Birol Biçer: Bir çağın karanlık ve aydınlık yüzleri

Bir çağın karanlık ve aydınlık yüzleri
Giriş Tarihi: 23.02.2022 14:11 Son Güncelleme: 23.02.2022 14:11

Ortaçağ dedikleri tek bir devirde yaşamış iki ayrı dünya olarak düşünülebilir. Tıpkı bir günü oluşturan gece ve gündüz gibi… Yaklaşık 1000 yıl süren bugün içinde o zamanlar bilinen dünyanın batısı karanlıklarla boğuşurken doğusu nispeten parıltılı bir aydınlık sürdü. Günümüzde durumları itibarıyla bu taraflar yer değiştirmiş olsa bile hamasete kapılmadan geçmişin hakkını vermek de mertliğin şanındandır. Ola ki başkalarının karanlığını kendi medeniyet ve kültürüne yamamaya çalışanların cehaleti biraz olsun giderilir belki.

MODERN ZAMANLARIN VE PROBLEMLERİN GÜNAH KEÇİSİ ORTAÇAĞ

Ülkemizde olduğu kadar dünyada da yoğun ama paradoksal bir eğilimdir Ortaçağ'ı tek kalemde karanlıkların devri olarak yaftalamak. Hatta zamanımızın süregiden sorunlarını, aslında modernitenin ürettiği çıkmazları da "Ortaçağ zihniyeti" şeklinde yargılayarak bugünü temize çıkarmak da küresel bir alışkanlık. Dini, felsefi ya da farklı hayat görüşlerinden kaynaklanan tartışmaları, hatta günün hakim paradigma ve eğilimlerine körü körüne boyun eğmeyenleri de kısa yoldan yaftalama ve haksız duruma düşürme kolaycılığının bir yansıması. Böylelikle bilhassa polemikçiler, ideoloji mensupları, siyasetçiler bugünün mesele ve tartışmalarını bir çırpıda geçmişe havale ederek hiçbir şey yapmadan cahil kitlelerin gözünde kendilerini haklılık tahtına çıkardıklarını sanırlar. Geniş halk kitlelerinin bilgi dağarcığında "karanlık, cehalet, gericilik" şeklinde damgalanmış olan Ortaçağ'la özdeşleştirmekle hem günün sorunlarını geçmişe havale ettiklerini, hem de artık onlar temsil edenlerin bu devirde var olma haklarını iptal ettiklerini düşünürler. Ortaçağ'da yaşanan savaşlar, kitlesel kıyımlar, soykırımlar, nefret ve ırkçılıklar, ayrımcılıklar, açlıklar sanki modern zamanda hiç olmamış gibi, atom bombaları sanki bu devirde icat edilip sivil, kadın, çocuk, yaşlı ayırt etmeden şehirlerin üzerine atılmamış gibi, modern tıbbın âcizane seyrettiği bir salgın hemen hemen tüm yerküreye yayılmışken salgın hastalıklar sadece Ortaçağ'ı vurmuş gibi, denizler, atmosfer, toprak, su ve gıda küresel çapta kirlenip, zehirlenip, niteliği bozulurken sefalet ve hijyensizlik sadece geçmişe mahsusmuş gibi pervasızca davranırlar. İyi de sadece bugüne, modernizme ya da sonrasına mensup olmakla böbürlenen insan ve insanın kurumsallaşmış halleri "karanlık çağlar" ile özdeşleştirilen tüm sorunlar misliyle "şimdi ve burada" yaşanmıyor mu? Haçlı Seferleri bu devirlerde yapılmıyor mu, dünya çapında iki savaş ve 100 milyon ölü bu devrin eseri değil mi? Bosna, Ruanda vs. bugünün modern insanının eseri değil mi? Vesaire vesaire… Zamane insanına ve bilhassa yarı aydınlarına günün aksaklıklarından suçu "karanlık" geçmiş çağlara atarak kurtulamayacaklarını birilerinin hatırlatması şart görünüyor.

"İSLAM İÇİN OLDUĞU KADAR AVRUPA İÇİN DE PARLAK BİR DEVİRDİ"

Ortaçağ Avrupa'sını düşündüğümüzde, demir yumruklarla hüküm süren despot krallar, Kudüs'ü "kafirlerin" kanlarıyla boyayan Hıristiyan haçlılar, salgınlarla boğuşan cehalet ve sefalet içindeki şehirler gelir akla çoğu zaman. Ancak Ortaçağ uzmanı profesör Matt Gabriele ve David Perry 2021 Aralık ayında yayımladıkları ortak araştırma kitapları The Bright Ages: A New History of Medieval Europe'da Ortaçağ Avrupasına dair bugüne dek genel kabul görmüş birçok fikre aykırı iddialar ileri sürüyorlar. "Ortaçağ" sözcüğü, yüzyıllardır cehalet, batıl inanç, durağanlık, vahşet ve sefaletle dolu "karanlık çağlar"ın imgelerini çağrıştırıyor. Ancak karanlık miti gerçeği gizliyor" diyen iki yazara göre Ortaçağ aslında insanlık tarihinde dikkate değer bir dönem teşkil ediyor; üstelik sadece İslam coğrafyası bakımından değil Avrupa açısından da böyle olduğunu düşünüyorlar. Ortaçağ uzmanı akademisyen Prof. Matt Gabriele ve David Perry'ye göre haçlılar her zaman elleri kanlı savaşçılar değillerdi ve çoğu zaman Müslümanlarla ticaret yapan pragmatist tüccarlardı. Zorba ve despot olarak bilinen Ortaçağ kralları ise çoğunlukla meşruiyetlerinden ve tahtlarının akıbetinden endişe duyan tiplerdi. Bu iki yazarın ortak çalışmanın ürünü olan The Bright Ages kitabında daha başka sıra dışı iddiaları da mevcut. Bir diğer iddiaya göre Kadim Yunan ve Roma öğretilerinin sonraki çağlara ulaşması da sadece Müslüman âlimlerin çalışmaları sayesinde olmadı; onlara göre bu öğreti ve kültürler zaten kimi topluluklar indinde yaşamaya devam ediyorlardı. The Bright Ages yazarlarına göre bugün baş tacı edilen demokrasi de aslında zannedildiği gibi Rönesans ve Aydınlanma'nın eseri değil. Onlara göre demokrasi de her daim bir takım topluluklar ve şehirler bünyesinde yaşatıldı ve bugünlere getirildi. "Bu şehirlerde, insanların bazı şeylere oy verdiği eski hükümet biçimleri varlığını sürdürdü. Elbette, oy verebilecek olanlar çok sınırlı bir alt kümeydi, ancak tüm hükümetlerin otokrat olduğu fikri doğru değil" diyor Matt Gabriele.

AYDINLANMACILARIN ORTAÇAĞ'A VE KİLİSEYE MAL ETTİKLERİ "FAKE NEWS"

Hepimize böyle öğretilmiştir: "Ortaçağ'da dünyanın düz olduğuna inanılırdı ve bilhassa Katolik Kilisesi bu görüşü savunurdu." Ancak Fransız tarihçi Violaine Giacomotto-Charra ve fizikçi Sylvie Nonny yazdıkları La Terre plate. Généalogie d'une idée fausse (Dünya Düzdür: Yanlış Bir Düşüncenin Kökeni) adlı kitaplarında Ortaçağ'a dair bu düşüncenin tamamen yanlış olduğunu ve bu damganın sonradan ortaya çıkan Aydınlanmacılar tarafından uydurulmuş "fake news"lerden biri olduğunu ileri sürüyorlar. Charra ve Nonny'nin, 2021'in son haftalarında yayımlanan kitabı tüm bir Ortaçağ'a atfedilen "dünya düzdür" şeklindeki inancın ve bu görüşün arkasında ise kilisenin yobazlığının bulunduğu inancının doğru olmadığını, tarihçiler, siyasetçiler, film yapımcıları ve okul kitapları tarafından nesiller boyunca aktarılmış koca bir yanlış bilgi olduğunu açıklamaya çalışıyor. Hatta bu iki tarihçi şöyle diyorlar: "Ortaçağ'da dünyanın yuvarlak olduğunu hemen herkes biliyordu ve anlatıldığının tam tersine kilise de bunu vaaz ediyordu." 13. yüzyılda basılmış olan De Sphaera Mundi (Dünya küresi) gibi kitapları örnek gösteren iki akademisyen dünyanın yuvarlak olduğunun 2500 yıldır eski filozoflar tarafından bilindiğini aktarıyor. Buna göre Pytheas gibi kadim denizcilerden, Aristo'nun Gökyüzü Risalesi'nden, Eflatun'dan beri dünyanın küre şeklinde olduğu biliniyor. Hatta Ptoleme ve Strabon arasında dünyanın çevresinin hesaplanmasına dair tartışmalar olduğu ve 3. yüzyılda Erastotenes'in bu kürenin çevresini 40 bin kilometre civarında hesapladığını da hatırlatıyorlar. İki yazar kadim devrin filozofları daha tercüme edilmeden çok önce dünyanın küre olduğu fikrinin Ortaçağ'ın başında Avrupa'ya intikal ettiğini ileri sürüyor. Daha da ötesi yazarlara göre Ortaçağ kilisesi de dünyanın düz olduğunu kabul ettiğini ileri sürenlerin bu konuda delillerinden biri de 5. yüzyılda yaşamış İspanyol din adamı Isidore'un dünyayı küre olarak tasvir ettiği el yazması eseri. Charra ve Nonny'ye göre Ortaçağ'a yamanmaya çalışılan "karanlık ve yobazlık" yaftası da Rönesans'tan kaynaklanıyor. Bunu da şöyle açıklıyorlar: "Rönesans'ın hümanistleri kendilerini Ortaçağ'dan kopartmak için onu karanlık bir dönem olarak yaftaladılar."

KARANLIKLAR İÇİNDE YÜKSELEN BİR ALTIN ÇAĞ

Avrupa'nın en karanlık dönemini yaşamaya başladığı bir devirde o zamanki bilinen dünyanın bir bölümü yeni bir parıltılı dönemin yükselişine şahit oluyordu. Ortadoğu'dan doğmaya başlayan yeni bir medeniyet evrensel ve insani değerler rehberliğinde yeni bir parıltılı dönemin doğuşuna şahit oluyordu. 8. yüzyıldan başlayıp 13. yüzyıla dek sürecek olan bu parlak devir, Ortadoğu'dan başlayıp bir yandan Hindistan'a diğer yandan Akdeniz'in ucuna dek serpilecek ve 500 yıllık süreçte birçok imparatorluk ve devletle birlikte yayılacak olan İslam medeniyetiydi. İnsani değerlerin yeniden yayılmaya başladığı bu dönem aynı zamanda bilimlerin, felsefenin, tıbbın ve düşüncenin de yeniden keşfi anlamına geliyordu. İslam medeniyetinin bu ihtişamlı yükselişinin en temelinde hakiki din ve vahyin serdettiği ilkelerin açtığı bir yol ve buna ek olarak şehir hayatı yer alıyordu. Her ne kadar İslam göçebe topluluklar arasında doğmuş ve yayılmış olsa da şehir medeniyetiyle yaygınlık kazanmıştı. Bir-iki asırlık bir süreçte Bağdat, Şam, Isfahan, Kahire, Halep, Kufe, Fes, Kurtuba, Konya, Taşkent, Buhara, Granada, İşbiliyye gibi metropoller parlak kültür merkezleri haline dönüştü. Avrupa'da insanların aynı dinin mezheplerine ve ufak etnik farklılıklara dahi tahammül edemediği, işi savaş ve katliamlara vardırdığı bu dönemde İspanya'nın güneyinden Asya'nın içlerine kadar uzanan geniş bir coğrafya farklı inançların, kültürlerin, milliyet ve ırkların, renklerin ve dillerin kaynaştığı muhteşem bir döneme giriyordu.

AKLIN, BİLGİNİN, İLMİN, SANATIN YENİDEN KEŞFİ

Lokomotifini Müslümanların teşkil ettiği bu yeni medeniyetin kozmopolit toplumu içerisinde tüm iç fraksiyonlarıyla Araplar, Farslar, Bizanslılar, Ortadoğu'nun kadim halkları, Türkler, Berberiler, tüm çeşitlilikleriyle Hintliler, Afrikalılarla beraber Yahudi, Hristiyan, Mecusi hatta putperestler bile kendilerine yer bulabiliyordu. Yer bulmakla kalmıyor toplumsal skaladaki tüm aktivitelere katılabiliyor, ticaret, ilim, idare işlerinde mevki ediniyorlardı. Daha ötesi kendi farklılıklarını korurken, diğerleriyle eşit hak ve himayeye kavuşuyorlardı. Bu toplumun idari elitini teşkil eden halifeler, sultanlar, emirler ve valiler de İslam'ın evrensel değerlerine dayanan ancak gayrimüslim olanları ve örflerini gözeten yönetim anlayışlarıyla bu yeni kozmopolit medeniyetin başarısının anahtarlarından birini teşkil ediyordu. Böyle bir ortamda serpilen yeni medeniyet kısa sürede zihinsel, ilmi ve teknik çalışma ve araştırmaların zirveye ulaştığı, çok geniş ve zengin bir kültürel birikimin ortaya çıktığı, dünya tarihinde benzeri görülmemiş bir devre tanık oldu. Akla itibarının iade edildiği ve bilginin her türlüsünün peşinden koşulduğu entelektüel bir tutkunun hâkimiyetine şahit oldu. Matematik, cebir, tıp, hendese, felsefe, coğrafya, tarih, astronomi, botanik, idari disiplinler, denizcilik, ticaret ve sanatlar adeta yeniden keşfediliyordu. Sonraki birkaç asır birbiri ardına tüm alanlarda yüksek beyinlerin, güçlü âlimlerin, dehaların, keşif ve icatların ortaya çıkışına sahne oldu.

ALTIN ÇAĞIN KİLİT BİR HAMLESİ: TERCÜME HAREKETİ

İslam dünyasının sahne olduğu fikri ve bilimsel atılımın temelinde ise Hz. Peygamber'in "İlim Çin'de bile olsa arayınız" buyruğu yatıyordu. Üstelik yeni medeniyet içerisinde bu çağrıya kulak verenler sadece Müslüman âlimler olmayacaktı. Yeni bir medeniyet başlatan Müslümanlar artık kile, deriye ya da kemikler üzerine yazı yazmıyordu. Kâğıdı kullanmaya başlamışlardı ve bu bilim ve düşüncedeki gelişmelerinin ilk adımıydı. Müslümanlar insanlığın yitik mirası olan bilgi ve hikmeti sadece Çin'de aramadılar. Farklı toplum ve kültürlerin mirasına da başvurdular, hatta zamanda geriye giderek kadim düşünürlerin ve eserlerin de peşine düştüler. Önceki kavim ve medeniyetlerin ürettiği bilgi ve hikmetin izini sürmeye başlayan Müslümanlar yine tarihte eşine az rastlanır bir tercüme hareketini başlattılar. Özellikle Abbasi devrinin hükümdar ve âlimleri eski Yunan filozoflarının eserlerini elde etmek için harekete geçtiler. Bu eserlere sahip olmak için bazen özel olarak kafileler düzenlendi, ekipler vazifelendirildi ve beraberinde büyük bir servet gözden çıkarıldı. Bu çalışmalar özellikle kadim devirlerin bilgisinin ve düşünürlerinin sonraki çağlara aktarılmasında da büyük bir rol oynadı.

İLİM VE HİKMET AVCILIĞI: BEYT'ÜL HİKME'NİN DOĞUŞU

Önceki kavimlerin ve âlimlerin bilgi ve eserlerinin aranıp bulunması ve tercümesinde odak noktası teşkile eden kurumları da es geçmemekte fayda var. Beyt'ül hikme adı verilen ve kütüphane, tercümehane ve araştırma merkezi vazifesi gören bu akademik kurumlar İslam dünyasının Ortaçağ'ı karanlık yaşamayıp aydınlatmasının da en önemli etkenlerinden biridir. 8. yüzyılda İslam coğrafyası genişlerken Müslümanlar da Fars, Hint, Yunan, Mısır, Türk gibi kültürlerle karşılaştılar, tanıştılar. Bu etkileşimlerin bir ilgi ya da merak oluşturması kaçınılmazdı. İslam devleti sınırları içindeki kilise okullarından ya da Bizans İran gibi komşu ülkelerden getirilen kitaplarla Beyt'ül hikme Ortaçağ'ın en zengin kütüphanesi haline geldi. 8. yüzyılda Bağdat'ta temeli atılan Beyt'ül hikme ile önceleri kütüphane ve tercüme bürosu niteliğinde olan bu merkezler zamanla faaliyetlerini genişleterek pozitif bilimlerin araştırıldığı, bilgilerin toplandığı ve öğretildiği eğitim kurumlarına dönüştüler. 500 yıllık süreçte İslam coğrafyasının belli başlı merkezlerine yayılan bu model İslam dünyasının karanlık denilen bir devirde ışık kaynağı olmasında da önemli bir rol oynadı.

"CENNET"İ YAĞMALAMA HIRSI

Ortaçağ belki hepten zifiri karanlık değildi ama kapkara sayfaları da az değildi. Bu çağın ikinci yarısında 200 yıllık bir sürece yayılan Haçlı Seferleri'nin görünürdeki başlıca sebebi Katolik Kilisesi tarafından ilan edilen silahlı hac yolculuklarıydı. Bu seferlerin görünüşteki hedefi ise Hristiyanlar tarafından Kutsal Topraklar olarak kabul edilen Ortadoğu'yu tekrar ele geçirmek ve buraları "işgal" etmiş olan "kafirlerden", özellikle Müslümanlardan temizlemekti. Bu "duygusal" ve "manevi" gerekçenin Avrupa'sında pek çok inançlı Hristiyan'ı ölmeye ve öldürmeye teşvik ettiğine şüphe yok. Ancak işin daha gerçekçi ve somut sebepleri de vardı kuşkusuz. Selçuklular başta olmak üzere Müslümanların hâkim olduğu Doğu toprakları o döneme göre büyük bir refah ve zenginliğe sahipti. Üstelik Hindistan, Orta Asya ve Çin'e dek uzanan ticaret yolları karadan ve denizden Müslümanların hegemonyası altındaydı. Müslümanların ve Doğu'nun sahip olduğu ihtişam, güç ve servet bu dönemlerde ciddi sosyal buhranlar, sefalet ve derebeyleri ile şövalyelerin zulmü altında inleyen ve iyiden iyiye fakirleşmeye yüz tutan Hristiyan Avrupalıların gözünde bu topraklar yeryüzü cenneti olarak nitelendiriliyordu.

SİLAHLI "HAC SEFERİ" YA DA "KUTSAL SAVAŞ"

İslam ülkelerinin varlığı Avrupa'daki uzun soluklu buhranla ümitleri tükenenlerin hayallerini süslüyordu. Müslüman topraklarının zenginlikleri halk arasında ballandırılarak anlatılan hikâyelere konu oluyordu. Durum böyle olunca asıl amacı bu zenginlikleri yağmalamak olan Hristiyanları Müslüman ve Türklere karşı "kutsal savaş" fikirleriyle güdülemek işten bile değildi. İlki 1095'te başlayan ve iki asır zarfında kitleleri yedi büyük ve birçok küçük seferle akın etmeye yönlendiren Haçlı Seferlerinin dini, siyasi neden ve gerekçeleri vardı ancak papaların maneviyat sosuna bulandırılmış teşvikleri intikam çağrılarından ziyade gerçek nedenleri ekonomik olanlar teşkil ediyordu. Avam tabakası Türk ve Müslümanların zenginliklerini yağmalamayı, şövalyeler ve asilzadeler yeni toprakları, tüccarlar ise ticaret yollarını hayal ediyorlardı. Büyük katliamlara, kayıplara, fazlasıyla tahribata rağmen Haçlılar hedeflerine ulaşamasalar da yine de bu seferler sayesinde Doğu ile Batı arasındaki ticaret ve etkileşim arttı, o dönem için altın değerindeki baharatlar Avrupa'ya girdi, İslam medeniyetinin geliştirdiği teknik ve ilimle tanışıldı. Velhasıl "kutsal cihat" görünümlü servet yağması gayreti Avrupa'da birçok gelişmenin tetikleyicisi oldu.

ÇOCUK SAVAŞÇILARIN "MUKADDES" SEFERİ

Türk ve Müslümanların büyük bir farkla her alanda altın çağlarını yaşadığı bu devirde Avrupa'nın sefaletinin kanıtı olarak pek çok gerekçe gösterilebilir. Ancak biri var ki gerçekten de o dönem Batı'nın yaşadığı manevi çöküşün başlıca göstergesi, simgesi olarak kabul edilebilir. Tarihin akışı içinde onca büyük hadisenin arasında pek küçük görünse de bana kalırsa Avrupa ve Hristiyanlar bakımından sefaletin, yozlaşmanın, ahlaki iflasın ve çaresizliğin başlıca göstergesi yüz binlerce çocuk tarafından gerçekleştirilen Çocukların Haçlı Seferidir. Müslüman ve Türklere yönelik nefret ve intikam yaygaralarından ve din adına uydurulan hikâyelerden ve rüyalardan ciddi şekilde etkilenen sefalet içindeki yüz binlerce fakir köylü ve çocuk kendilerini yönlendiren çocuk denecek yaştaki Alman Nicolas ve Fransız Etienne gibi çapulcu elebaşları etrafında toplanarak 1212 senesinde Fransa ve Almanya'dan hareket ederek Kudüs'e doğru yola koyulur. Savaş hünerleri olmadığı gibi, doğru dürüst silahları ya da erzakları dahi yoktur. Zamanın tarihçileri bu güruhların başlıca özelliği olarak sefaletlerini nakleder. Neticede Kudüs'ü Müslümanlardan geri almak için yalınayak yollara düşen bu toplulukların hiçbiri kutsal topraklarına ulaşamadığı gibi büyük bir kısmının da zorlu şartlar yüzünden asla geri dönemedikleri, hastalandıkları, öldükleri ya da köle olarak satıldıkları kaydedilir. Ortaçağ Avrupa'sının durumunu hayal etmek açısından gerçekten de ibretlik bir vakadır.

BİZE ULAŞIN