1980'li yıllarda ilk ve ortaöğretim kitaplarımızın önemli bir bölümü Avrupa tarihine has bir "Ortaçağ Karanlığı" bölümüne ayrılmıştı. Avrupa merkezli, göreceli olarak Hıristiyan tarih felsefesinden de etkilenen çizgisel ve aydınlanmacı tarih tezinde Kilise hegemonyası, engizisyon mahkemeleri, cadı avları, insanlara işkence edilerek cin çıkarma ayinleri, kitapların yakılması ve bilim insanlarının susturulması gibi pek çok örnekte temsil edilen Ortaçağ Avrupası adeta zifiri karanlıktı.
Nihayet yine Avrupa'da başlayan Rönesans ve Reform hareketleriyle bu karanlık çağdan kurtulmuştuk. Bize anlatılan hikâye buydu. Hâlbuki İslam dünyasında çok farklı bir tecrübe yaşayan bizler, herhalde özellikle 18. yüzyıldan itibaren Avrupa karşısında bilim ve teknoloji alanındaki geri kalmamız ve Osmanlı Devleti'nin son dönemindeki sürekli yenilgiler nedeniyle kendimizden ileride gördüğümüz "muasır medeniyet"in son noktası olarak öykündüğümüz Avrupa ile özdeşleştirmiştik tarihimizi. Hâlbuki bu tarih anlatısı sadece Avrupa için geçerliydi ve ne Asya ve Çin ne de Ortadoğu ve İslam tarihi için böyle bir hikâye söz konusuydu. Gerçi bizim mutlak bir gerçeklik olarak kabul ettiğimiz "Ortaçağ Karanlığı" kavramı Avrupa tarihçileri açısından da tartışılan bir kavram. Pek çok Avrupa tarihçisi bu kavramın kendilerinden önceki dönemi kötülemek için Rönesans ve Aydınlanmacı tarihçiler tarafından abartılarak uydurulduğunu, aslında Rönesans'ın bilimsel kökenlerinin Ortaçağ'da olduğunu ifade ederler.
İşin garibi Ortaçağ'a "İslam'ın Altın Çağı" adını verenler de 19. yüzyılda İslam dünyasına seyahat eden Avrupalı seyyahlardı. Bu kullanım 20. yüzyıl Batılı tarihçileri tarafından da devam ettirildi. Ancak biz ideolojik sebeplerle bunu görmeyip, üzerinde çok tartışılan, Avrupa'nın Karanlık Ortaçağı kavramıyla kendimizi yaftaladık.
İslam aydınlanması
Şahsen ben ancak tarih bölümünde İslam tarihi derslerinde öğrenebildim bizim hikâyemizin farklı olduğunu ve aslında karanlık Ortaçağ'ın sadece Avrupa için geçerli olduğunu. Elân bir Ortaçağ tarihi anabilim dalında çalışan araştırmacı olarak İslam tarihinin bir Ortaçağ'ı olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim.
Nitekim Batılı tarihçiler de Ortaçağ kavramını İslam Tarihi açısından pek kullanmazlar ve tam tersine tarih kitaplarında İslam Tarihi bölümleri "İslâm'ın Yükselişi" (Rising of Islam) şeklinde ifade edilir.
Aşağıda delillendireceğimiz üzere kabaca 5. ile 15.yüzyıllar arasındaki Avrupa tarihi için kullanılan Ortaçağ'da Ortadoğu, Kuzey Afrika, Endülüs ve Orta Asya'da İslam'ın en parlak dönemi tabiri caizse "Altın Yılları" yaşanmaktaydı.
Özellikle Abbasiler (750-1258), Endülüs Emevileri (756'dan itibaren), Selçuklular (1040- 1308), Memlükler (1250- 1517), Timur Devleti (1370- 1507) ve daha sonraki dönemde Osmanlılar, Safeviler ve Babürlüler. Şayet İslam tarihinde bir Altın Çağ veya Rönesans'tan bahsedilecekse bu devletlerin hâkim olduğu coğrafyalar için kullanılabilir. Nitekim Batı literatüründe de bilim insanları bu döneme "İslam Aydınlanması" (Islamic Renaissance) ismini vermişler ve bu adla pek çok eser yayınlamışlardır.
Pek tabii ki İslam'ın Altın Çağ'ından bahsederken sadece Müslüman devletlerin siyasi ve askeri başarılarıyla fetihlerine değil bilim, felsefe, sanat ve teknoloji alanındaki gelişmelerle birlikte yaşama tecrübesine vurgu yapmaktayız.
Özellikle 8. yüzyıl sonundan itibaren Abbasilerin meşhur halifesi Harun Reşid ile Bağdat'ta başlayan bu Altın Çağ, uzun asırlar boyunca nüfusları milyona ulaşan Bağdat, Kahire, İstanbul gibi metropollerin merkez olmasıyla devam etmişti. Bunlara Şam, Kudüs, İskenderiye, Kurtuba ve İşbiliye vs. gibi şehirler eşlik etmişti.
Batı'dan yüzyıllar önce…
Bu dönemde, hepimizin bir şekilde işittiği dünyaca meşhur İbn Sina, Harezmi, Biruni, İbnü'l Heysem, Cabir İbn Hayyan ve Râzi gibi ilim insanları fen bilimleri, matematik ve tıp alanlarında harikalar yaratıyorlar ve bugün Batı dillerinde bu isimlerle anılan ilimleri kuruyorlardı. Cebir, algoritma, kimya bunlardan sadece birkaç tanesi.
Matematik, fizik optik, tıp, astronomi, felsefeye Müslümanların katkılarını göz ardı etmek ise mümkün değildir. Özellikle 9. yüzyılda Abbasilerin kurduğu ve bugün elimize ulaşan antik çağın felsefe ve bilim mirasının Arapçaya tercümesini yapan Beyt'ül hikme'nin dünya ilim tarihine katkısı herkesin malumudur. İslam'ın Altın Çağ'ında Kindi, Farâbi, İbn Bacce, İbn Rüşd ve Sühreverdi gibi filozoflar da İslam dünyasında bugün dahi ele alınmayan yaratılış, ilk hareket, Allah'ın sıfatları gibi netameli konuları tartışabiliyorlardı. İbn Haldun sosyoloji ve tarih felsefesi ilimlerini Batı'dan yüzyıllar önce kuruyordu.
Modern dünyada kullandığımız pek çok buluşun kökenleri de antik Ortadoğu, Çin ile Avrupa Ortaçağ'ında İslam'ın yükseldiği dönemlere dayanıyor. Hastaneden, eczaneye, çekten, sıfır sayısına kadar pek çok kavram Müslümanların yönetiminde Ortadoğu'da ortaya çıktı.
İslam Dünyası olarak günümüzde turistlere İslam medeniyetinin bergüzarları olarak kıvançla gösterebildiğimiz şaheserler de İslam'ın Ortaçağ'ında inşa edildi. Mescid-i Aksa ve Kubbetü's-sahra, Kayrevan, Samerra, Kurtuba ulu camileri, Kahire, Şam, Trablus, Kudüs, İskenderiye gibi şehirlerin tarihi kısımları tamamen İslam'ın Altın Çağı'nın siluetini taşımaktadır.
Tabii, müzikte bugünkü makamların temelini daha 9. yüzyılda atan Türk kökenli İslam filozofu Farabi'yi de zikretmek gerekir. Yine 9. yüzyılda Bağdat'tan Endülüs'e göç ederek ilk müzik okulunu kuran Ziryab'dan da bahsetmeden olmaz.
Batı'dakinden çok farklı bir tablo
Nitekim Haçlı Seferleri (1095-1272) ile Ortadoğu'ya gelen Avrupalılar, medeniyet açısından Müslümanların ne kadar gerisinde olduğunu anladılar ve eserlerinde bundan bahsettiler. Batı'da bilim insanlarının keşiflerinden dolayı işkence gördüğü, katledildiği ve kitaplarının yakıldığı bir dönemde, Doğu'da çok farklı bir tablo vardı.
Türkçeye de çevrilen Doğulu Müslüman Üsame bin Münkız ile Batılı Hristiyan Jean De Joinville'in hatıralarında Hristiyan Avrupa ile Müslüman Ortadoğu arasındaki medeniyet farkını çok canlı bir biçimde şahitleriyle eğlenceli bir şekilde okumak mümkündür.
İslam'ın Altın Çağı'ndan bahsederken siyasi, askeri, ilmi ve iktisadi başarıların yanı sıra farklı din mensuplarının bir arada yaşama tecrübesinden de söz etmek gerekir. İslam topraklarında yer alan dönemin metropolleri Bağdat, Kudüs, Fustat, İskenderiye ve Şam ile İspanya'daki Endülüs'ün şehirlerinde Müslüman yönetimi altında Hristiyanlar, Yahudiler ve diğer din mensuplarının barış içinde bir arada yaşayabildiğini gördük.
Parlak ya da Aydınlık Müslüman Ortaçağı esnasında en güzel birlikte yaşam örneklerinden Endülüs'ün, 1492'de Katolikler tarafından geri alınması (Reconquesta) sonrası bu niteliğinin nasıl bitirildiğini hepimiz biliyoruz. Aynısı, Haçlılar Kudüs'ü 1099'da Müslümanlardan aldığında da yaşanmıştı. Şehirdeki bütün Müslümanlar ve Yahudiler ya öldürülmüş ya da sürülmüşlerdi. Kudüs'ün sakinleri olan Doğu Hristiyanları dahi Haçlılar tarafından ikinci sınıf kabul edilmişti.
Selahaddin Eyyubi 1187'de Kudüs'ü yeniden fethettiğinde, Müslümanların yanı sıra Yahudiler de şehre dönebilmişti. Türk tarihi açısından ise Avrupa karanlık Ortaçağ'ı yaşarken Selçuklular ve Osmanlılar muhteşem bir medeniyet kurmuşlardı. Müslümanlar ve diğerleri Abbasi Barışı (Pax-Abbasica) ve Osmanlı Barışı (Pax-Ottomana) altında huzur içinde yaşayabilmişlerdi.
İslam Rönesans'ının sebepleri
İslam dünyasındaki bu canlanmanın dini, siyasi, iktisadi ve sosyal sebepleri vardı. İslam dininin ilim tahsiline verdiği önem, ilk ayetin "oku" ile başlaması, pek çok ayet ve hadiste ilim tahsilinin faziletinden bahsedilmesi manevi motivasyon açısından önemliydi.
Zaman içerisinde fetihler artıp İslam dünyası zenginleştikçe Abbasi halifeleri de Beyt'ül hikme gibi ilmi kuruluşları desteklediler. Daha sonra medreselerin kurulması ve bunların vakıflarla desteklenmesi İslam Rönesans'ının en önemli sebeplerindendi.
İlk üniversite olarak adlandırabileceğimiz Karaviyyin Medresesi daha 859 yılında kurulmuş ve ardından Selçuklular döneminde yaygınlaşmıştı. Bu noktada coğrafi ve kültürel sebeplere de temas etmek gerekir. Zira İslam'ın doğup geliştiği Ortadoğu diğer iki semavi dinin, dolayısıyla ilim ve kültürün geliştiği bir bölgeydi.
Antik kültürün alfabe ve para dahil birçok icadının yapıldığı toprakları fetheden Müslümanlar bu önemli kültürel mirası reddetmek yerine kabul ederek değerlendirmişlerdi. Tabii bir de İslam'ın gayrimüslimlere olan hoşgörüsü nedeniyle Bağdat, Şam, Kahire ve İstanbul gibi şehirlerin farklı din ve kültürlere mensup kozmopolit sakinlerinin İslam medeniyetine katkılarını da ifade etmek gerekir.