Geçmişe özlem ve hadiselerin yenilenmesine tereddütle yaklaşma duygusunun insan doğasındaki köklerini tahlil ederken karşılaştığım en hoş örneklerden biri Arap edebiyatının Hz. Âdem'e nispet ettiği bir mısradır. Dini geleneklerde ilk insan ve ilk peygamber kabul edilen Hz. Âdem ömrünün son evresinde dünyanın büsbütün değişmiş olduğunu dile getirerek "Toprağa bulandı, rengi değişti dünyanın" mealinde bir mısraı terennüm ettiği aktarılır.
Her "yeni", insanda ikili bir duygu çıkartır: Bir yandan yeniyi sever, ötekinden bıkkınlık duyarız, öte yandan yeniye karşı bir tereddüt besler, bu kez eskiye sığınma ihtiyacı hissederiz. İnsan böyle bir mısraı okuyunca tebessüm etmeden kendini alamıyor, vakıada böyle bir söz söylemiş olabilme ihtimali kuşkuyla karşılansa bile, insan muhayyilesine ve bu muhayyilenin sorunları ortaklaştırabilme yeteneğine hayranlık besliyor.
Muhtemelen böyle bir mısra Âdem'den çıkmış değildir, lakin ortak muhayyile, insanlığın prototipinde "yeni" karşısındaki endişeyi bulabiliyor, yenidenduyulan korkuyu ona nispet edebiliyor. Âdem'in böyle bir mısra söylemesinin nedenini ise Habil'in Kabil tarafından öldürülmesi olarak tespit ediyor muhayyile. Meselenin bu kısmını okuyunca hadise başka bir veçhe kazanıyor, fiilen gerçekleşip gerçekleşmediği bir yana, insan hayatında ne kadar büyük ve ne kadar köklü bir değişim yaşanmış olabileceğini, sadece bir insanın ömründe dünyanın nereden nereye gitmiş olabileceğini, amaçlanan ve öngörülen ile gerçekleşen arasında nasıl bir fark ortaya çıkacağını hissetmiş oluyor.
İşte dünya böyle bir yerdir: Herhalde hiçbir insan değişimin istikametini tespit edemez, hiç kimse olan biten hakkında bir basiret sahibi olmaz, hiç kimse tespit ettikleri ile vardıkları arasında ayniyetten söz etmez. Hemingway'ın deyimiyle "dünya ezer geçer."
Başkalaşan dünyada asırdeğişmeyen yapılar
Dünya "kevn ve fesat" yani oluşma ve başkalaşma yurdu olarak anılır. Burada her şey meydana gelmiş bir şey olarak bulunur, her şey bu bakımdan yeni ve tazedir, buna mukabil yeni olan her şey bozulmaya yok olmaya doğru gider. Bu minvalde dünyanın kendisi de yeni yani klasik literatürün anlatımıyla "hadis" olarak var olmuş, hadis olan her şey ise değişecek, başkalaşacak ve nihayette yok olacaktır. Dünyadaki değişim ve başkalaşmaktan kimsenin tereddüdü yoktur fakat bunun tarzı ve süreci konusunda öteden beri tartışmalar olmuştur.
Felsefe tarihinin mühim bir evresinde insanlar dünyadaki değişimin, varlıkların hareketinin izah edilemeyeceğini düşünüyorlardı. Mesela bir ok atılınca ok bir noktadan ötekine intikal edebilir mi? Bir kaplumbağa ile tavşan yarışırsa bunlardan biri ötekini geçebilir mi? Zenon paradoksları diye bilinen birtakım hikâyeler hareketi açıklamada insan zihninin yaşadığı açmazlara dikkat çeker. Bu yaklaşım normal bir anlayışa mantıklı görünmese
bile gerçekte felsefe yapmanın amacını anlatır. Görünür olandan kuşkulanarak hadiseleri başka bir gerçeklik zemininde ele almak felsefe yapmanın amacını ve yöntemini bize gösterir.
Bununla birlikte hareketin izah edilememesi tek yöntem değildir. Buna mukabil bir de sürekli değişimin olduğuna, an içinde hiçbir şeyin baki kalmadığını söyleyen düşünürler, düşünceler vardır. Bu düşünceler genellikle sofistliğin dünya tasavvurunu bize gösterir ve Müslüman düşünürleri de derinden etkilemiştir. Bu meyanda onlar, dünya denilen şeyi sürekli değişen ve başkalaşan "arazlar"ın oluşturduğunu düşünüyorlar, bunların değişimi ile geride kalanın ne olduğu sorunu en büyük sorun olarak görülüyordu. Biz bu sorunu değişen karşısında sabit kalan nedir veya çokluk ve başkalaşmalar halinde birlik ilkesi nedir diye kavramsallaştırabiliriz. Öyle veya böyle uzun asırlar boyunca insanlar, değişim ve sabit kalan ilişkisi içerisinde dünyanın ahvalini ele almışlardı. Bu meyanda 'bir nehirde iki kere yıkanılmaz' sözü bu değişimci yaklaşımın düsturudur.
Tarihin en yavaş asırlarında yaşamak
Doğada böyle tartışmalar yaşanırken doğa telakkisinin izleri dinde, ahlakta ve toplumsal yapılarda doğrudan ortaya çıkıyordu. Bu yönüyle evren telakkisi toplumu inşa etmiş, toplumsal yapılar "sürekli değişen" ile "sabit" kısmı temsil eden sınıflardan oluşurdu. Bu itibarla ortaçağlar boyunca tarihin ve toplumun olabildiğince tedricen ilerlediğini ve değişimin oldukça yavaş olduğunu görürüz. Bu çağlar bütün dünya içerisinde statik ve durağan "ahenkli" çağlardır. Bu dünyada hareket yok denecek kadar yavaştı, sınıflar arası geçişler imkansız gibi, insanın sınıfsal bir değişim yaşayabilmesi büyük bir hadise idi.
Tocqueville Amerika'da Demokrasi adlı başyapıtında yeni dünyanın süratle değişimi karşısında asırlar boyu Avrupa'daki statik ve durağan yapıyı hatırladığını söyler. Bu statik dünyada zenginlik ve her çeşit paye ancak miras yoluyla kazanılır, bunun dışında insanların sınıfsal bir değişim yaşamaları mümkün görülmüyordu. Fakat burada yani bu statik ve durağan dünyanın değişim sürecinde dinin rolü hakkında dikkate değer bir
tespitte bulunur ki, bunu hatırda tutmak gerekir: Tocqueville sınıfsal olarak değişimin imkansıza yakın güçlüğünü belirtirken insanların sınıf atlayabilecekleri tek boşluğun dince gösterildiğini, Kilise'ye katılan yoksulların bu yapının kademelerini aşarak üst sınıflara terakki edebildiğini söyler.
Yazarın tespiti yerinde görünüyor, hatta bundan fazlasını söylemek gerekiyor: Dinin, özellikle Hristiyanlık ve İslam dünyanın değişimine katkı sağladığını, tıkanmış olan sosyal yapıyı yeni insan unsurlarını topluma ve hayata katarak genişlettiğini, eski yapıları gevşeterek yeni toplumsal alanlar inşa ettiğini söylemek gerekir. Bu bakımdan kadim dünyanın "değişimci" kanadını en çok din teşkil etmiş, ilk asırların dar ve durağan dünyasından daha geniş kitlelerin katılabildiği toplumsal yapılara dönüşmesinde başat rolü din oynamıştır.
Bu meyanda dinlerle birlikte değişimin güçlendiğini söylemek gerekir: Değişim hızlandıkça, bu kez din ikircikli bir tutum takınmak durumunda kalmıştır. Bunun nedeni bir önceki dünya yani ortaçağların bir öncekinden gelişmesinde dinin oynadığı rolle ilgilidir. Din ortaçağların kurucu unsurlarından biri haline gelince, yeni değişim bu kez dini de hedef alarak değişime karşı ikircikli bir tutum takınmıştır: Bir yandan geçmişi müdafaa etmeyi kendini savunmak olarak görmüş, öte yandan değişimin de içinde olmak istemiştir. Günümüzde bütün gelişmiş toplumlarda, özellikle Hristiyanlık ve İslam'ın yaşadığı kriz tam olarak burayla ilgilidir.
Dünya kıyamete mi gidiyor?
Hiç kimsenin cevabını bilmediği soru budur. Dünyada bir çok insan gelecekle ilgili öngörülerde bulunuyor, "gelecekçilik" denilebilecek birtakım disiplinlerden söz ediyor, hayatın bir çok alanının istikbalde nasıl şekilleneceği hakkında tahminler söylüyor. Şundan emin olmak gerekir ki, hiç kimse gelecek hakkında bir şey bilmiyor, dünyanın nereye gideceğini kestiremiyor, sadece zanlarda ve birbirinden etkilenme üzerine kurulu bir takım hayali değerlendirmeler tekrarlanıp duruyor.
İstikbalin bir öznesi yok, onu belirleyen veya planlayan birisi yok, insanlar büyük bir yarışma içerisinde koşturuyor, bu koşuşturma içerisinde ise bilim,
toplumsal hayat, değerler vs. her şey sürekli değişiyor. Öte yandan bu değişim daha kısa vadede büyük değişimler ortaya çıkarıyor, geçmiş asırlarda ancak uzun süreçlerde oluşan değişim birkaç senede ortaya çıkıyor. Bu nedenle insanların korkmaları, tereddüt etmeleri gayet normal geliyor. Bu yönüyle de birçok insan "bir kıyamete doğru mu gidiyoruz"diye soracaktır.
Galiba hiçbir dindar evrenin bu kadar uzun ömrü olabileceğini düşünmezdi. "Tanrı Âdem'i yarattı" diye başlayan cümle dünyanın yaratılışına bir tarih belirlemek anlamını da taşıyordu. Dünya ne kadar eskiye giderse gitsin milyarlarca senelik bir tarihe sahip görünmüyordu. Öte yandan evrenin büyüklüğü de makul ölçüler içinde düşünülürdü. Görece küçük ve kapalı-ahenkli bir evren içinde insanın tarihini düşünmek birçok kesin hükme ulaşmayı mümkün kılıyordu.
Evrenin kadim olduğunu savunan görüşler de vardı fakat onlar için de konu mantıksal veya matematiksel bir tartışmanın ötesine gitmiyordu. Dünyanın ve insanın bir başlangıcı vardır fikri kıyamet teorisini de tazammun ediyordu. Martin Lings geçmiş nesillerin kıyamet telakkisine dikkat çekerek bireysel ölümlerine inandıkları kadar alemin ölümünün yakınlığına da inandıklarını belirtir. Her nesil kendisini neredeyse son nesil veya ona yakın nesil gibi görürdü. Vakıa Lings'in söylediklerinde tereddüt yoktur:
"Son nesil"
Hz. Peygamber son nebi olarak kıyamet alameti olarak gelmiştir. Onunla "saat" başlamıştır, her an kıyamete biraz daha yaklaşılmış demektir. Birçok ayet-i kerimede ve hadiste kıyametin yakınlığı dile getirilir, bir çığlık veya patlama tarzında "ansızın" gelebilecek kıyamete karşı insanlar uyarılır. Hal böyle olunca ilk nesillerden itibaren her nesil kıyametin yakınlığına inanmış, birçok hadiseyi kıyamet alameti olarak görmüş, herkeste "kıyamet koptu kopacak" hissi hâkim olmuştur.
Kıyamet bahsinde bir de "son nesil" veya sona doğru ortaya çıkacak olan iyi ve adil iktidar meselesi akla gelir. Hristiyanlık, Yahudilik ve İslam'ın farklı kavram ve düşüncelerle dile getirdiği bu husus esas itibarıyla aynı ana fikre istinat eder. İslam geleneğinde Mehdi'nin ve Hz. İsa'nın gelişi ile Hristiyan geleneğinde Mesih'in gelişi veya Yahudilerde kutsal topraklara dönüş gibi idealler, toplumların gelecek beklentisini şekillendirir, toplumlar için ahlaki ve dini bir ideal ortaya koyar. Öyle veya böyle toplumlar, bir ideal ekseninde bir amaca doğru yönlendirilir. Dindar insanların istikballe ilgili en güçlü idealizmleri bu Mesihçi veya İslam geleneğindeki Mehdici geleneklerdir.
Kıyametin yakınlığı bahsi öyle güçlü hissiyat oluşturmuştur ki en nihayetinde insanların dikkatlerini bireysel hayata döndürmek için birçok uyarı yapılmıştır. "Kişi ölünce onun kıyameti kopar" anlamındaki bir söz bireysel olan ile genel olan arasındaki ayrıma dikkatimizi çeker. Öte yandan kıyametin yakınlığı sorunu dindarların dünyanın istikbali hakkındaki düşüncelerini belirli bir istikamete hapsetmiş görünüyor. Yaşanan sıra dışı hadiseler veya söz gelimi bir meteorun dünyaya yaklaşması vb. kıyamet alameti kabul edilmiş, dünyanın geleceği hakkındaki tereddüt "geldi gelecek" hissiyle dile getirilmiştir. İslam geleneğindeki en büyük düşünürler, Konevi ve İbnü'l- Arabi gibi düşünürler, kıyamet vaktinin yaklaştığından söz eder kendilerini "kıyamet düşünürleri" olarak takdim ederler. Günümüzde de birçok dindarın zihninde uzun vadeli bir istikbal fikri yoktur. Bu bakımdan dünyanın nereye gittiği sorununu dikkatle tartışabilecek bir merak ortaya çıkmıyor.
Kontrol edilemeyecek bir noktaya doğru…
Sonuç olarak; dünyanın istikbalini bilemeyiz fakat gidişat belirli alanlardaki değişimin süratle devam edeceğini gösteriyor: Birincisi teknoloji ve bilim alanındaki gelişmeler kontrol edilemeyecek bir noktaya gidecek gibi görünüyor. Gelişen teknolojik imkânlar ise hayatı bir yandan kolaylaştırırken öte yandan bireysel alan neredeyse korunaksız hale gelecek, bunlar herkesin bildiği konular. Bütün bu değişim sürecinde ciddi konulardan biri ise dinin ve ahlak anlayışlarının istikbali meselesidir.
Din geçmiş asırlarda en azından bir evreye kadar durağan dünyadan daha hareketli bir dünyaya intikalin sebebiydi. Günümüzde ise artık dünya koşuyor din ise yürümekle yetiniyor. Gerilim burada yaşanıyor ve din dünyanın tutucu kısmını teşkil etmeye başlıyor. Birçok insan dinin dünya yüzeyinde gerilemesinin insanlığın lehinde olabileceğini bekliyor, bunu umuyor. Fakat din zayıfladıkça insanın merakının, insanın yaşama arzusunun ve insanın değerlerle ilişkisinin ne kadar zayıflayacağı görülecektir. Bu bakımdan dindar insanların ve özellikle bilginlerin dünyanın geleceğini daha geniş bir perspektifle tartışması gerekiyor.