Tahsin Görgün: ''Ortaçağ'' Ne zaman ve neden icat edildi?

Ortaçağ Ne zaman ve neden icat edildi?
Giriş Tarihi: 18.02.2022 15:13 Son Güncelleme: 18.02.2022 15:13
Ortaçağ isimlendirmesi dünya tarihi açısından, Müslümanlar kadar Hint ve Çin açısından da, herhangi bir karşılığı bulunmayan; Avrupa tarihi açısından bile ciddi zorlamalarla ancak anlamlandırılabilecek bir kurguyu ifade ediyor.

Miladi 18. yüzyılın ortalarına, hatta son çeyreğine kadar Müslümanlar coğrafi olduğu gibi, siyasi, ekonomik, kültürel ve tarihi olarak da dünyanın merkezinde bulunuyordu. 19. yüzyıla kadar, kısmen de 19. yüzyıl başlarında yazılan dünya tarihlerinin muhteva olarak İslam Tarihi olması, bu sebeple, hiç de şaşırtıcı değildir. Miladi 17. yüzyılda dünyanın en güçlü devletleri Osmanlı, Babür ve Safevi devletleri oldukları gibi, Orta Asya'da da Müslümanların konumu tayin edici idi. Bu durum, güçte yavaş yavaş bir azalma ile birlikte iki asır daha devam edecekti. Amerika kıtalarında tarihin akışı cihetinden varlığı kendi başına anlamlı olan herhangi bir oluşum henüz söz konusu değildi. Amerika kıtalarını "keşfeden" Batılı sömürgeciler, bölgenin yeraltı ve yerüstü servetini sömürmekle, yerlileri katletmek, köleleştirmek ve Hristiyanlaştırmakla meşgul idiler. Çin'in ise ekonomik bir yeri olmakla birlikte siyasi ve kültürel anlamda dünyada bir ağırlığı söz konusu değildi.

18. yüzyılda telif edilen ve Universal History (62 cilt), Histoire Universelle (125 cilde baliğ olan genişletilmiş Fransızca tercümesi) veya Allgemeine Welthistorie (İngilizce metnin notlarla genişletilerek 31. Cilde kadar Almanca tercümesi) adıyla neşredilen dünya tarihlerine kısaca bir göz atmak, bu dönemde dünya tarihinin nasıl anlatıldığı ile ilgili bize açık ve seçik bir fikir vermesi için yeterlidir. Bu eserlerde dikkat edilmesi gereken bazı hususlar var: Bunlardan birincisi, bu eserlerin şahıslar tarafından değil, resmi kurumlar, özellikle İngiltere, Fransa ve Almanya'da kralların ve/veya önemli aristokratların himayesi altında ve resmi destekle bir heyet tarafından hazırlanmış olmasıdır. Bunun anlamı bu eserlerin bu dönemdeki tarih anlayışı açısından temsil gücünün oldukça yüksek olmasıdır.

Ortaçağ henüz icat edilmemişken

İkinci husus, bu eserlerde sadece iki dönemin bulunmasıdır. Bu iki dönem, o günkü orijinal İngilizce isimlendirmesi ile "antient" ve "modern"; Fransızca isimlendirmesi ile "ancient" ve "modern"; Almanca isimlendirmesi ile "alte" ve "neue" olarak belirlenmiştir. 18. yüzyılın temsil gücü yüksek dünya tarihlerinde henüz "Ortaçağ" adıyla bir dönem bulunmamaktadır. Daha başka bir ifade ile bildiğimiz manası ile Ortaçağ henüz icat edilmemiştir. Bu ayrımın kaynakları da incelendiğinde, bu dönemlendirmenin doğrudan İslam Tarihi kaynaklarının yoğun bir şekilde kullanılarak yapıldığını göstermektedir. Yani Batı Avrupa'da yazılan dünya tarihi eserleri Müslüman tarihçilerin eserlerini ve onların tasniflerini bilgi kaynağı olarak kullanmaktadırlar.
Üçüncü husus, Modern Çağ'ın Hz. Muhammed'in İslam'ı tebliği ile başlatılmış olmasıdır. Müellifler modern dönemin İslam'ın tebliği ile başlamasının gerekçesini, kısaca o gün mevcut olan dünyadaki en büyük devletlerin İslam devletleri olması ve bu devletlerin varlıklarını İslam dinine borçlu olması ile temellendirmektedirler. Müelliflerin ifadesi, kısaca o gün mevcut olan insanlığın hayatında iyi, doğru ve güzel olarak geçerli olanın, İslam'ın tebliği ile ortaya çıktığı; dolayısı ile modernitenin varlığını İslam'a borçlu olduğunu ifade etmektedirler.

Eski veya atîk dönem olarak isimlendirilene bu adın verilerek, modern/cedîd dönemden ayrılmasının temel gerekçesini ise, İslam'ın tebliğ edildiği dönemden itibaren ne Roma, ne Mısır, ne de Yunan medeniyetlerinden herhangi birisinin, canlı bir kültürün geriye kalmamış olması; bu medeniyetlerden geriye kalanların ve insanlığın hayatında bir şekilde bulunanların da, varlıklarını Müslümanların bunları ihya ederek, hayata dâhil etmelerine medyun olduklarının farkında olmalarıdır. Dolayısı ile Dünya Tarihi yazarlarının eserlerinde açık bir şekilde ve gayet de farkında olarak, İslam öncesi ve sonrası, birbirinden tefrik edilmekte; İslam öncesi döneme "antient/ atîk" dönem denilirken, İslam sonrası döneme, çağdaş dönemi de içine alacak şekilde, modern/cedîd dönem adı verilmektedir.

Eskiler ve yenilerin kavgası

Aynı yüzyılda hazırlanan ve yine temsil gücü yüksek dünya tarihlerinden birisi de Voltaire'in Essai sur Les Moeures et Esprits des Nations isimli eseridir. Bu eserde de Ortaçağ kavramı henüz kullanılmadığı gibi, Voltaire İslam dininin tebliğ edilerek, yayılmasını dünya tarihinin en önemli olayı olarak nitelemekte; ama aynı zamanda Hz. Muhammed'in tarihi bir şahsiyet olarak hayatı çağdaşlarından gelen güvenilir belgelerle en iyi bilinen insan olması hasebiyle, hakiki manada tarih yazarlığının da konusunu teşkil ettiğini ifade etmektedir. Voltaire'e göre de İslam'ın tebliği iki cihetten temayüz etmektedir: Hz. Peygamber'in hayatı ve bu dini nasıl tebliğ ettiği tarihi belgelere dayalı olarak bilinmektedir; ama aynı zamanda bu dinin tebliği ile yepyeni bir dünya ortaya çıkmıştır ve insanlık, Hz. Peygamber'in tebliğ ettiği dine dayalı olarak kurulmuş olan dünyada yaşamaktadır.

Bu dönemde telif edilen ve tarihi iki döneme ayıran çok sayıda dünya tarihi bulunmaktadır. Mesela 19. yüzyılın başında, 1802 yılında neşredilmeye başlanan ve yazarı William Mavor olan Universal History, Ancient and Modern 25 ciltlik dünya tarihi neden Hz. Peygamber'in tebliği ile yeni bir çağın başladığını açık bir şekilde ifade etmektedir: Yazar modern dönemi anlatmaya başladığı 10. cildin (London 1807) ilk bölümüne şu ifadelerle başlıyor: "Şimdi biz tarihin yeni ve daha ilginç bir dönemine geliyoruz; bu dönemde kâinatın çehresi değişti. İslam (orjinalinde Arap diyor) Peygamberinin ilham verici dehası evrensel imparatorluğa uzandı ve onun takipçilerinin oluşturdukları standartlar tayin edici hale gelerek, Asya, Afrika ve hatta Avrupa'da hâkim konuma geldi." (s. 1)

"Ancient" ve "Modern" ayrımı, dünya tarihlerinde tam da bu şekilde kullanılmadan önce, Batı dünyasında daha farklı bir tartışma ile yerleşmişti: Kısaca "la querelle des anciens et des modernes"/"eskiler ile yenileri (savunanları)n kavgası" şeklinde tercüme edebileceğimiz bir tartışma, Fransa'da 17. yüzyılın sonlarına doğru başlamış ve bu tartışmada edebiyatçılar arasında kadim Yunan ve Roma edebiyatının mı yoksa o gün yaşayan Fransız edebiyatçılarının eserlerinin mi da iyi olduğu sorusu etrafında cereyan ediyordu. Bu tartışma, yani kadim ile cedidin, eski ile yeninin birbirinden tefrik edilerek, bunların daha üst bir müzakereye mevzu edilmesi, dünya tarihi yazarlığı söz konusu olduğunda karşımıza çıkan dönemlendirmenin tesadüfen ve bir defalık bir ayrım olmadığını; bu ayrımın gerisinde ciddi bir tefekkür bulunduğuna dair gerekçeler taşımaktadır.

Modern bir toplum: Osmanlı

Modern tabirinin bu dönemde kullanılışının önemli misallerinden birisini de, yine Osmanlı Devleti ile irtibatlı olarak tespit ediyoruz. Bu dönemde Sir Henry Blount tarafından yazılmış olan A Voyage into the Levant (London, second edition 1636, ve sonrasında da defalarca basılmış, mesela 1650, 1669, 1671 vs.) isimli bir seyahatnamede dünyanın güneydoğusuna hakim olan Türklerden "who are the only moderne people, great in action, and whose Empire hath so suddenly invaded the World" (s. 2)/ (ki onlar muhteşem fiilleri ile yegane modern millettir ve devletleri aniden dünyayı fethetmiştir) şeklinde bahsedilmesi ve hakiki anlamı ile modern bir toplumun Türk toplumu olduğunu ve geleceği görmek isteyenlerin başka bir topluma değil de Türk toplumuna bakması gerektiğine işaret ederek, bu toplumun başta dini olmak üzere, Türklerin yönetimi altında yaşayan diğer milletlerin inançlarını vs.; ayrıca Türk ordusu ve bir ilim ve fikir merkezi olarak Mısır'ı ele alacağını söylemektedir (s. 3).

Bu dönemde Osmanlı Devleti hakkında Richard Knolles tarafından yazılan ve 1603 yılında neşredilen The General Histoire of the Turkes (London 1603) isimli eserinde Osmanlı devletinin gelişirken ve ilerlerken, Hristiyan devletlerinin önlenemez bir şekilde gerilemesinden ("To the Reader", kısmı, sayfa numarası yok) söz edilmesi de burada kısaca hatırlanabilir.

Modern tabirinin kullanımı ile ilgili bu kadarla iktifa ederek, başka bir hususa da kısaca işaret etmekte fayda mülahaza ediyorum. Her ne kadar Aydınlanma dönemi olarak bilinen 17. yüzyıl sonu ve 18. yüzyılın temel tarih eserlerinde henüz Ortaçağ tabirinin kullanılmadığını tespit etmiş olsak da, bu, bu tabirin hiç kullanılmadığı anlamına gelmemektir.

Dünya tarihinin nasıl yazılması gerektiği sorusu, özellikle üç Alman düşünürün yazılarında ele alındıktan sonra, 19. yüzyılın başında yavaş yavaş üçlü tasnif yerleşmeye başlamıştır. Söz konusu Alman düşünürlerin ilki Goethe, ikincisi Kant üçüncüsü ise Schiller'dir. "Goethe Mahomets Gesang" (Kaside-i Muhammediye) isimli şiirinde, Dünya tarihini İslam tarihi olarak anlatmış, tarihin amacı olarak gördüğü, insanlığın Rabbi ile irtibatının bu dünyada, ölmeden önce, farkına varmasının son Peygamber'in insanlığı aydınlatması ile tahakkuk ettiği tezini dile getirmiştir ki, bu tez, aydınlanma döneminin standart dünya tarihi eserlerindeki tarih anlayışını ifade etmektedir. Buna karşılık Kant ve Schiller, Goethe'den daha farklı tezler dile getirmişlerdir. Bu konunun teferruatını ele almanın yeri burası olmadığı için, bu kadarla iktifa etmemiz gerekiyor.

"Yunan Mucizesi"nin icadı

Esas dönüşüm Romantik hareket ve özellikle de Hegel ve Victor Cousin ile gerçekleşmiştir. Hegel, Grundlinien der Philosophie des Rechts isimli eserinin son bölümünü ayırdığı Weltgeschichte/Dünya Tarihi bölümünde, günümüzde etkin varlığa sahip olmayan milletlerin tarihte de yerinin olmadığını savunarak, bütün bir dünya tarihinin Kuzey Batı Avrupa'da yaşayan ari/Cermen ırkının tarihi olarak yazılması gerektiği tezini savunarak, tarihte yer almanın gerekli ve yeterli şartını Cermen olmak veya Cermenler ile irtibat içinde olmak olarak belirlemiştir. Diğer taraftan tarihi "ilkel, şark ve garb" olarak üç döneme ayırdıktan sonra, Garb'ın tarihini Antik Yunan ile başlatmış; bu çerçevede Romantiklerin, öncesinde Osmanlı devletinde ayrılıkçı bir hareket olarak ortaya çıkan Yunan isyanına sempati toplamak ve desteklemeye yönelik olarak yürütülen faaliyetleri geçmişe götürerek, "Yunan Mucizesi" icat edilmiş; antik Yunan, Avrupa'nın "geçmişte gerçekleşmiş geleceği" olarak, tarih yazarlığı marifetiyle inşa edilmiştir. Bu inşanın nasıl yapıldığını en güzel gösteren metinlerden birisi, Victor Cousin'in Introduction a l'histoire de la philosophie isimli eseridir ( 1828).

Aslında Yunan Mucizesi, biraz yakından incelendiğinde, bir tarafıyla Müslümanların hayatında önemli bir yeri olan "asr-ı saadet" kavramına bir öykünme olarak inşa edildiği intibaını verirken, diğer tarafıyla da, İslam medeniyetinin orjinalliğini anlamsızlaştırabilecek bir unsur olarak icat edilerek, İslam medeniyeti ve düşüncesinden önce, Müslümanların da istifade ettiklerini dile getirdikleri bir istinad noktası/kaynak da oluşturulmuş oluyordu. Böylelikle, iyi niyetli/objektif batılı tarihçilerin İslam medeniyeti hakkında "aracılık" vasfını yüklemeleri mümkün olmaktaydı. Bilim, düşünce, hukuk, sanat vs. hemen her şey zaten Antik Yunan ve Roma'dan gelmekteydi; buna bir de Hristiyanlık eklenince Batı'ya, İslam medeniyeti, özellikle Osmanlı medeniyetine herhangi bir şekilde atıfta bulunmadan, bir geçmiş inşa etme imkânı sağlanmış oluyordu.

Müslümanların varlığı ihmal edildi

Uzun bir dönem, özellikle Hristiyanlığın etkin olduğu dönemde, Hıristiyanlar tarafından ilmi, fikri, tıbbi ve sanat cihetinden kayda değer bir şey başarılmadığı için, bu dönem, karanlık olarak nitelenmiştir. Diğer taraftan en azından 11. ve 12. yüzyıllardan itibaren Müslümanlardan yapılan iktibaslar, aslında onların kendisine ait olmayan, Antik Yunan'dan aldıkları ve hatta ellerinde iğreti duran ilimler, fikirler, sanatlar vb'nin, asıl sahipleri tarafından "yeniden" alınması olarak adlandırılarak, doğrudan iktibasların bile Müslümanlardan olmadığı gibi bir söyleme imkân oluşturacaktı ve oluşturdu da. Bu sayede hem Müslümanların varlığı ve onlara atıf ihmal edilebilir bir konuma itiliyor, hem de tarihi akışta söylem yoluyla bir süreklilik sağlanmış oluyordu.

15. yüzyıl sonrası ise bir "yeniden doğuş", "re-naissance" olarak isimlendirilince, dünya tarihi "The Rise of the West", Batının Yükselişi'nin hikâyesi haline geliyordu. Renaissance tabirini kullananlar, İtalya dışındaki bölgelerde, mesela Fransa, Büyük Britanya ve Almanya'da, 15. asırdan önce hangi bilimin, hangi sanatın, hangi tıbbın, hangi medeniyetin mevcut olduktan sonra, hayatiyetini yitirdiği ve bu asırlardan sonra "ihya" edildiğini açıklama ihtiyacını bile hissettirmemeye çalışırlar. Böyle bir soru sorulduğunda, yani aslında daha önceden Avrupa'nın bu bölgelerinde bir medeniyet teşekkül ettiğine dair bir alamet mevcut olmaması hasebiyle, bir gerilemenin ve canlılığı kaybetmenin anlamlı olmadığını; dolayısı ile bir yeniden doğuşun gerçekleştiği bir "dönemin", bir "çağ"ın, bir "renaissance döneminin" Fransız tarihçisi olan Michelet tarafından 19. yüzyılın ilk yarısında, Ortaçağ örneğinde olduğu gibi, uydurulduğunu hatırlayacak olursak, Batı merkezci tarih kurgusunun boyutları konusunda zihnimiz biraz daha açıklığa kavuşmuş olur.

Ortaçağ isimlendirmesi, Müslümanlarla alakalı olmayan; dünya tarihi açısından, Müslümanlar kadar Hint ve Çin açısından da, herhangi bir karşılığı bulunmayan; Avrupa tarihi açısından bile, ciddi zorlamalarla ancak anlamlandırılabilecek bir kurguyu ifade ediyor. Avrupa'nın dünyanın merkezi haline geldiği 19. yüzyılın ortalarından 20. yüzyılın ortalarına kadar, sömürge güçleri tarafından bütün dünya milletlerine dikte edilen bu dönemlendirme, Avrupa'nın ikinci dünya savaşı akabinde taşralaşması ile birlikte, haklılığının dayandığı gücü de kaybederek, boşa çıkmış, karşılıksız kalmıştır.

Bugün biz insanlığın bugünü ve geleceğinin yeniden ve adil bir şekilde tanzim edilmesi gerektiğini savunuyorsak, bunu başarmanın ön şartı, dünya tarihinin de hak ve hakikate muvafık bir şekilde yeniden yazılması ve dünya tarihinin mahiyetine uygun bir şekilde yeniden yazılmaya başlanması olduğunun farkına varmamız ve gereğini yerine getirmemizdir.

* Prof, Dr,İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü

BİZE ULAŞIN