Dergimizin sayın editörlerinin affına sığınarak, kendilerini bir ay da "antientelektüellik" konusunda bir derleme yapmaya davet ediyorum; kendileri ve siz sayın okuyucular görecesiniz ki "anti-entelektüellik" de aynen "entelektüellik" gibi son derece entelektüel bir mevzudur.
Sanki burada uyumsuz durum mu oldu? Entelektüalizmkarşıtlığı aynen entelektüalizm gibi entelektüel bir alan ise, o zaman ikisinin arasında neden karşıtlık oluyor? Ben mi ifadede hata ediyorum. Evet, dünyada ince, zayıf, hatta biraz veremli bir görünümde, papyon kravatlı, hafif şalvarımsı ütüsüz pantolonu, erkekse keçi sakallı, kadınsa kısacık saçlı bir tarzda resmedilen entelektüel tipin ortaya çıkmasına sebep olan bir akım var.
"Entelektüalizm" denen şey: bilimde, sanatta, edebiyatta, öğrenmeye, irdelemeye, araştırmaya vücut veren, varlığını Eflatun'un yazdığı Sokrates'in
Yargılanması kitabındaki "At Sineği" (ki Sokrates'in kendisini simgeler) karakterinin "Sorgulanmayan hayat yaşanmaya değmez" sözüne borçlu olan akım.
Temel tanımı, "aklın kullanımını, gelişimini ve olaylara uygulanmasını vurgulayan zihinsel bakış açısı" tarzında yapabileceğimiz bir tavır... Bir tutum… Bunun "ahlaki entelektüalizm" boyutu var, "etik entelektüelizm" boyutu var; ama temelde entelektüelcilik, akılcılığın bir tezahürü. "Her şeyi akılla çözeriz" ya da "Akıl, hayatta ihtiyacımız olan ilk ve tek rehberdir" inancının felsefî boyutu.
Aklın uygulandığı bir hayat
Rahmetli teyzem, "Allah, aklımız başımızdayken canımızı alsın" diye dua ederken böyle bir felsefi incelikten değil, son derece materyalist bir yaklaşımla hareket ediyordu, eminim. Oradaki ölçüt, başka dualarında vurgulanan "ele güne muhtaç olmak" boyutunda gizli idi kanısındayım. Ancak Eflatun'un Sokrates'in dilinden hayat verdiği, insana rahat vermeyen "at sineği" metaforuyla anlattığı akıl da çok farklı bir kavram değildi bence. (Eflatun, Sokrates'in Savunması, Çev. Niyazi Berkes, İstanbul, 1946)
Aklın uygulandığı bir hayat sizi başkalarına muhtaç olmaktan kurtaracak bilimle donatmaya yarayacak ise amenna! Ama entelektüelcilik orada durmuyor ve sizi başka her türlü felsefeden uzaklaştırıyor. Akıl, insana rahat vermeyen bir at sineği olmaktan öte geçiyor; kendisinden başkasına hayat hakkı tanımayan bir araç oluyor. Ya insanın anlama, sorgulama yeteneğinin uygulanması vardır; ya da başka hiçbir şey yoktur.
Mesela Kant'ın "verstehen" dediği tarzda bilmek, bu yaklaşımla mümkün olamaz. Almanca birçok kelime var "bilme" kavramını anlatan; ama "verstehen" rahmetli felsefe hocamız İbrahim Ahit Öztokat'ın ifadesiyle "kendi kendine, kendiliğinden, Allah tarafından bir ikram olarak fehmetme" anlamına geliyor. İngilizce on ayrı kelimenin karşılığı Kant'ın bu Almanca kavramı.
Şimdi siz bunu alıp, aklın bir buçuk kilosuna hapsedeceksiniz. (Tabii akıl denen şey, on binlerce yıl inanıldığı gibi bağırsaklarımızda değil de beynimizde ise!) Sonra bu "inanıştan" bilim üreteceksiniz.
Sonra bu bilimle üretilen her şeye, "her şeyin kendisinden ibaret olduğu" şey muamelesi yapacaksınız.
Entel, akla güvenir Yukarıda kendime bühtan edip "uyumsuz" bir ifadede bulunduğumu yazdım ama sanırım uygunsuzluk bende değil, geliştirdiğim tasımdaki (syllogism anlamına, kıyas yapmak için sıralanan önceller dizisi) ifadelerle gerçek hayat arasında.
Bilim dediğimiz şeyi indirgediğimiz şey akıl. Değil mi? Entelektüalizmin temeli akıl. Peki, akılın nasıl olup da bilebildiğine, yanlıştan doğruyu nasıl ayırt ettiğine dair bilgimiz neye dayanıyor? Yani, bizim bilime olan güvenimiz, biraz sorgulanınca, bir inanç temeline indirgenince, diğer inançlarla arasında fark kalıyor mu?
Şimdi burada diğer inanç türlerini sıralayarak, siz değerli okuyucuların en hakiki mürşitlerinizi sorguluyormuşum gibi bir hava oluşturmayayım; ama sonuçta entelektüalizm aleyhtarlığının da -kendine göre- sağlam bir temeli olduğu noktasına gelmiş bulunuyoruz.
Sanatıyla, edebiyatıyla, bilimiyle entelektüalizmin modasının geçtiğini, bunun -ne kadar doğru doktrinlerden, öğretilerden hareket etmiş olursa olsun- zamanla eskidiği, yorulduğu ve en önemlisi bir seçkinci hareket haline dönüştüğünü görebiliyoruz. Veya bazıları böyle görüyor.
Entelektüalizmin karşıtı, bir popülizm oluyor bazen; ancak bu sadece elitizme tepkidir çünkü popülistler de savundukları birçok ilkeyi, entelektüalizm gibi akılla türetmişlerdir; temelleri akılcılıktır. Yani ilkesel olarak hareket noktaları aynıdır.
Entelektüalizmi kınayan veya tam kınamasa bile tek doğru saymayan kesimin de günahı sayılamayacak kadar çoktur aslına bakarsanız. Mesela burada başlığa almış olduğum ve muhtemelen sizi de cezbetmiş olan "entel-dantel" yakıştırmasındaki kaba, totaliter eğilimli, baskıcı ögeyi görmemek mümkün mü? Entelektüalizmi, bir avuç insana hasrediyorsunuz ve onları da danteller içindeki giysilere bürünmüş, Fransız burjuvazisi şeklinde resmediyorsunuz.
"Entel" ve "dantel"
Nedense ben dantelli bir şey giyen erkekleri, Fransız İhtilali'nde kelleleriyle birlikte malikânelerini, ticarethanelerini, paralarını da cahil-cühela takımına
kaptıran burjuvalar olarak canlandırırım zihnimde. Bütün entelektüeller dantelli gömlekler giyerler miydi bilinmez; ama Fransız İhtilali, entelektüalizm ile ona düşman grubun bir hesaplaşması olmuştur ve bu savaştan anti-entelektüalizm galip çıkmıştır.
Daha yakına gelelim; daha "dün" diyebileceğimiz 1920'lerde Rusya'da, 1945'lerde İspanya'da yüz binlerce kişi, sırf "entel" oldukları için katledilmedi mi? Dile kolay geliyor da insan gözünde canlandıramıyor kolayca. Bir grup insan, bir başka grup insanı sırf okumuş-yazmış ve toplumlarında öğretmen, akademisyen, sanatçı, yazar diye öldürüyor. Böyle bir kitle kıyımı nasıl örgütlenir? Katilleri nereden bulursunuz? Onlara, polisten-savcıdan kurtulacakları garantisini kim verir? Zihninde canlandırmak bile insanın zihnini bulandırıyor.
Bitmedi, daha yakına gelelim: 1980'lerde Kamboçya'da komünistlerin giriştiği soykırımı, ülkede neredeyse bir tek okur-yazar insan bırakmamıştı. Söz gelimi Kamboçyalı ilkokul öğretmenleri, mühendisler, ne bileyim, tarım okulunda hayvancılık okumuş bir sığır yetiştiricisi ne kadar entelektüalizm taraftarı, ne kadar "entel" ve "dantel" sayılabilirdi?
Anti-entelektüalizmin cazibesi
Ama okuma yazma bilenleri öldürenler açısından entelektüalizm o kadar nefret edilen bir şeydi. Bir kere entelektüeller, yabancı ajanı, önce Fransa'nın sonra Amerika'nın piyonları olarak damgalanmışlardı. Karl Marx'ı, Lenin'i, Ho Şi Ming'i okumak ve onların öğretilerini Vietnam'a yönetim sistemi olarak uyarlamak için de okuma yazma bilmek gerekmiyor muydu?
Kitlelere doğruyu göstermek hiç kolay değil; hele ellerine baltaları alıp ayağa kalktıkları zaman.
Ama kâğıt üzerinde ideolojik anti-entelektüalizm bazen çok cazip gelebiliyor insanlara… ABD'de bile sosyal bilimleri büyücülük sayan entelektüeller vardı; hala var. Sosyolog Stanislav Andreski'nin 1972'de yayınlanan Social Sciences as Sorcery (Büyücülük Olarak Sosyal Bilimler) başlıklı kitabı belki artık en çok satılan kitaplar listesinde yer almıyor ama isterseniz her üniversitenin kitaplığında bulunabilir. Kitabın tek tezi, entelektüellere güvenilemeyeceği fikriydi.
Bilimin görece bir kavram olduğu, "fikir ve inanç" kavramlarının yerine nereden ve nasıl derlendiği belli olmayan birtakım verilerin konulmasının "akıllıca" olmadığı inancını savunan kitaplar hala bugün yazılıp, basılabiliyor.
Çünkü entel-dantellerle ilgili mesele, akıl değil, onların nerede ne aradıkları ile bulgularını kullanarak kitleyi nereye yönlendirmek istedikleri. Ama bunu anlamak da o kadar kolay değil.