksa oryantalist bir bakış açısıyla ele alınmış, manasından ve değerlerinden koparılmış hikayeler mi? Dijital platformlarda tanık oluyorum yapımcı ve yönetmenleri İspanyol ya da İskandinav veyahut Orta Avrupalı olan bir dizi kendi özgün anlatımını, ruhunu sergilerken bizim işlerde hiçbir özgünlük göze çarpmıyor ne yazık ki… Bu süreçte bağımsız durup kendi sözünü söyleyecek, kendi derdinin peşinde olan adamlar ve yönetmenler için işler giderek zorlaşıyor.

Batı festivallerinin Türk sinemasına ilgisizliğiyle Batı'daki Türkiye'ye ve Müslümanlara yönelik algının bir ilişkisi olabilir mi?

Filmlere bağlı olarak bu söylenebilir mi bilmiyorum. Genel olarak bir bakış açıları var tabii. Her festivalin kendine göre yaklaşımı var. Berlin Film Festivali'nin son üç yıldır seçtiği filmler belli bir bakış açısına sahip. Cannes Film Festivali'nin daha kendine göre bir bakış açısı var: Sinemanın bir sanat olduğu ve bunun bir şekilde yaparken yönetmenleri önceleyen bir festival Cannes. Bu anlamda tercihleri markette ticaret ama seçkide olabildiğince sanat… Cannes Film Festivali örneğin dijital platformlardan film almıyor, direniyor. "Sinema salonda seyredilmeli" diyorlar. Evdeki küçük ekranlardan her şeyi görmüyoruz, canımız isterse bırakıp gidiyoruz hâlbuki bu bir sanat. Sinemada gösterim şartı koyuyor o yüzden. Sinemanın geleceği açısından baktığımızda bizi bekleyen en önemli temel sorun dijital platformlar.

Buğday aynı zamanda "Batı bilimi"nin geldiği noktaya da bir eleştiriydi. Batı'nın düşüncesi üretilmemiş "bilim"le insanlığı sürüklediği felaketin, bir buğday tanesi üzerinden tenkidini izlemiştik. Doğu Batı arasında güçlü bir imge mi bu ve Türkiye bunun neresinde?

Doğu-Batı anlamında düalist bir bakış açısı açmak istemedim. Şu an dünya kapitalizmin ve Batı rasyonalizminin bizi getirip koyduğu ve kendisinin de zorlanıp ne yapacağını bilemediği bir hal içerisinde. Bunun sorumluğunu biz de paylaşıyoruz. Çünkü tüm yaşam biçimimiz, değerler sistemimiz, önceliklerimiz, evlerimizin içi ve dışı, zihinlerimiz tam da bu sistemin kurallarına uygun bir hayat tarzına eriştiğine göre… İnsan buradaki tercihini nasıl yapacak? Bu soruları sordum aslında. Doğuda batıda olmak artık çok fark etmiyor. Birçok insan orda da bu soruları soruyor; ekolojik hareketler, New Age akımlar… Temel mesele insanın kendini tanıması varlığının diğerleriyle birlikte var olduğunu, bilmemiz. Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli ve Tapduk Emre arasında geçen Buğday-Nefes menakıbı ve Hz. Musa-Hızır kıssası üzerinden günümüze ve yakın geleceğe bakmaya çalıştık…

Sanatçıların muhalif tavır sergilediği ve bu ihtilafın salt iktidar karşıtlığıyla doğru orantılı olarak algılandığı bir zemindeyiz. Siz, Türkiye'deki sanatçıların bu toptancı algısında uzak, daha farklı bir yaklaşım sergiliyorsunuz.

İktidarı tek bir yapı olarak görürseniz halkın oy vererek seçtiği bir iktidar var. Ne silah zoruyla çıktı, ne de gökten zembille indi. Düşünceye karşı olmanızı anlayabilirim, fikirleri söylemekte de özgürüz. İtirazlar iktidarı seçen halkın tercihlerine, halkın yaşama biçimlerine, halkın düşüncelerine yönelik hale gelmeye başlayınca kutuplaşma oluyor. Doğduğu ülkeden, el aldığı milletten nefret eden bir sürü adam var. Bu nefret, öfke ve kaygılarla sanat yapılamaz. Yapılan şey propaganda olur ya da nefretin egemenliğinde kutuplaşmaya hizmet eden alel acele yapılmış bir şey haline gelir. Siz politik ya da siyasi düşüncenizi ya da bir meseleyi merkeze alan bir film yapabilirsiniz. Ama yarın o politik durum ya da mesele çözülüp bittiğinde sizin filminiz de geri dönüşüme gider yani çöp olur, gider. Mesela gençliğimde 1970'lerde, politik bir sürü fikir üretilip şiir yazılıyordu, tonlarca şiir, bir sürü politik propaganda romanı, öyküsü, ama onlardan tek satır bugüne kalmadı.

1970'lerde Yücel Çakmaklı "milli sinema" kavramını ortaya attı. Çakmaklı da farklılık arayışından ziyade, Yeşilçam kurallarını es geçemeyerek halk sinemasını tercih ediyordu. Siz nasıl bakıyorsunuz bu milli sinemaya?

Tamam "milli sinema" ama ne kadar milliydi? Sonuçta konusu, hikâyesi milli olabilir de nasıl anlatıyorduk biz onu. Kahramanı nasıl ele alıyorduk? İdeolojik bakışa hapsoluyorsa o da sorun teşkil etmeye başlıyor. Sonuçta bir şeyleri kapsarken bir şeyleri dışarıda bırakıyor. Manevi sinema, gerçekçi sinema, sosyalist sinema olamaz ki. Bergman için ne diyeceğiz, sinema sineması mı diyeceğiz? Erksan'a ne diyeceğiz? Gerçi rahmetli kendisini ulusal sinemaya ait görüyordu. Milli sinema karşısında ulusal sinema onların ikisine de karşı sosyalist-toplumcu sinema… Kavramlara bir şeyleri hapsedemeyiz sanat ona sığmaz. Yücel beyin yaklaşımını, derdini anlıyorum.

Daha geniş alana yayılıp uzun sürebilecek bakış açısı bir alana hapsolduğu için tıkanıyor ve kendi sembol değerlerini üretiyor. Hayat ve toplum hızla değiştiğinden bu değerler geride kalıyor.

Türkiye'yi bir dize olarak düşündüğüm zaman "Türkiye ağır yüktür kemiği çatırdatır" ya da "Türkiye kadar bir çiçek" umut ve zorluklar aklıma geliyor. Merak ediyorum Türkiye'yi, memleketi ya da Anadolu'yu bir film olarak hayal ettiğiniz zaman sizce bu ne tür ve nasıl bir film olur? Aklınıza sahne mi, yönetmen mi film mi geliyor, nedir metafor?

Aklıma bir yüz geliyor; Ahmet Uluçay'ın yüzü. Şöyle söyleyeyim Buğday'ı yapmadan önce mezarını ziyaret ettim. Onu tanımıştım heyecanlı ve tutkuyla filmler yapmak isteyen birisiydi, belki de herkesten çok, Allah nasip etmedi. Onun o yarım kalmış umudunun, tutkusunun içini dolduruyoruz biz de, benim kuşağımın yaptığı her film onun umududur, duasıdır diye düşünüyorum bir bakma…

SEMİH KAPLANOĞLU KİMDİR?

1963 yılında İzmir'de doğan Semih Kaplanoğlu, 1984'te Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema-Televizyon Bölümü'nden mezun oldu. İlk sinema filmi Herkes Kendi Evinde (2001) ile birçok ödül kazanırken festivallere katıldı. Bunu Meleğin Düşüşü (2005) izledi. 2013 Cannes Film Festivali'ne Cinéfoundation ve kısa filmler dalında jüri olarak çağrıldı. Yumurta (2007), Süt (2008) ve Bal (2010) üçlemesi ile uluslararası ününü pekiştirdi. Bunları Buğday (2017), Bağlılık Aslı (2019) ve Bağlılık Hasan (2021) izledi. Senaristliğini, yönetmenliğini ve yapımcılığını üstlendiği filmleri ile Ankara Uluslararası Film Festivali, Adana Film Festivali, İstanbul Film Festivali, Singapur Uluslararası Film Festivali, Nantes Üç Kıta Festivali, Valdivia Uluslararası Film Festivali, Antalya Altın Portakal Film Festivali, Bangkok Dünya Film Festivali, Uluslararası Fajr Film Festivali gibi birçok etkinlikten ödülle döndü. En büyük ödülünü ise Berlin Uluslararası Film Festivali'nde Bal (2010) ile Altın Ayı'yı kazandı.

BİZE ULAŞIN