Modern pozitivist akıl, bizi göremediğimiz dünyayı bileceğimizden şüpheye çağırırken onun yerini alan şu anki postmodern akıl ise bize bugün karşımızda duran hakikatten şüphe etmeyi öneriyor.
Tıpkı Quentin Tarantino'nun bir Yahudi ölüm mangasının Nazileri avlamasını anlatan Soysuzlar Çetesi filmi gibi. Brad Pitt'in başrolünü oynadığı 2009 yapımı film Nazi işgalindeki Fransa'da geçiyor.
Travmatik sahnelerle bezenmiş filmin her karesi imaj ile gerçeğin nasıl kavranılması gerektiğine dair görsel bir biçim ve algı inşası karnavalı niteliğinde. Şiddetle dokunmuş bir şölenin narkotik etkisine giren seyirci ne yapsa da hakikat yerine sunulan görüntülerin büyüsüne kapılmaktan kendini kurtaramıyor.
Bu anlamda, imajların bizi rehin aldığı sendrom öyle bir safhaya ulaşmış halde ki Eflatun'un "gerçek dünya" dediği "gölgeler alemini" ters yüz eden Deleuze'un "sahne veya ekran artık beyinzihin haline geldi" tespitindeki yakınmayı da aştık.
Burada asıl mesele kadrajına sıkıştırıldığımız imgelerin neyi temsil ettiğinden çok onların neye muktedir olduğudur artık. Yoksa gerçeğin yerine ikame edilen sahte bir hakikatle yaşamayı tolere edemezdik. Çünkü sanal olduğunu bildiğimiz halde sahiciliğine kandı(rıl)ğımız "simülakr"ın özündeki hiper-gerçekliği yok sayamıyoruz.
Rüya makinesi
Algımıza gem vuranlar sadece beyaz perdede değil toplumsal hayatta da iç ve dış siyasette de yakamızı bırakmıyor. Ona direndiğimiz her noktada hep iki seçenekle karşı karşıya kalıyoruz… Ya şiddetle terbiye ya da şeytanlaştırılma. Üçüncü seçenek ise topyekûn tasfiyedir. Yani post-modern ifade ile söylersek "görsel atık" muamelesi görmektir.
Deyim yerindeyse Brejnev Doktrini'nden daha katı ve daha totaliter bir işleyişe dayanıyor simülakr dünyası. İsyan etsek de boyun eğsek de sonuç değişmiyor. Hayatın hemen her alanında çok boyutlu bir dezentegrasyon/ çözülme sürecinden geçiyoruz
Özellikle "rüya makinesi" Hollywood'un en seçkin karelerini bile ekarte eden 11 Eylül 2001 saldırılarına ait görüntülerden bu yana.
O karelerine hapsedildiğimiz kadraj, giderek küresel bir simülakr kafesine dönüştü/rüldü. Dünyanın son 20 yılını şekillendiren o görüntülerle sahnelenen oyun her açıdan "El CIADE" de denilen "El Kaide" senaryosunun bir sinematografik anlatısıdır aslında.
10 Haziran 2014'te 3 bin militanla 200 bin askerin koruduğu Irak'ın 2 milyonluk ikinci büyük kenti Musul'u birkaç saatte alan DEAŞ militanları da El Kaide'nin 11 Eylül "harekatı" kadar görkemli bir performansla perdelerini açtı.
Perdede mahir olanların sahne dışındaki sefaleti
O tarihten bu yana Batılı aklın optik rasyonalitesinin süzgecinden geçen karelerle başlayan yeni algı inşası şu an küresel kültürün ve siyasetin neredeyse tek hakikati haline gelmiş durumda.
Bölgesel ve küresel düzeyde birbirine rakip güçler şimdi her fırsatta "Toyota Ordusu"yla gövde gösterisi yapan bu simülakra karşı savaşta müthiş bir dayanışma maratonunda.
Yarıştıklarına aldanmayın, hemen hepsi bu yapımda aslında gönülsüz birer figüran. Zira bu gösteri/ş dünyasında yer almamanın faturasının ne kadar ağır olduğunu herkes bir dereceye kadar "terörize" edilerek tecrübe etmiş durumda.
Nitekim Ralph Peters, Pentagon'un resmi yayını Armed Forces Journal'ın 2006 Haziran tarihli sayısında Ortadoğu'nun yeni haritasını anlattığı ünlü "Blood Borders (Kanlı Sınırlar)" makalesinde, bu filmin daha yeni başladığını hatırlatmıştı.
ABD'nin "Full Spectrum Dominance Doctrine (Tam Hakimiyet Tayfı Doktrini)" adıyla 1997'de devreye soktuğu stratejisini yorumlayan Peters, şu ilginç "kehanette" bulunmuştu: "Barış olmayacak. Şu andan itibaren yeryüzünün dört bir yanında çatışmalar başlayacak. Manşetleri kanlı haberler süsleyecek."
Ne var ki J. Der Dcrian'ın Antidiplomacy çalışması ile M.J. Shapiro'nun Strategic Discourse'unda da dile getirildiği gibi aidiyetin yani emperyal saldırıya maruz kalan halkların sahip olduğu sosyolojik derinliğin lokomotif gücünü yok sayanlar, zihinleri işgal eden görsel simülakr ordularına rağmen kalplere asla nüfuz edemeyecekti.
Nitekim Afganistan hezimetinin gösterdiği gibi edemediler de… Yani beyaz perdede mahir olanların sahne dışında da dikiş tutturacağının garantisi yoktu. Karelerin ve imajların narkotik etkisi azalınca foyaları er veya geç ortaya çıkıyordu. Boşuna "Petrol işleri yağlıdır. Ya elinize bulaşır ya da ayağınızı kaydırır" dememişler.
Yeni endoktrinasyon biçimleri
İşte bu yüzden optik/görsel rasyonaliteye dayalı Batılı aklın en kapsamlı post-modern saldırısı olan "terörle savaş" stratejisi fiyaskoyla sonuçlandı. Fransız yazar Jean Baudrillard'ın 1981'de yayımlanan Simülakrlar ve Simülasyon isimli kitabında dile getirdiği yaklaşımlardan mülhem bir analojiyle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz… Gerçekte hiç var olmamış kavram, imaj ve terimlerin görsel şöleni şeklinde devreye sokulan Batı'nın postmodern simülakr orduları "gerçeğin çölü"nde tıpkı ataları Haçlı şövalyeleri gibi ağır bir yenilgiye daha uğradı.
Ancak Batılı modern Haçlılar silah zoruyla yapamadıklarını bu kez kültür ve medya gücüyle yapmaya çalışacaktır. Alman filozof Hegel'in Avrupa'yı alt üst eden ve yeni bir dönemin kapılarını açan Napolyon Savaşları için söylediği "İçinde yaşadığımız çağın bir doğuş zamanı ve yeni bir döneme geçiş çağı olduğunu görmek zor değil..." şeklindeki tespiti günümüz için de geçerliliğini koruyor.
Yeni teoriler, yaklaşım, varsayım, ekol, düşünce okulları, eğilim ve stratejiler bir bakıma yeni sosyokültürel ve siyasi dönüşümleri işaret eder.
Özellikle "post-truth" denilen "hakikat sonrası" bir dönemde olduğumuzu unutmamamız gerekir. Günümüzün görsel toplumunda hakikat artık ortak nesnel deliller yerine birtakım öznel ve manipüle edilebilen duygu ve inançlarla belirleniyor.
Siyasette ve sanatta sonsuz bir görecelik yani kaos manzarası var. Hakikati anlamaya yarayan nesnel, bilimsel ve ahlaki standartlar yok olmuş durumda. Olgular, bilgiler, görüşler ve inançlar dünyasında tam karmaşa yaşanıyor.
Kültürel dünyamızda ortaya çıkan "post-truth ve gösteri/ş toplumu" gibi yeni ifade biçimleri, tanımlama ve kavramsallaştırmalar aslında toplumsal alanda kritik dönüşümlerin cereyan ettiğini ve yeni bir hayatın veya dünyanın doğum sancılarının başladığını gösterir.
Günümüzü ve ABD sonrası dönemi kavramsallaştırmada kullanılan "post-truth, post-modern, hiper radikal, hiper yeni, gösteri toplumu, post-yapısalcı, postkolonyal veya post-oryantalist" gibi farklı ifade biçimleri hem yeni bir dünya arayışımızı simgeler hem de maruz kaldığımız kültürel endoktrinasyon ile ideolojik kolonyalizmin yeni aşamalarına işaret eder.
Merkezsiz, inançsız ve aidiyetsiz…
Ünlü Alman düşünürü Fichte'nin iki asır önce "Varlık yok. Ben kendim hiçbir şey bilmiyorum ve hiçim. Yalnızca görüntüler var. Ben yalnızca bu görüntülerden biriyim" cümleleriyle dile getirdiği serzeniş bugün hakikate dönüştürülerek sistemleşmiş görünüyor.
Günümüzün yüksek teknoloji ve dijital medya dünyasında simülakrlar gerçeğin yerine geçiyor. Kimi post-modern teorisyenler bu değişimi; bilgisayar ve medya teknolojilerinin lokomotifliğini yaptığı yeni bilgi ve yeni toplum biçimi şeklinde yorumluyor. Fredric Jameson ve David Harvey gibi Neo-Marksist teorisyenler ise bu değişimi emperyal sermayenin dünya çapında daha fazla nüfuz sağlaması ve homojenleşmesine işaret eden yeni kapitalist aşama olarak görüyor.
Toplumların geldiği aşama ve bu aşamaların alacalı bulacalı kavramsallaştırılması kimseyi yanıltmasın. Macro siyaset yerine mikro siyaseti, bölük pörçüklüğü, merkezsiz (decentered), inançsız, vatansız, aidiyetsiz ve yersiz yurtsuz göçebe birey ile kaotik toplumsal yapıları ve imajlardan ibaret dijital kabileleri savunan bu yeni söylem biçimleri temelde Batılı aklın yeni tahakküm stratejileridir.
Nitekim ekonomist Peter Drucker, Landmarks of Tomorrow (Yarının Sınır Taşları) adlı kitabında "dünyada fakirlik ve cehaletin sona ereceği, ulus devletlerin çökeceği, ideolojinin sonunun geleceği ve dünyanın yeni bir modernleşme sürecine gireceğine dair bütün vaatlerin boş çıktığını" vurgular.
Aydınlanma ve modernite düşüncesinden sonra Batı'nın gösteri, imaj ve simülakrlara dayalı postmodern toplum tahayyülü de hayal kırklığıyla sonuçlandı.
Bir yanda kaos ve ölüm yurdu haline getirilen Batı dışı dünya var. Öte yanda ise bireycilikten kitle toplumuna geçerek köleliğe seve seve katlanan neşeli robotlardan oluşmuş post-modern Batı dünyası...
Bıkkınlık veren gösteri
İslam dünyasının post-modern emperyalizme direnişi ve özellikle Türkiye'nin oryantalist ezberleri bozan yükselişi küresel dengeler yanında Batılı kültürel hegemonyayı da derinden sarstı. Batı'nın kendini üstün gören siyasi ahlakının nasıl darbeci ve işgalci bir mahiyete sahip olduğunu Türkiye, 15 Temmuz destanıyla deşifre etti.
Geldiğimiz aşamada Çin, Türkiye ve Rusya'nın öncülük ettiği Avrasya merkezli yeni bir dünya kurulurken Batı'da siyaset ve kültür artık bayat uzlaşımlardan (convention) ibaret bir bıkkınlık gösterisi şeklinde devam ediyor. Zira "gününü gün et ve anın zevkini çıkar" (carpe diem) anlayışı, yurttaşlık istencini baltalayarak Batı'daki siyasi ve kültürel krizi her geçen gün daha da derinleştiriyor. Ve kültürel kriz adım adım siyasi meşruiyet krizine dönüşüyor.
Batılı siyasi elitler ise yeni postmodern söylem stratejileriyle hem hezimetlerini perdelemeye hem de devletin işlevsizliğinin bedelini topluma, pop-kültüre ve yığınlara mal etme kurnazlığına başvuruyor. Böylece ekonominin kötülüklerinden kültürü ve kitleleri sorumlu tutma oryantalizmine yöneliyorlar.
Gösteri ve gösteriş toplumu ile simgelenen post-modern çağın geleneksel değerler üzerindeki çürütücü gücüne karşı Jürgen Habermas ve Daniel Bell gibi Batılı düşünürler, çare olarak post-seküler bir prosedür çerçevesinde dinsel değerlerin yeniden canlandırılması çağrısında bulunuyor.
Hâsılı kelam, İbn-i Haldun'un da işaret ettiği gibi her insan alışkanlıklarının çocuğudur. Bu tespit sadece insanlar için değil devletler için de geçerli. Çünkü devletler de hangi siyasi, fiziki ve beşeri coğrafyanın kollarında doğduysa o kültürün "asabiyesi/ özsuyu" ile yoğrulur.
Ne ki Batı'nın özsuyu giderek bozulmaya başladı. Modern acılara ve tıkanıklıklara çare olsun diye devreye sokulan post-modern stratejiler de sonuç vermedi. Bu nedenle önümüzdeki süreçte dünyanın en büyük problemi yine çöküşe geçen Batı'nın ve onun sahipsiz kalan gönüllü köleleriyle yüzü asık robotlarının yol açtığı trajediler olacaktır.