ASIM ÖZ
15 Temmuz 2016 darbe girişimine uzanan süreçte ve sonrasında sol çevreler açısından bir mesele hep cevapsız kaldı. Olaya tek tarafl ı yaklaşanlardan bazıları darbe teşebbüsünde bulunan yapının dinî görünümlü olmasından hareketle, sert laik uygulamaları hasretle yâd ettiler. Nedense kimi göstergeleri kanıt sayarak "ilerlemiş birey" beklentili çözümleme yapanların hiçbirinin aklına, tüm bunlara erken Cumhuriyet döneminden Soğuk Savaş yıllarına çok övgü düzdükleri pratiklerin yol açtığının kabul edilmesi gerektiği gelemedi. Bazıları ise sivil iktidarı düşürmeye dönük cuntaya karşı açık ve net bir tavır almanın, iktidara destek vermenin, reel durum açısından pek de arzu etmedikleri sonuçlar doğuracağını fark edip susmayı tercih etti.
Aslına bakılırsa temel soru şuydu: Türkiye'deki siyasi ve ideolojik serüveni hayli çeşitli olan sol çevreler düzenin normalleşmesinden memnuniyet duymakta mıdırlar? Bütün ayrıntıları ortaya koymak mümkün olmasa bile, günü ve günceli ilgilendiren meselelere eğilen periyodik sol yayın mecralarındaki 15 Temmuz odaklı metinlerdeki argümanların üç aşağı beş yukarı 2010'lardan itibaren ileri sürülenlere benzediği ve iç içe geçtiği söylenebilir. Herhangi bir sol derginin kapağına yahut siyasi tavrını yansıtan yorumlarda tekrar eden görüşler ton farklılıklarına rağmen solun sağduyusu hâline gelmiş vaziyette.
Genel geçer klişeler
Simgesel bakımdan güçlü bir ana karşılık gelen 15 Temmuz'da sokağa çıkıp darbeyi önleyen halkın sebatkâr direnişinin, sol çevrelerce algılanma biçimi siyasallığın dinamiklerini gösterir. Mitik bir örtüyle kaplanmış Gezi Parkı olaylarında hırs, hınç ve hayallerle süslenen "kültürel devrim" beklentisine kapılan sol entelijansiya nezdinde, darbe girişimine karşı çıkanların pek bir değeri yoktur. Burun kıvırma ve tahfif etme şeklindeki yaklaşımların son kertede solun Batıcı kültürel kalıplara bağlı söz alanlarının giderek daralacağını bilmenin mutsuz bilincinden kaynaklandığı ileri sürülebilir. Özellikle 15 Temmuz sonrasında olup bitenlere dair değerlendirme yapan sol seçkinlerin, meseleyi ele almak için çok partili hayattan 12 Eylül'e uzanan tarihsel kesiti okurken ortaya koydukları yorumları yinelemekten geri kalmadığını belirtmek gerekir. Bu süreçte geçmiş ile şimdi arasında bir kopuş değil süreklilik olduğuna dair bir inanış yerleştirilmeye çalışıldı. Onlara göre 15 Temmuz 2016'daki darbe girişimine uzanan süreç 12 Eylül rejiminin Türk-İslam sentezi şeklinde özetlenen ideolojik tercihiyle alakalıydı. Devrimci Ayrıntı Dergi'de yapılan en tuhaf yorumlardan birinde AK Parti'nin, Fetullahçıların 15 Temmuz'da devleti ele geçirmek için yaptıkları başarısız darbe girişiminin ardından "son adımı 21 Temmuz'da atılan başarılı bir darbe yaptığı" ifade edilmekteydi. Zira onların nezdinde 15 Temmuz, kanlı bir darbe girişimi olmanın ötesinde, yeni rejimin kuruluşu anlamına geliyordu. Bu bakış açısı 15 Temmuz'daki büyük direnişin sunduğu imkânlardan duyulan rahatsızlığın hangi boyutlara varabildiğini göstermektedir. Darbe gecesi sokaklara, sonraki günlerde meydanlara çıkanların dindar, muhafazakâr kesim olması, sol zihin dünyasına ekilmiş tohumları çatlatabilecek bir etki yarattı. "Sivil darbe", "otoriterlik", "faşizm", "faşizan totaliterlik", "İslamofaşizm" ise değerlendirmelerine eşlik eden genel geçer klişelerden bazılarıydı.
Aslına bakılırsa tartışmaların görece daha geniş bir bağlam içine oturtulması gerekiyor.
Türkiye'de 2000'li yıllardan bilhassa 2007'den itibaren kamu işleyişinde birçok değişiklik meydana geldi. Bunlardan biri de, din-devlet ilişkisi konusunda uzun zamandır sürmekte olan kültür savaşıyla siyasi mücadelenin tarafl arının ve bunların güç konumlarının farklılaşmasıdır. Memleket solunun olgular değişip olaylar yaşandıkça, gidişat karşısında katı bir tavır geliştirmesi halk tahayyülüyle de bağlantılı. Halka kendi kültürel değerlerinden başka her şeyi vermeye açık bir düşünüş söz konusu. Sol popülizmin bu versiyonunda "davetsiz bir misafir", "kamp kurmuş bir yabancı" olarak halk, "halkımız" her şeye layıktır fakat onun dinî hayatı ve bu doğrultudaki talepleri sınırlandırılmalıdır. Sosyalist sol cenahla liberal dogmanın verileriyle dile getirilen hazır bir iktidar eleştirisine sırtlarını yaslayan sol liberallerin 15 Temmuz'dan sonra safl arı daha da sıklaştırmasının sebepleri buralarda aranmalıdır. Çünkü sekülerlikten faşizme uzanan kavramlarla "biat kültürüne tabi olan" ahaliye ağızlarına geleni söylemeye devam ediyorlar. "Bunlar zaten başından beri böyleydi!" demeye hazır sol bir klik ise olguların değiştiği momentte reddiyelerini meşrulaştırmak için hep haklı olduğunu vehmetmenin verdiği gücü sakınmadan kullanır.
15 Temmuz, toplumu ve siyaseti, şantaj yoluyla teslim alma girişiminin başarısızlığa uğratılmasının miladı olmasına rağmen sol izahlar alaşımı, kavram fetişizminin bir adım ötesine geçemez. Bu çerçevede kanaat teknisyenlerinin görmezden geldikleri bir hususu vurgulamak gerekir: Hemen her yere nüfuz etmiş, paralel yapı şeklinde örgütlenecek düzeye ulaşmış, Kemalizm'in en güçlü kurumu kabul edilen ordu içerisinde üst düzeylere gelmiş bir örgütün neler yapabileceğini düşünmediler. Başka örnekleri de bulunmakla birlikte dönemin dikkati çeken özelliklerini görmek bakımından Yalım Eralp'in Perdeyi Aralarken (2017) adlı anılarıyla, Derya Sazak'ın aynı türdeki İtirazım Var (2017) yahut Barış Bıçakçı'nın Tarihi Kırıntılar (2019) romanının politik doğrultusunun benzerliği bir fikir verebilir. Söz konusu kitaplardaki açık ve örtük tespitler, sınırlı olsa da, ardında yatan geniş bir tahayyül ve ön yargı dünyasının varlığına işaret eder ve bir dizi önemli bakış açısı sorunuyla yüklüdür.
Sol suskunluğun sebepleri
Peki, buraya nasıl gelindi, bu dönüşümün altında yatan nedir? Bunun için bir devrin bitmesi anlamına gelen 15 Temmuz direnişi günlerine gitmek gerekir. Sol cenahın tutumunu kritiğe tabi tutan Ertuğrul Başer, Türkiye'de sosyalist solun en azından bir kısmının, neden bu darbe girişimine karşı çıkamadığını tartışma götürmez bir şekilde ortaya koymuştu. Meselenin onların sımsıkı sarıldıkları hayat tarzı ve seçkinci kavramsal aparatlarıyla ilgili olduğunu hatırlatan Başer şunları yazmıştı: "Bahsetmediler, yokmuş gibi davrandılar, çünkü onlar sosyalistti, demokrattı, ilericiydi, ileri görüşlüydü; çünkü darbenin püskürtülmesi en çok Erdoğan'a yarayacaktı; otokrasi hiper otokrasiye, faşizm hiper faşizme, şeriat hiper-şeriate dönüşecekti; çünkü Erdoğan başkan olmak için Kürtlere soykırım yapan, dikta heveslisi, bunun için her imkânı, her örgütü kullanmaktan çekinmeyen İslamcı bir faşistti." Alıntıladığımız pasaj, yeni olaylara geçmişte kalmış yorumlar şeklinde okunabilir fakat genel durum değişmediğinden tartışmalar, eğilimler ve yönelişler de aynı kalmıştır. Türkiye solu denilen parçalı-bütünün, tamamıyla bu zihniyet dairesine sokulması konusunda kuşkular da izhar edilebilir. Ne var ki sol ve solumsu mecraların geneline Gezi Parkı olaylarından sonra hâkim olan "kültürel devrimci" bakış açısı dikkate alındığında söz konusu itiraz da anlamsızlaşacaktır. Darbeye direnişi "siyaseten doğruluk" adına hem değersizleştirip hem canavarlaştıran belli bir kesim aynı zamanda İslamcıdindar- muhafazakâr halk kitlelerini çeşitli sıfatlarla yaftalamıştı. Bunun temelinde ise Türkiye'de dinin kamusal olduğunu görememek veya görmezden gelmek tutumu yatmaktadır. 15 Temmuz sonrasının taşıdığı sosyolojik dinamiğin en önemli özelliklerinden biri, milletin darbeye direnerek kurduğu müşterekliğin İdris Küçükömer'in 1969 tarihli Düzenin Yabancılaşması kitabında bir özne olarak belirgin kıldığı siyaset çizgisini hatırlatmasıydı.
Küçükömer'in tezlerini hatırlamak
Elbette İdris Küçükömer'in sağ-sol ayrımı temelde dönemin CHP'sine karşı eleştirel bir karşı çıkışı yansıtır. Ayrımı Demokrat Parti'nin toplumsal hayata yansıyan düzenlemelerinin Cumhuriyet Halk Partisi Türkiye'sinden daha iyi olmasını temel alır. Solun bol kepçe kullanmaktan geri durmadığı hınçlı sıfatları ve bugün tanık olduklarımıza yol açan mantığı, geleneksel Kemalist laiklikten ricat diye görülen uygulamalar bağlamında Küçükömer'in tezlerini yeniden hatırlamak lazımdır. İdris Küçükömer, Batıcı-laik bürokratların halkı temsil etmediklerinden halkın sorunlarını çözemeyeceklerini savunur. Onların karşısına yeniçeri, esnaf, ulema birliğinden gelen Doğucu-İslamcı grubu yerleştirir ve bunların halk cephesine dayandığını belirtir, bu grubu da "sol" kategoride değerlendirir. Hiç kuşkusuz Küçükömer, solun büyük bir kısmının sağı paylamakta kullandığı dili reddettiği gibi, sağın kendini tarif ederken kullandığı dilin önemli bir kısmını da benimsemez. İdris Küçükömer'in değerlendirmelerine dair sosyalist devrimci dergilerde ve sol Kemalist mecralarda artan söylentiler onun en genel anlamıyla sağ ve sol kategorilerini yerinden etmesi ve Batıcılıkta ısrarcı olanlara karşı çıkmasıydı. Nitekim ona itiraz eden Türk siyasal kültür uzmanları dinî hassasiyetleri gözeten bir partinin Türkiye'ye özgürlük getireceğine inanmazlar. Mesela seçkinci bir noktadan hareket eden Zülal Kalkandelen, İdris Küçükömer'in tezlerini eleştirdiği kitabında onun Osmanlı'dan beri süregeldiğini belirttiği asker-sivil bürokrat kesime karşı çıkmak şeklinde özetlediği yaklaşıma odaklanır. Kalkandelen, buradan hareketle de Küçükömer'in Batıcı-laik kesim ile Doğucu-İslamcı ayrımı yaptığını, şablonunu da bunun üzerine yerleştirip tüm Osmanlı-Türkiye tarihini ona göre değerlendirdiğini ileri sürer. Kemalist düşünce paralelindeki Kalkandelen, kendince bir takım sosyal bilimsel dayanaklar ileri sürerek geleneksel Kemalist laikliğin dışlayarak bir "alt-kültür" ögesine indirgemeye çalıştığı İslam'la ilgili gelişmelerden duyduğu rahatsızlığı saklamaz.
Kogniteryanın kısırdöngüsü
Öncesiyle sonrasıyla 15 Temmuz darbe girişiminin engellenmesi mevcut ideolojik tartışmaları da etkiledi. Sol çevreler sanki Türkiye'de laiklikten tümüyle ricat edilmiş gibi laikliği bir kurtuluş ve hegemonya ilkesi olarak vazetmeyi hüner sandılar. Ayrıntı Dergi darbeden sonra yayımlanan 17'nci sayısında patronluk taslayan şu ifadelere yer verdi: "15 Temmuz amacı, hakikiliği, belirsizlikleri, pazarlıkları her ne olursa olsun birey düzeyinde uzun yıllardır beslenen birbirine zıt iki tohumu da filizlendirmiş gibi. Biri "dünyanın yeniden büyülenmesi" ve dinsel olanın başat olduğu, dinsel zihinlerin egemenliğinde bir gerileme, diğeri ise zihinsel olarak sekülerleşmiş, dinle ve devletle kendi arasına mesafe koyan, büyüden uyanmış, "ilerlemiş birey." Bu külyutmaz çıkarım bağlamında ilköğretim ders programlarına giren cihat kavramını "laikliğe karşı açılan cephenin açık deklarasyonu" gördüler. Günler boyunca camilerden sürekli sala okunmasını da eleştirdiler. Türkiyeli bir Marksist'in, Batılı bir Marksist'e göre yaşadığı ülkenin zihniyet ve kültür dünyasından daha kopuk ve bu kopukluk dolayısıyla hitap ettiği halk kesimlerine ulaşamamaktan mustarip olanların yazdıklarında da benzeri bir durumla karşılaşılır. Sivil toplum, darbe, kültürel devrim, demokrasi ve vatandaşlık konularına eğilen Haldun Gülalp'in 15 Temmuz sonrasında derleyip yayımladığı Laiklik, Vatandaşlık, Demokrasi (2018) kitabında hem darbeye karşı çıkışın hem de İdris Küçükömer'in esamisi okunmaz. Bildiğimiz en yalın hakikat, Türkiye'deki sol anlayışın Kemalizm'den kurtulmayı başaramamasıydı. Hiç kuşkusuz Batıcılık eksenli laiklik söz konusu olduğunda Küçükömer'in Batılılaşma çabası içindeki kesimleri eleştirirken zıt kutuplara yerleştirdiği öznelerin toplumsal konumları arasında yıllar içinde önemli farklılaşmalar meydana gelmiştir. Ne var ki mücadele kızışınca laik Batıcılar, 1960'lardakilerden farklı kavramlara başvursalar da sonuç değişmemektedir.
"Evine, kendi gök kubbene dön"
Bu bakımdan toplumun kültürel özelliklerine müdahale durumunda Küçükömer'in temel çıkış noktasını teşkil eden iki cepheli ayrımı daha dün yapılmışçasına tazeliğini korumaktadır. Küçükömer'e göre yapılacak değişimlerle toplumun kültürel ve tarihsel kodların uyumu önemlidir. Din söz konusu olduğunda 2010'lardan sonraki birtakım düzenlemelerin sol elitlerde uyandırdığı kaygı retorikte sivil olanların aslında seçkinci geleneğin varisi olmayı sürdürdüğünü gösterir. Üzerindeki kutsal kubbeyi kaybetmesine rağmen kendini hâlâ "ilahi özellikler" taşıyan değerlerin temsilcisi sanan sol çevrelerin Batı'nın hemen her üstyapı düzenlemesini almaktaki ısrarcı tutumu Küçükömer'in vaktiyle çok eleştirdiği Batıcı bürokratları akla getirmektedir. Günümüzde 1960'lardaki CHP, bürokrasi ve Kemalizm eksenini kaybeden sol, temel zihniyeti itibarıyla homintern dâhil her türden marjinalin taşıyıcı ayaklarını ve dayanaklarını sunan bir kogniteryaya dönüşmüş gibi gözükmektedir. Şimdiye kadar ortaya çıkanlardan, solun klasik tezlerinde, beklentilerinde, halkla irtibatında ciddi bir değişiklik olmayacağı anlaşılıyor. Toplumsal dönüşümler, hele kişilerin zihinsel süreçlerinde de dönüşüme yol açanları, akşamdan sabaha ve birden bire gerçekleşmez. Büyük ölçekli olayları içeren etik ve politik boyutları bulunan 15 Temmuz momentinde olup bitenleri anlamanın yolu düzenin yabancılaşmasından düzenin normalleşmesine doğru giden sürecin göz ardı edilmemesinden geçer.
Bu bağlamda Türkiye'nin kendi kubbesine döndüğünü ifade eden Hüsamettin Arslan'ın 2017 yılındaki şu ifadeleri zikre değer: "Ben kendi kubbemizin altına döneceğimizi düşünüyorum, çünkü gidebilecek başka yerimiz yok bizim. İnsan kendi evinde duramayacaksa nerede duracak. Dönmek zorunda yani… Biz bireyler olarak dönmesek bile, dünyanın ve Türkiye'nin şu anki koşulları bize şunu söylüyor; evine dön, yani kendi gök kubbene dön." Şüphe yok ki hâlâ geçerli, derinlikli ve cazip bu satırlar temel çelişkileri anlayıp aşmamızı sağlayacak önemli tespitler barındırması hasebiyle hepimize yeni bir perspektif sunuyor.