Ekrem Demirli: Doğayı bencilce savunmak: Yeni bir sözleşme mümkün müdür?

Doğayı bencilce savunmak: Yeni bir sözleşme mümkün müdür?
Giriş Tarihi: 20.9.2021 14:57 Son Güncelleme: 23.9.2021 18:39
Modernleşme ile birlikte bozulan insan-doğa “nikâhı” yerini saygısız ve şehvet esaslı bir ilişki türüne bırakmış, insanın doğa ile ilişkisi ahlaki muhtevadan koparak bir tahakküm ve istilaya dönmüştür.

TABİAT RAHMAN'IN TECELLİSİDİR.
İBN ARABİ

Modernizm üzerine eleştirel yazılarda okuduğum bir cümle uzun zaman mahiyetini tam anlamadan "ezber" bir söz olarak hafızama yerleşmişti. İnsanın tabiat ile ilişkisindeki temelli değişimi anlatan bu cümlede "modernleşme sürecinde insan ile tabiat arasındaki nikâh bozulmuştur" denilir. "Nikâh" gibi bir kavramın bir ilişkiyi anlatmak üzere kullanılması bana önceleri modern insanın "efendi" konumunda kendini kabul eden üstenci ve tahakküm edici üslubunu hatırlatmıştır; belki de bundan dolayı deyimi anlamakta güçlük çektim.

İnsanın tabiatla ilişkini anlatmak üzere birçok kavram veya kelime kullanabilecekken akla gelebilecek kavramlardan biri "nikâh" olmamalıdır herhalde. Bu nedenle tabirin anlamını keşfedemeden etrafında dönüp dolaşmak zorunda kalmıştım. En çok merak ettiğim ise nikâh bozulunca onun yerini neyin alacağıydı: Nikâh ile inanç nerede durmuştu da nikâh bozulunca orayı aşarak modern dünyayı ortaya çıkartan süreç yaşanmıştı?

Bir düşünceyi eleştirel metinler üzerinden takip etmek her zaman yanıltıcı olmaya açık kapı bırakır. İnsanlar en çok eleştirirken kalemin itidalini ve insafını yitirir, en çok eleştirilerde "yazma şehveti" akla baskın gelerek insanı gerçeğin serin ikliminden hamasete savurur. Bu nedenle eleştiri düşüncenin teşekkülünde önemli yer tutsa bile eleştirinin eleştiriye ihtiyacı kestirilemeyecek boyutlarda olur.

Bu nedenle insanın doğayla ilişkisiyle ilgili eleştirel cümleyi abartılı ve gerçekle bağını yitirmiş bir kalem itidalsizliği örneği olarak görmüştüm. Başka okumalarımın yardımıyla tabiri belli ölçüde çözümleme imkânı bulunca, gerçekle bağını yitirmiş bir ölçüsüzlük değil, doğru seçilmiş ve yerine oturmuş tabirden söz edildiğini fark ettim. Vakıa modernleşme sürecinde kadim geleneklere uzanan dini düşüncelerce yeni bir makuliyet zemininde inşa edilen doğa-insan ilişkisinin bozulmuş, onun yerine hazlara ve arzulara dayalı ilişki tesis edilmiş, bu minvalde "nikâh" tabirinin iktiza ettiği saygılı ve sınırlayıcı davranış ölçüsüz ve kontrolsüz ilişkiye düşmüş, varlığı karşısında heybet ve saygı duyulan doğa insanın ağzının suyunu akıtan cazibeli bir nesneye döndürülmüştür.

Doğa ile ilişkiyi belirleyen "anne-baba"

Peki ne oldu? İnsanlar öteden beri doğadan korkmuşlardır; belki bütün canlılar için yaşamak öyle kolay bir iş olmamıştır hiçbir zaman. Dört unsurdan biri olan sudan korkmuşlardır, ateşten korkmuşlardır, havadan korkmuşlardır. Toprak sabit duracak gibi olsa bile, zelzeleler ve depremler başka bir korku sebebi olmuş, çoğunlukla da yoksulluk ve kuraklık insanı korkutmuştur. Bu nedenle insanların doğa ile ilişkisinde "ödün vererek" yaşama inancı kurban ritüelini ortaya çıkartmıştır: Kurban vererek doğadaki güçleri sakinleştiriyoruz veya onları daha ahlaki olana sevk ediyoruz. Cimri ve tekin olmayan bir doğada yaşamanın ilkesi "ver kurtul" idi. Belayı defetmek sadaka vermek şeklinde dini geleneklerde varlığını ihsas eden bu anlayış, o korkunun izlerini taşır mı taşınmaz mı bilinmez, ancak yaşamanın hiç kolay olmadığına bütün asırlar aşinadır.

Mitolojik çağların ardından insanın doğa ile arasındaki ilişkileri düzenlemek üzere, etkili bir haklar anlayışı şekillenmişti. Bu meselenin ana fikri insanın çevresindeki varlıklara saygılı davranması, onlar ile arasındaki ilişkiyi ahlaki bir düzlemde inşa etmesinin gerekliliğidir. Dini düşünceler dâhilinde konu daha somut açılardan ele alınmış olsa bile, her şeyi canlı sayan inançlar insanın tabiatla ilişkisini bir ibadet bilinciyle yorumlamışlardır. Bu ilişkinin ortaya çıktığı sistematik bir varlık anlayışı zamanla şekillenmiş olsa bile, sistematik düşünceler hiçbir zaman inançlar kadar etkili ve yaygın olmamıştır.

Bu anlayış dâhilinde iki temel cümle mühimdir: İlki "her şey bir nedensellik bağıyla birbirini intaç eder" cümlesidir. Bütün varlıklar birbiriyle sebep-sonuç ilişkisiyle irtibatlıdır ve her şey ötekine bir şey borçludur; burada varlık türleri değil, bulunulan varlık mertebesi belirleyicidir. Bu yaklaşım felsefi düşüncelerde "sudur teorisi" ile açıklansa bile, hemen bütün animist inançlarda karşılığı olan bir anlayıştı. Dikkatimizi çeken ön önemli hususlardan birisi, insanın doğa ilişkisini belirleyen bu nedensellik fikrinin "anne-baba" gibi beşeri hayatın temel kavramlarıyla ifade edilmiş olmasıdır.

Varlıklar bir ailenin üyeleri

Bu sayede doğadaki varlıklar bir ailenin üyeleri gibi birbirine bağlanır ve her şey göreceli bir ilişki ile ötekiyle irtibatlı hale gelir. İbn Sina "âlemde birbiriyle irtibatlı olmayan hiçbir şey yoktur" derken veya sufi metafizikçiler "her şey her şeydedir" gibi tabirlerle bu büyük aile yapısını anlatırlar. Bu yaklaşımın bir örneği olmak üzere, tekke edebiyatından aşina olduğumuz "baba" tabiri bu tarz teşhis edici ve yakınlaştırıcı yöntemle soyut dilin insan dünyasına aktarılmasının bir sonucudur.

Bu meyanda dikkatimizi çeken ikinci konu ise bütün varlıkların bu sayede birbirine bağlanmasıdır. Bu bağlılık ile birlikte her şey ötekine karşı bir "sınır (had)" kazanır ve sınırı aşmamak veya haddi bozmamak ahlaki ilkeye dönüşerek insanın ve doğanın korunmasının temel yasası sayılır.

Daha doğrusu evren hakkındaki bu bilgi insana doğada nasıl hareket edeceğini ve onunla nasıl bir ilişki kuracağını gösterir. İşte doğa ile insan veya doğadaki tüm varlıklar arasında ortaya çıkan bu yoğun ve kapsamlı ilişkileri anlatmak üzere ortaya çıkan kavram nikâh olmuştur. Nikâh bir bağdır ve iki gerçek şeyi birbirine bağlayarak aralarında bir ilişkinin ortaya çıkmasını temin eder. Sufi metafizikçiler varlık mertebelerinin birbiriyle ilişkisini "nikâh" tabiriyle anlatırken büyük metafizikçi Konevi'nin "tüm mertebelere yayılan nikâh" kavramı varlık mertebelerinin birbirine açık yapısını ve akışkanlığını anlatan kilit kavramlardan birisidir.

İnsan ile doğa arasındaki "nikâh bağı" ise insana davranışlarında bir sınırlılık getirirken onun keyfi ve arzusuna göre yaşamasını külliyen ortadan kaldırmayı hedefl er. Meselenin gerçekte evlilikteki nikâh ile ilişkisi de kurulabilir; çünkü nikâh insanın sınırsız ve gerçek dışı arzularının belirli bir hukuk ve ahlaka göre kontrol altına alınmasını temin ederek insanı gerçeklik ve hakikat zemininde tutar.

Bu meyanda insan ile evrendeki ilişkinin nikâh ilişkisi gibi düşünülmesi hukuk ve ahlak ile sınırlı kalması anlamına geliyordu. Nikâhın bozulması ise insanın arzularının aklına hâkim olduğu ve herhangi bir kural veya ahlakla sınırlanmaksızın hareket edebileceği bir ilişki düzeninin doğması demekti. Modernleşme ile birlikte bozulan "nikâh'" yerini saygısız ve şehvet esaslı bir ilişki türüne bırakmış, insanın doğa ile ilişkisi ahlaki muhtevadan koparak bir tahakküm ve istilaya dönmüştür.

Doğa ile aramızdaki eşit zemin

Müslüman düşünce de kadim doğa anlayışından hareket ederek değerli bir insan-tabiat telakkisi getirmişti. Her şeyden önce insan ile doğa ilişkisi selamet ve esenlik kavramları üzerine kurulmuş, insanın sınırları ihlal etmeksizin yaşaması onun dindar ve ahlaklı olmasının gereği sayılmıştı. Hacı Bektaş-ı Veli hakikat makamlarına ulaşan birinin "elinden ve dilinden bütün canlılar ve tabiat esenlik içindedir" derken meşhur bir hadisin yeni yorumunu dile getirmişti.

Tasavvuf edebiyatında işlenen temalar Müslüman hukukçular tarafından farklı şekillerde metinlere dâhil edilmiş, doğaya zarar vermemek ve doğaya karşı saygılı hareket etmek bir Müslüman örfü haline getirilmiştir. Bu yönüyle dini düşüncede korkutucu doğa anlayışını yıkarak "esenlik veren tabiat" anlayışını ikame eden en önemli konulardan birisi dünyanın ve bir bütün olarak doğanın gücünün reddedilmesi veya sınırlanmasıdır.

Dünya veya gökyüzü bir fail olarak ortaya çıkmaz dini metinlerde; her şey bir gölgedir ve her şey bu bakımdan –insan gibi yükümlü olmasa bile- insan ile edilgenlikte eşittir. Özellikle dinin getirdiği en önemli bakış açılarından birisi gökyüzünün kutsiyetinin ve gücünün reddedilmesiyle birlikte bütün gücün Tanrı'da toplanmasıdır. Müslümanlıkta tevhit, gücün ve kudretin Tanrı'da toplanması demektir; bu durumda korkuya yol açabilecek bu nedenle de insan ile arasında "savaş" bulunabilecek bir doğa anlayışı temelden reddedilmiştir.

Gökyüzü dini düşüncede yeryüzünü ve içindekileri yöneten veya insanın kaderini belirleyen iradeli veya iradesiz bir güç olarak değil, belirli bir amaç üzere yaratılmış hamd ve tespih ile görevli bir varlık alanıdır. Bu yaklaşım hiç kuskusuz dini düşüncede daha çok tasavvuf tarafından takip edilse bile, özünde bütün Müslüman düşünceye nüfuz etmiştir. Doğrusu hemen bütün çağlarda bu bakış açısının insanın doğa ile ilişkisini korkusuz –ateşten, sudan, topraktan ve havadan korkmamak- bir halet-i ruhiyye ile inşa etmede belirleyici bir rol oynayabilir. Müslümanlar tabiatı bir tür "ikinci Tanrı" haline getiren dile ve deyimlere bu nedenle karşı çıkarlarken "nikâh" tabiri de doğa ile aramızdaki eşit zemini anlatmaya devam eder.

Kapitalist değerlerin izdüşümü

Doğa üzerinde uzun zamandan beri artan ilgi ve hararetli tartışmaları görüyoruz. Dünyanın artık yaşanabilir bir yer olmaktan çıkacağı, göksel veya yersel nedenlerden dolayı dünyanın yok olabileceğine dair inançlar artık kesin bilgiye dönmüş gibidir. Dünyanın başlangıcının bir zamanı var mıydı yok muydu sorusu bir yana, dünyanın ebedi olmayacağı artık kesin gibidir. Eski filozofların tabiriyle konuşursak, evrenin kıdemi anlamsız bir zan ve iddia olarak kitaplarda kalmıştır. Herkes -hangi inançta olursa olun- evrenin ve özellikle içinde yaşadığımız dünyanın bir gün sona ereceğini biliyor.

Çevrecilerin aşina olduğu bir yazarın ifadesiyle, "dünya mutlaka dengesini bulur, fakat o dengede artık insan olmaz." Öyle veya böyle doğanın ve bütün yeryüzünün yaşadığı kadar bir ömrü olmadığını herkes kabulleniyor. Hal böyleyken niçin doğanın tahribine dönük uyarılar bir sonuç vermiyor, niçin insanlar bu alanlarda temelli bir uyanış yaşamıyor? Yazının başındaki tabiri kullanırsak, doğa ile aramızdaki ilişkiyi yeni bir nikâh ilişkisine niçin döndüremiyoruz? Olmuyor ve olmayacak gibi de görünüyor, çünkü insanların yeryüzünün geleceğiyle ilgili endişelerini kapitalist ve bencilce dürtüler besliyor.

Kapitalizmin en büyük başarılarından birisi muhaliflerini de kendine benzeterek nihayetinde kendi gücünü tahkim edebilmiş olmasıdır. Günümüzde yeşil doğayı severken veya bir ağacın varlığını savunurken bencilce nedenlerle hareket etmekte bir çelişki görmüyoruz. Mesela bize oksijen verdiği için bir ağacı savunarak dünyayı değiştirebilecek ahlak ve entelektüel derinliğe ulaşmak mümkün müdür? Bir kediyi veya hayvanı onun doğal ortamından kopartarak bencilce kendi arzularımızın bir parçası haline getirmekle dünyayı değiştirmek mümkün olabilir mi?

Sevmenin bir şeyi/varlığı olduğu hal üzere tanıyıp sonra onun varlığının sınırında durmak anlamına geldiğini fark edemeden dünyayı değiştirebilecek ahlaki duyarlılığa ermek mümkün değildir. Bu nedenle günümüzde yaşanan doğa sorunlarından derin endişe duymalıyız. Doğayı savunurken ve yeşilden yana taraf olurken zihnimizi yönlendiren ana saik "bencilce" dürtülerimiz olduğu sürece, doğayı korumak için mücadele edenler ile onu bozanlar aynı zeminden beslenmeye devam ederler.

BİZE ULAŞIN