Teknolojinin hızla gelişmesiyle hemen her şey e çok kolay bir şekilde ulaşacağımıza, artık maddi zorlukların ortadan kalkacağına ve Marshall McLuhan'ın tabiriyle dünyanın kür esel bir köy olacağına ikna edildik. Ancak bize sunulan imkânların karşılığında adım a dım izleneceğimiz ve istenildiğinde yönlendirilebileceğimiz gerçeğini göz ardı ettik. Geldiğimiz noktada dijital yaşamdan kopamaz haldeyiz ve sürekli olarak daha görünür olmaya, kendimize dair v erileri daha fazla sunmaya sevk ediliy oruz. Üstelik verilerimizi ellerinde tutanların "iyi niyetli" olduklarına inanmamız isteniyor. Peki, sahiden de öyle mi? İçinde bulunduğumuz bu durumu v e geçmişten geleceğe hayatlarımız üzerindeki etkilerini, gözetl emegözetlenme- ifşa sarmalını, daha fazla gözetlenmemiz için bize u zatılan "havuçları" İstanbul Medipol Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ali Büyükaslan ile konuştuk.
Editörlüğünü yaptığınız Göz(et)lenen Toplumdan Göz(et)lenen Bireye kitabının ismiyle başlamak istiyorum. Nasıl bir durumla karşı karşıyayız? İnsanları gözetlerken nasıl gözetlenir hale geldik?
Bilişim çağı, bilgi çağı, teknoloji çağı veya internet çağı olarak isimlendirmeler çok farklılaşsa da kastedilen şey şudur: Teknolojideki hızlı gelişmeler insan hayatını önceki yüzyıllara göre çok daha fazla ve çok daha etkili, çok hızlı ve çok kısa zaman dilimlerinde hissedilecek şekilde etkilemeye başladı. Bu durumun bir yansıması olarak da modern toplum hayatının bir özelliği olan kitle kültürü özellikle sosyal ağlar aracılığıyla daha da yaygınlaştı. Kültür endüstrisinin ürünleriyle hemen hemen aynılaşan bir topluluk, bir kuşak, bir insan tipi oluşmaya başladı. Hem George Orwell'in hem de Marshall McLuhan'ın bu çerçevede bahsettikleri ile örtüşen topyekûn hareketlerin izlenmesi, aynı hareketlerin tekrarlanması ile benzer gruplar hatta cemaatler diyebileceğimiz birliktelikler oluşmaya başlamıştı artık. İnternetin sadece bir mailleşme, bir web sayfasından bilgi verme olmadığı, bunların çok daha ötesinde insanı ve insanla beraber toplumları, hem sınırları aşarak hem de sınırların içinde çok etkilediğini fark ettik. Jeremy Bentham'ın meşhur hapishane modeli Panoptikon modelinde olduğu gibiydi hayat artık kitle kültürünün içine doğanlar için. Bütün mahkûmların kuleden gözetlendiğini bilerek; kendilerinin, davranışlarının kontrol edileceğini bilerek hareketlerine dikkat ediyor olması ve böylesi bir kısıt içerisinde, kontrollü bir hayatı yaşıyor olmaları aslında bize gözetleme ve gözetlenme eyleminin ötesinde şunu da söylüyordu: Mahkûmların kontrol altında olduklarını hissetmelerinden ziyade onlara bu hissi kimin verdiğinin önemli olduğunu. Dolayısıyla bugün sosyal ağlar ile aslında bize önceleri eğlence, sonraları vakit geçirmek, daha sonraları bilgi, öğrenme, tanışma gibi insana özgü birtakım unsurlar ile havuç uzatılıyor; aslında arkasında bize "her şeyiniz ile teslim olun!", "biz size kendinizi izleniyormuş hissi veriyoruz, bunu kabul edin!" deniyor. Bizi bu sürece aniden değil, uzun bir süreçte razı ederek, havuç uzatarak, rızayı üreterek razı olabilecek hale getirdiler.
Biz sosyal ağlarda gözetlerken, gözlemlerken gözetlenir, gözlemlenir hale geldik. Facebook örneğini vereyim: Aslında ben Facebook'ta arkadaşlarımı gözetlemiyorum ama yaptığım iş gözetlenmek. Ben de orada bulunarak bir anlamda "Beni gözetleyin" diyorum. Biz birbirimizi gözetlerken daha önemli olan tepede birileri bizi gözetliyor. Dolayısıyla gözleme işi, gözetlenmemize döndü. Burada bahsettiğim önceleri maddi gözetleme idi. Gittiğimiz yerler, beğenilerimiz, yediklerimiz birer paylaşım nesnesi olmaktan çoktan çıktı. Artık yapay zekâ ile ruh hallerimizi gözetleyebilecekleri bir noktaya gidiyor. Bugün sadece reklamla, e-ticaret siteleri ile olmuyor bunlar. Bakın samimi söylüyorum, ileride psikolojimizin dahi her noktada kontrol altına alınarak iniş çıkışlar yaşatabilecekleri bir sürece gideceğiz. Korkarım hastalıklarımız için şu ilacı kullan yerine "şu ağa gir!" ya da "şu oyunu oyna, şu grupta bulun!" gibi söylemler ile karşılaşabileceğimiz anlar yaşayacağız ilerleyen yıllarda.
Sosyal medya ve iletişim teknolojilerinin gelişmesi toplumsal anlamda gösteri-ifşa-gözetlenme konusunda nasıl bir ivmeye yol açtı?
Bahsettiğiniz bu duruma en güzel örnek Gezi Olayları'dır. Gezi Olayları ile ilgili bazı haber ajanslarının Türkiye'de olaylardan birkaç gün öncesinde bazı yerler kiraladığı, canlı yayın araçları vs. hazırladığından bahsedilir. Neden durduk yere geldiler ki? İçeriden derin bilgi mi aldılar? Olabilir ama bunu sadece içeriden alınan bilgiyle izah etmek tek başına yetmez; sorunuzda ifade ettiğiniz toplumsal anlamda gösteri-ifşa-gözetlenme ile ilgilidir bu konu kanaatimce. İlk olarak toplumsal anlamda kimi, hangi yöne evirebiliriz, sürükleyebiliriz denildi ve ikinci olarak da bir gösteriyi ticari olarak kullananlar başka türlü bir şekilde bu veriyi işlemeye başladılar. Öte taraftan gösteri-ifşa-gözetlenme ile savaşın dışında gençler üzerinde yeni stratejiler oluşturulduğunu, tüketiciler, üreticiler ve eğitim üzerinde başka şeyler planlandığını görüyoruz. Dolayısıyla bu anlamda iletişim, teknoloji ve sosyal medya ilişkisi çok rahatlıkla üç kamera ve bir internet yayınıyla, odaklanma ile küçük bir yerde olan yangını bütün ülke yanıyormuş gibi gösterme sonucunu doğuruyor.
Medyada haber, e-ticaret siteleri ve orada kullanılan reklamlar vardır. Bunlar da tabii ki bir yandan ticaret yaparken bir yandan da insanda etki üretme anlamında topluma bir şeyler veriyor. Mesela bir reklamda oynatılan kadının saç modelini, o ürünü kullanacak kişilere göstererek aynı modeli isteme kıvamına getirebiliyorsunuz. Olay sadece e-ticaret yapma değildir. Aynı zamanda ihtiyaç üretme, ürettiğin ihtiyacı istediğin gibi tüketecek ortamlar, kişiler ve algılar oluşturma biçimidir. Bireysel olanın yakın çevreyle birlikte uzak hatta en uzak, sınırlar ötesiyle, kıtalar ötesiyle paylaşılabilir olması, insanî olan beğenme, beğenilme arzusunun çok daha görünür olmasını tetikledi diyebiliriz rahatlıkla. Dolayısıyla içerisinde birçok psikolojik etki barındıran ifşa etme, gösterme, görülme, kendini görünür kılma çabası; bireylerin, toplumların gelenek ve inanç düzeylerindeki etkinin azalmasıyla daha da belirginleşmeye, mahremiyetin her türlü anlamda neredeyse yok olmasına yol açtı.
Artık hepimiz biliyoruz ki "Büyük Veri" kavramı ile birçok bilgimiz birilerinin elinde. İnternet üzerindeki alışverişlerimiz ya da ayak izlerimiz gelecekte daha ciddi sorunlara yol açabilir mi?
"Artık güç veridir, bilgidir" söylemi boşuna değil. Facebook kullanan bütün kullanıcıların verileri Facebook'un elinde. Ancak Facebook sadece Facebook değil, Zuckerberg sadece Zuckerberg değil. Belki bu söyleyeceğimi ütopik bulabilirisiniz ama M. Zuckerberg'in yani bir tek beynin bütün platformlarda hakim olduğunu düşünmüyorum. Sonuçta o bir kişi, onun ürettiklerini kendi arzuları doğrultusunda birileri ister uluslararası ister küresel olarak ifade edin, yönetebilecek veriye sahip olmaktadırlar. Bu veriyi sadece Facebook'un, M. Zuckerberg'in başkalarına sunmaması mümkün mü? Ben mümkün olmadığını düşünüyorum.
Şimdi bakın zamanında Microsoft'un Messenger uygulaması ve daha önce farklı uygulamalar ile ücretsiz bir şekilde mesajlaşma imkânı sundular. Ücretsiz bir imkân sunulurken aynı zamanda arkasında dünyanın en çok maaşını verdikleri mühendislerini çalıştırıyorlar. Bakın bu durum bile ne kadar büyük bir ticari zekâ olduğunu gösteriyor. Ücretsiz bir imkân sunularak bizleri bu uygulamalara alıştırdılar. Artık böyle böyle verilerimizi, bilgilerimizi teslim edecek hale geliyoruz. Hatta öyle ki verilerimizi teslim ettiğimiz kişilerin söylediklerini izleyecek zombilere dönüşme noktasına gidiyoruz. Fazla karamsar bir portre çiziyorum ancak insan mahkûm olursa gideceğimiz yer burası.
Peki, artık mahremiyet sorgulamasını daha az mı yapıyoruz? Mahremiyet algımızda nasıl bir değişim yaşanıyor?
Bireysel mahremiyetin temelinde inanç, gelenek, örf vardır; insana özgü olarak erdemli olma, utanma duygusu vardır. Mahremiyetin toplumsallaşması aslında o toplumun geçmişi ile geçmişten bugüne yaşantısı ile ilgilidir. Tabii burada bahsettiğimiz mahremiyet hem bedenin mahremiyeti hem de kişisel olanın mahremiyetidir. Mahremiyetin kaynağı olarak inanç, gelenek, örf ve güvenlik konusu açısından baktığımızda mahremiyet duygumuzun zayıfladığını görüyoruz. Mahremiyeti hangi bağlamda ele alırsanız alın kendi ellerimizle kendimize ait olanı sunduğumuz bir noktadayız şu an. Bir müddet sonra ellerimizle sunduğumuzun başkaları tarafından başkalarına sunulan bilgi(!), veri(!) olduğunu görmeye başlıyoruz. Mahremiyet ile ilgili kaygılarımızın zayıflaması bizde mahremiyete ilişkin tutum değişikliğine yol açarak bazı şeyleri artık teslim etme durumuna getirdi maalesef.
Gençlerin izlenme merakı ile çocuklarını olmayacak hallerde videolar çekmesi de ayrı bir problem sanırım. Gelenek ile nasıl bir çatışma söz konusu?
İnsanların yaptığı paylaşımları ben iyi niyetle yorumlamak ve faydalı olacak bir içerik hazırlayarak paylaşım yapmak için kullandıklarını düşünmek istiyorum. Mesela çocuklarla ilgili videolar paylaşırken onlara faydalı olacak içerikleri paylaşmak buna örnek olabilir. Ancak bir müddet sonra siz kendi istediklerinizi, kendi düşündüklerinizi; ilk başlangıçtaki niyetlerinizi kaybedip yeni niyetler, yeni kaygılar sahibi olmaya başladığınızda sorunlar da ortaya çıkmaya başlıyor. Bakın bu sürecin başında siz sürece hâkimken son basamağa geldiğinizde mahkûmu olduğunuz bir sürece evrilmeye başlıyorsunuz. Buradaki hassas çizgiyi kaybederseniz, ilk basamaktaki iyi niyetiniz, son basamakta farkında olmadan çocuğunuzu bir şeyin nesnesi haline getirmeye dönüşür. Zamanla niyetlerin değişmesine yeni gerekçeler bulmaya çalışırken kişi kimlik değişmesine kadar uzanan bir iç ve dış etki sonucu oluşan bir paylaşımın, beğeni tutkusunun kurbanı olabilir.
Sosyal medya ile dil ve kültür hayatımızda nasıl değişiklikler oldu? Nasıl bir yozlaşmadan bahsedebiliriz?
Üniversite çağına gelen öğrencilerde bunu çok açık bir şekilde görüyoruz. Öğrenci basit bir dilekçe yazmak istediğinde bile noktalama işaretlerini sosyal medyada kullanmadığı için Türkçenin standartlarına uygun bir dilekçe yazamaz hale geliyor. Noktalama işaretinin hayatımızdan kalkması demek anlamın, mananın kaybolması demektir. Tabii teknoloji yeni kelimeleri, kendi kelimelerini sunacaktır, buna itirazımız yok. Ancak güncel ve gündemde olan her kelimeyle (bugün trend diyorlar buna) hayatımızı devam ettirmeye başladığımızda biz sadece o yeni kelimeleri kullanıyor olmuyoruz. Bizim geçmişimizden başka kelimeler ile aktarılan anlam dünyasını da eksiltmiş, içi başkalarınca doldurulan anlam dünyalarını yaşamaya başlamış oluyoruz. Mananın kaybı ise o anlamı bize getiren kimliğin, düşüncenin kaybolması demektir. Dolayısıyla dilde yozlaşma ya da kültürel yozlaşma diyebileceğimiz sosyal ağlarda mahkûm olma durumumuz daha da hızlanıyor. Kaldı ki sosyal ağların kendi dili, emojiler dâhil, oluştu. Dil sadece kelimelerle, emojilerle izah edilecek kadar dar bir konu değildir. Anlam dünyasını, insanın iç dünyası ve çevresiyle, insanlarla ilişkisini kaybettiği süreçler sadece kelimelerine, cümlelerine yansımayacaktır. Kelimeler, cümleler üzerinde görünür olan aslında insanın benliğinde, kimliğinde daha da belirgin olmaya başlayacaktır. Başladı da nitekim!..
Sosyal medya ile dünyanın bir ucunda yaşayan bir genç ile Anadolu'da bir şehirde veya köyde yaşayan herkesin ortak beğenileri ve ortak taleplerinin oluşması gibi bir durumdan bahsedebilir miyiz?
İstanbul'daki belirli semtlerde herhangi bir kişinin elindeki falan marka kahve ile yürürken telefonda konuştuğu fotoğrafı gözünüzün önüne getirin ya da New York, Londra veya Paris'te de olan görüntü eğer Sivas'ın Yozgat'ın falan köyüne de gelirse sorduğunuz sorunun cevabının çok iç açıcı bir görüntü arz etmediğini söyleyebilirim. Niye biliyor musunuz? Birileri insanları ortak kültür, ortak davranış, ortak düşünceye sahip tek tür bir varlık haline getirmeyi amaçlamışsa bunu başarmış demektir. Oysa insanlığı, dünyayı güzel kılan farklılıklardır. Bu farklılıkları birbirini tanıma, anlama ve çeşitlilikleri yaşama anlamında kullanmak gerekir. Savaşların bile insanların birbirlerini tanıma ve bir şekilde anlama noktasına getirdiğini düşünürsek, bugün özellikle sosyal ağlar üzerinden ortak bir evrensel kültür, birey, değer yaratma çabasının hiç de göz ardı edilecek bir durum olmadığını söylememiz gerekiyor. İnsanın en belirgin özelliklerinden birinin şartlara kolay uyum sağlama olduğu düşünüldüğünde; bu yeni durumda insan, başkalarının bile isteye sağladığı bu yeni şartlara da kendi tercihleriyle uyum sağlamış olacaktır. Böylece, tek tip davranış, tek tip düşünce, tek tip kültür, tek tip giyinme ve tek tip yaşam biçimi halinde kendini ortaya koyan insan artık zombileşmiş olacaktır. Ama ben bunun tam anlamıyla başarılabileceğini düşünmüyorum. Başta insanın imanı ve değer olarak neye inanıyorsa bunlar başka şeylere mahkûm olmanın önüne geçecektir. İnsanın fıtraten sahip oldukları her şeye rağmen kendini belli edecektir ve kendisine giydirilmeye çalışan gömlekleri, biçilmeye çalışan kefenleri yeri geldiğinde bir kenara atmasını da bilecektir.
Bilgiye ulaşmak artık çok daha kolay ancak ulaşmanın bir önemi kalmadı mı? Her şey gösteriş için mi yapılıyor?
Asıl olan bir şey var: Bir şey çoğaldıkça değeri ucuzlar; bir şeye ne kadar zor ulaşıyorsan kıymeti o kadar artar. Tabii bu zor ulaşılan her şeyin çok kıymetli olduğu anlamına gelmez, bu başka bir şey. Biz bilgiye çok hızlı ulaşıyoruz diye müthiş bilim insanları mı olduk? Tam tersine cahilliğimiz artıyor. Büyüklerimiz "Öğrendikçe, ilim ehli olmaya başladıkça ne kadar cahil olduğumu anlıyorum" der. Şimdi tam tersini söylüyoruz: Öğrendikçe, bilgiye daha çabuk ulaştıkça cahilliğimiz artmaya başladı. Çünkü bilginin çok olması değil, sahih bilginin, nitelikli bilginin olması önemli. Her önüne geleni, okuma değil, anlama değil, görme durumu var sadece. Görülen şey bilgi değildir, orada birtakım şeyler hakkında malumat vardır. Bilgi dediğimiz şey süzgeçten geçirilir, üzerine konuşulur, sonucu yorumlanır ve ancak o zaman söylenen şey anlam kazanır. Ancak bugün olan bu değil. Bilgi bir çaba gerektirir; dedi ki, demiş ki'lerle ortaya konmaz. Dolayısıyla ortada dolaşan bilgi kirli demek yerine bilgiyi, çok çabuk ulaşıp önünü ardını aramadan, anlamadan biz kirletiyoruz.
Son olarak nereye gidiyoruz ve ne yapabiliriz?
Nerede yaşadığından ne yediğine kadar her şeyi biliyoruz diyecekler ve istedikleri yere götürmeye çalışacaklar bilgi çağı insanını. Bir yandan galakside yeni yerler arayan insan diğer yandan açlıktan ve yoksulluktan ölen insanlara karşı aynı duyarlılığı göstermemektedir. Bilgiye erişim hızını artırmaya yönelik çabaların dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun maruz kaldığı sorunlara aynı çabayı gösterememesi sadece sorumsuzluk ya da duyarsızlıkla açıklanmasa gerek. Burada insan merkezli, merhamet medeniyetinin fertlerinin insan galakside arayışları götürmeden önce çukurdaki insanları düzlüğe çıkarmasını beklemek çok da erişilmez bir beklenti olmasa gerek! İradesi ve tercihlerini yönetebilen insan başkalarına mahkûm olmama, kendisine dayatılana karşı durma ve kendisine rağmen kendisi hakkındaki tercihleri reddetme konusunda da başarılı olacaktır.
ALİ BÜYÜKASLAN KİMDİR?
1960 yılında Kayseri'de dünyaya gelen Ali Büyükaslan, ilk, orta ve lise öğrenimini bu şehirde tamamladı. Selçuk Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde lisans, Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde ise yüksek lisans ve doktora eğimini tamamladı. Dört yıl süreyle Fransa'da Strazburg Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olarak çalışan Büyükaslan, halen İstanbul Medipol Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak çalışıyor. Çalışma alanları arasında Kültürlerarası İletişim, Dil ve İletişim, Göstergebilim, Reklam Dili yer alıyor. Yazınsal İletişim İncelemeleri, İletişim Yazıları-Dil, Kültür, İletişim, Hayatın Ortasında Kitabın Kıyısında gibi kitaplarının yanında editör olarak katkıda bulunduğu üç ciltlik Sosyal Medya Çalışmaları ve çeviri editörlüğünü yaptığı İletişim Bilimlerine Toplumsal Yaklaşımlar isimli eserleri bulunuyor.