Bulunduğumuz ortamlarda muhakkak şahit olduğumuz bir insan tipi mevcuttur: Memnuniyetsizler. Çalıştığı iş yerinden, hayatındaki insanlardan, ofiste demlenen çaydan, ülkedeki ve dünyadaki olaylardan, gezegenlerin hareketlerinden aklınıza gelebilecek ne varsa hepsinden şikâyet ederler. Yanlarında geçirdiğiniz süre boyunca bir şeyleri kötülemeye, eleştirmeye ve toplumdaki eksik yönleri anlatmaya programlı gibilerdir. Bu kişilerin yanına ne kadar mutlu ve keyifli giderseniz gidin nihayetinde yanlarından keyifsiz, mutsuz ve bazen de öfkeli bir şekilde ayrılırsınız, tüm duygu durumunuzu dakikalar içerisinde değiştirip sizi başka bir ruh haline sürükleyebilirler.
Bu olumsuz tutumlarıyla ilgili kendilerine geri bildirimde bulunduğunuz zaman ise sizi suçlamaya başlarlar. Sizi; aşırı hayalci, umursamaz, dikkatsiz, saf, boyun eğici olarak tanımlayabilirler. Ortada büyük bir haksızlık, adaletsizlik, yanlış, hak ihlali vardır ve siz bunları görmüyor, duymuyor, umursamıyorsunuzdur çünkü bunun için yeterli bilgi birikimine ve duyarlılığa sahip değilsinizdir. Kendileri bu büyük resmin ve tüm bu olumsuzlukların farkındadır ve buna bir tepki gösterilmesi gerektiğini düşünmektedir.
Elbette insan topluluklar halinde yaşamaya başladığı günden beri hak ve adalet kavramları sayısız kez ihlal edilmiş, toplumlar ve fertler büyük haksızlığa uğramıştır. İnsana düşen vazife bu haksızlıklara karşı durmak ve değiştirmektir. Fakat burada bahsettiğimiz memnuniyetsizlerin temel derdi ve çevrelerinden aldıkları eleştirinin merkezi düşüncesi bu değildir. Burada temel mesele hayata karşı takındıkları bu karamsar, olumsuz ve yıkıcı yaklaşımın kendilerinde ve çevrelerinde oluşturduğu tahribattır.
Hayatta birçok renk var
Evet, hayat kötüdür ama hayat iyidir, insan aldatır ama insan güven yurdudur aynı zamanda. Bu dengeyi gözetmeden etrafı sadece olumsuzluklarla değerlendirmek hem doğru bir yaklaşım değildir hem de bir müddet sonra insan ruhunu kemirir. Sabah kalktığınızda gözlerinize kırmızı çerçeveli ve kırmızı camlı bir gözlük takıp dışarıya çıktığınızı, işe, okula gittiğinizi, haber bültenlerini seyrettiğinizi ve sosyalleştiğinizi düşünün. Akşam eve vardığınızda anlatacağınız şeylerin hepsi kırmızıya dair olacaktır. Çünkü dünyayı kırmızı bir camın ardından seyretmiş ve öğrenmiş oluyorsunuz. Oysa hayatta birçok renk olduğunu ve tek bir renkle tüm dünyayı izlemenin, anlatmanın pek de sağlıklı bir tutum olmadığını biliyoruz.
Memnuniyetsizler dünyayı sadece bir renkle okurlar ve seçtikleri bu renk genellikle karanlığa, olumsuzluğa yakın renkler olur. Güneşin doğuşu, bir aşkın ilanı, bebeğin gülümsemesi, Kabataş sahilinde içilen taze bir Türk kahvesi bile onların ruhuna aydınlık vermez çünkü iyiye dair bildikleri şey çok azdır ve aslında temel meseleleri dışarıda olanlarda değil, kendi içlerindedir.
Ne zaman her şeyden şikâyet eden, eleştiren, huzursuz, tedirgin ve memnuniyetsiz birisini görsem aklıma hemen bu kişinin kendisiyle kurduğu ilişkinin nasıl olduğu gelir. Memnuniyetsizlerin ve kronik muhaliflerin rahatsız oldukları şey dünya değil, kendi iç yaşantıları, geçmiş deneyimleri ve güncel hayat pratikleridir. Kendisiyle ve geçmişiyle barışamayan insan, çevresiyle ve hayatıyla da barışamıyor ardından; gördüğü, duyduğu, hissettiği her şeyle büyük bir kavgaya tutuşuyor. Huzuru bulamayan kişi dünyayı huzursuz bir yer olarak tanımlar ve kendileri gibi huzursuz hissetmeyenleri bazen eleştirerek bazen de aşağılayarak dışlar veyahut kendi huzursuzluğuna çekmek ister. Kısaca memnuniyetsizler kendilerinin mutlu olmadıkları yerde kimsenin mutlu olmasını istemezler ve mutluluğa dair ne varsa üzerine kalın bir çizgi çekerler.
Ne kendinden ne de dünyadan memnun
Memnuniyetin oluştuğu dönem ilk çocukluk yıllarımızdır. Bebek ailesi tarafından sevilirse, ihtiyaçları ebeveynleri tarafından geciktirilmeden giderilirse ve kendisine bakım veren kişiyle güvenli bir ilişki kurarsa eğer dünyanın güvenli bir yer olduğunu, insanlar tarafından sevildiğini ve sevilmeye layık birisi olduğunu düşünerek dengeli ve sağlıklı bir benlik inşa etmeye başlar. Bu sağlıklı benlik inşası ilerleyen dönemlerde akademik hayatımıza, sosyal ilişkilerimize, aile hayatımıza ve dünyayı okuma biçimlerimize doğrudan yansır.
Fakat bunun tam tersi tablolarla da karşılaşmaktayız; ailesi tarafından ihmal edilmiş, önemsenmemiş, ihtiyaçları hep ötelenmiş ve sevilmemiş çocuklar ilerleyen zamanlarda kendilerini de dünyayı da sevemiyorlar. Dünya onlar için sadece mutsuzluktan, hayal kırıklıklarından ve türlü olumsuzluklardan ibaret oluyor. Hal böyleyken de kişi kendini sevemeyip ne kendinden ne de dünyadan memnun olabiliyor.
Yine bu bağlamda çocukların şahsiyet ve kimlik gelişimleri de oldukça önemli. Ailesi tarafından fikri sorulan, düşüncelerini özgürce açıklayabilen, birey olduğu hissettirilen, kendi fikirlerini oluşturup ifade edebilen çocukların ilerleyen dönemlerde daha sağlıklı ve objektif yorumlar yapabilen, kendisiyle ve hayatla barışık kişilere dönüştüğünü görebiliyoruz. Ama varlığı kabul edilmeyen, düşünceleri sorulmayan, aile içi karar alma mekanizmalarına dahil edilmeyen, ailenin sevgisini kazanmak ve "yaramaz çocuk" olmamak için kendi düşüncelerini ifade etmek yerine her daim ailesinin düşüncelerine katılıp kendi kimliğini bastıran çocuklar ilerleyen dönemlerde daha huzursuz, agresif ve objektif düşünmede zorluk yaşayan bir yetişkin haline gelebiliyor.
Bastırılan şey geri döner
Kronik memnuniyetsizler, çocukluk döneminde kimlik ve şahsiyet gelişimleri ebeveynleri tarafından zarar verilen kişilerdir. İyiyi ve güzeli fark etmeleri, takdir etmeleri oldukça zordur, aksine bu durum onları rahatsız eder. Yaşayamadıkları ve hissedemedikleri duyguya karşı zamanında veremedikleri olumsuz tepkileri vermeye başlarlar. Objektif bakışı yitirmek, her duruma muhalif olmak ve kusur aramak, iyiyi takdir edememek, yolunda giden şeyleri görmemek ya da iyiye tahammül edemeyip haksız biçimde eleştirmek en sık karşılaştığımız tepkilerdir.
Bu tepkilere ek olarak kronik memnuniyetsizlerde gördüğümüz en belirgin özellik otorite figürleri ile yaşadıkları problemler oluyor. İlk otorite figürleri yani anne ve baba ile kurulan sağlıksız ilişki ilerleyen yıllarda hayatın farklı alanlarına yansıyor. Okulda öğretmen, iş yerinde patron, devlet görevlileri ve hatta romantik ilişkide olduğu kişi ile bitimsiz bir mücadele içerisindedir. Kendisine gücü hatırlatan kişiler ve sistemler kronik memnuniyetsizleri rahatsız eder ve bir çatışmaya girer. Bu çatışmaların genellikle haklı gerekçelerle, bir hak arama niyetiyle olmadığını görürüz. Çatışmaların temel motivasyonu karşı gelmek, zarar vermek, haksız eleştirmek ve kötü hissettirmek yöntemleriyle duygusal bir boşalım ve rahatlama sağlamaktır. Vaktiyle ebeveynlerine yöneltemediği agresyonu, şimdi farklı otorite figürlerine aktarmaktadır. Ne diyordu Freud: "Bastırılan her şey şiddetli bir biçimde geri döner."
Ötekini kötülemenin ve eleştirmenin konforlu bir yanı da mevcuttur. Sizin hiçbir şey yapmanız gerekmez, sürekli eksiklikleri, yanlışları, kusurları dile getirirsiniz ve nihayetinde de bu söylemleriniz sizi ilgili, duyarlı ve aktif birisi olarak gösterebilir çünkü bir şeyler söylüyorsunuzdur. Bu söylemler size vicdanî bir rahatlık da sunabilir; insanî vazifenizi yerine getirmiş hissedebilirsiniz fakat bu durum bir müddet sonra bir kişilik özelliği haline dönüşmekte ve insanı sadece olumsuzlukları konuşan ama hiçbir şey yapmayan konformist bir kimliğe büründürmektedir.
Bütünlüğün değerini azaltma eğilimi
Elbette yanlışı ve aksayan yönleri elimizdeki tüm imkânları kullanarak dile getireceğiz ama bir de meselenin eylem kısmı vardır ve eylem aslında her şey demektir. Yolunda gitmeyen şeyleri değiştirmeye çalışmak, bunun için bir öneri sunmak, alternatif planlar üretmek ya da yapılanın daha iyisini yapmak zahmetli ve kıymetli bir iştir fakat genellikle kronik memnuniyetsizler bunu tercih etmezler, genellikle sadece şikâyet eder "buyur daha iyisini sen yap" denildiğinde ortaya sağlıklı bir düşünce ya da ürün koyamazlar. Çünkü asıl meseleleri bir şeyin iyi ya da kötü olması değildir, hissettikleri olumsuz duygularla başa çıkmaya çalışmalarıdır.
Son dönemde toplum olarak bu durumun en bariz örneklerini yaşıyoruz belki de. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin özellikle savunma sanayi ve otomotiv sektöründe atmış olduğu adımlar, elde ettiği başarıları tüm dünya ile beraber izliyoruz. Tüm siyasi, dini, etnik kimliklerden sıyrılıp objektif bir biçimde bu bilimsel ve teknolojik başarıları onaylamak, takdir etmek fikri ve vicdanı hür her vatandaşın üzerinde mutabık kalabileceği bir durumdur. Ama bu gelişmeleri bile aşağılayan, yok sayan, küçük gören insanları da okuyor ve duyuyoruz. İşte bu tam da kronik memnuniyetsizlerin başvuracağı bir yöntemdir.
Kronik memnuniyetsizlik bir zaman sonra kendi değerlerine ve inançlarına yönelik hastalıklı bir fanatizme dönüşür. Ötekini dinlemez, saygı göstermez ve mutlak doğrunun kendi fikirleri olduğunu düşünür. Fransız filozof Gabriel Marcel'e göre bu hastalıklı fanatizm tavrının somut bütünlüğü ve gerçekliği göz ardı ederek, indirgeyici bir tutumla bütünlüğün değerini azaltma eğilimi olduğunu söyler. Marcel, somut bütünlüğü göz ardı ederek, değer kaybına neden olan bu indirgemenin zekâ değil tutkularla ilgili olduğunu ve bir tür sevgi eksikliğinden kaynaklandığını söyler.
Sağlıksız bir bağımlılık
Bu fanatizm, akıl ve mantık kurallarını yok sayacak kadar felsefi, siyasi ya da dini düşünceye sıkıca bağlanarak onun dışındakileri ısrarcı bir biçimde görmezden gelmeye ya da hak ettiği değeri vermeme eğilimine sahiptir. Bu eğilim beraberinde hoşgörüsüzlüğü de getirir. Hastalıklı fanatizm hayatı ve dünyayı kendi penceresinden görür, inandığı değerleri, kuralları ve davayı mutlak kabul edip bunların yorumlanmasını ve eleştirilmesini asla kabul etmez.
İnsan doğruyu bulmak, bir amaca, davaya hizmet etmek, fikir üretmek, özgürce düşünmek ve yaşamak için bu dünyadadır. Elbette ki bir dayanak noktamız olmalı ve bu dayanak noktasına bağlanmalıyız ama hastalıklı fanatizmde bu bağlanma konusunda problemler yaşanmaktadır. Bağlanma olgusu öz itibarıyla kişinin kendini gerçekleştirmesi ve geliştirmesine imkân sağlarken fanatik kişinin bilimsel ve akılcı gerçeklikleri yok sayacak ölçüde kendi düşüncelerine tutkulu bağlanışı, kendini kendi fikirleri içine hapsedip, bağlandığının dışındakileri görmezden gelişi ve hoşgörüsüzlüğü kendi gelişimine engel olmakta ve de kendisi gibi düşünmeyenler için de bir tehdit unsuru oluşturmaktadır. Bu noktada da artık fanatikler için bir bağlanmadan değil bağımlılıktan bahsetmek daha uygun olur.
Kronik memnuniyetsizlik ve eleştiri genellikle kendi inançlarımıza yönelen sağlıksız bir bağımlılığa dönüşüyor. Oysa gelişmemiz ve değişmemiz için yeni fikirlere, söylemlere ve ötekine ihtiyacımız vardır. Dünyayı sadece eleştirerek ve kusurları gözleyerek yaşayamayız, anlayamayız; düşüncelerimizi biraz daha esnetmek, kendimiz dışında olup biteni kabul etmek bizlere yardımcı olacaktır.