Hakkı Öcal: Hakkı Öcal: Kanlı sivilleşme sürecimiz

Hakkı Öcal: Kanlı sivilleşme sürecimiz
Giriş Tarihi: 13.08.2021 13:23 Son Güncelleme: 18.08.2021 12:39
Öyle görünüyor ki, 15 Temmuz, askeriyle siviliyle halkımızın sivilleşti ğini kanıtladığı bir dönüm noktası oldu. Bu ay kutlanması gereken de budur.

Ailenizde tekerlekli iskemleyle hareket eden kimse var mı? Yoksa Türkiye'de bu hareketin ne kadar yorucu olduğunu bilemezsiniz. Evet, epey bir zamandır resmi makamlar, kurumlar, kuruluşlar bu hareketi kolaylaştıracak önlemler aldılar, alıyorlar. Ancak yine de İstanbul'dan Alanya'ya uçak yoluyla bile olsa, ailenizden birini tekerlekli iskemlesiyle götürmeyi başardığınızda, ister istemez yorgun düşüyorsunuz… Vakit erken bile olsa kendinizi yatağa atıyorsunuz ve hane halkını uyarıyorsunuz: "Darbe olmadıkça beni uyandırmayın..." Bu sözleri 15 Temmuz akşamı nereden hatırladım da söyledim? Belki 1970-80'lerdeki muhabirlik günlerimden. Gazetelerin Ankara büro şefl erinin gecesi gündüzü yoktur; gece nöbetçisi muhabir önemli bir gelişme olduğunda İstanbul merkezini aramadan önce kendi büro şefini arar: "Abi, şöyle bir şey oldu… Cumhurbaşkanı, başbakana anayasa kitabını fırlatmış, Milli Güvenlik Kurulu'nda olay çıkmış…"

Cumhurbaşkanlarının başbakanlara anayasa kitapçığı fırlatması her ne kadar günlük olay sayılmazsa da Ankara bürolarında 1950 darbesinden, başbakan ve iki bakanının öldürülmesinden, sonra 1971, ardından da 1980 darbeleri gelince - aradaki sayısız darbe teşebbüsünü saymıyorum- ortaya birkaç pratik atılmıştı: Gece saatlerinde Çankaya'daki basın sitesindeki evine giden gazeteciler, geniş bir tur atarak Genelkurmay binasının önünden geçerler ve binanın ışıkları yanıyor mu, yanmıyor mu bakarlardı. Genelkurmay pencereleri, geçit töreni yapan donanma gemileri gibi ışıl-ışıl aydınlatılmışsa, bir şeyler var demekti ve gazeteci milleti telefonların başına çöker, başlardı haber kaynaklarını yoklamaya.

Egemenlik kayıtsız şartsız…

Rezalet değil mi? Bu rezaletin müsebbipleri, 1960 darbesinden sonra utanmadan yazdırdıkları anayasaya "egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu" da yazdırmışlardı. Şimdi her ne kadar sağı solu yamalanmış bile olsa, 19 Şubat 2001'de cumhurbaşkanının başbakanın kafasına fırlattığı 80 Anayasası da aynı ifadeyi taşıyordu. Ama bu ifade, milletin seçip yolladığı sivil iradeyi temsil eden hükümetin başkanına, o zaman sadece törensel önemi olduğu varsayılan cumhurbaşkanının hedefini tutturamasa bile kitap fırlatmasına engel olmuyordu.

Neden olmuyordu? Çünkü "kayıtsız- şartsız" terimi, İhtilalciler Arasında Bir Gazeteci kitabının yazarı Bedii Faik'in bu kitabındaki ifadesi ile "yurt sevgisi aslanının memleketçi yelelerini kabartarak bir ihtilali doğru yol sayması" hali ile kayıtlıydı. O kadar ki, bu ifadeyi "Hakimiyet bilâ kaydü şart milletindir" diye yazıp Sinop Milletvekili Şerif Beyin eline verip 23 Nisan 1920'de Ankara'daki meclisin açılış konuşmasında okutturan, daha sonra ilk anayasa olan Teşkilatı Esasiye Kanunu'nun ilk maddesine yazan irade, bir sivile değil de bir askere, (8 Temmuz 1919'da silahlı kuvvetlerden istifa etmiş bile olsa) Tümgeneral Mustafa Kemal'e aitti.

Diyelim ki bir Fransız veya Hindistan anayasasındaki gibi, halktan gelen bir "talep" değildi. 1299'dan beri Osmanoğulları'nın kullanageldiği "ilahî iradeyi" yok etmek için. Ama burada dermeyan edilen irade (egemenlik iradesi) 1961 darbesinden sonra bizzat anayasa tarafından kayıt altına alınacaktır: Madde 4: "…. Millet, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır. … Hiçbir kimse veya organ, kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz."

Darbeye anayasal gerekçe!

Nitekim bu tarihten sonra darbecilerin yurt sevgisi aslanlarının memleketçi yeleleri ne zaman kabarsa buna hemen anayasadan bir gerekçe bulmaları gelenek oldu:
"Yetkisini Türk Milleti'nden alan Türk Silahlı Kuvvetleri..."
"Dökülen kardeş kanını önleme zarureti..."
"Cumhuriyeti koruma ve kollama vazifesi..."
Hiçbiri de çıkıp, "Yahu biz milletin egemenliğini şu-şu parti eliyle kullanmasından hoşlanmadık!" demedi.
İlk günden beri, bir heyet, kurul, kurucu meclis, milli güvenlik şeysi olsun da ne olursa olsun dediler. Çünkü Osmanoğulları'nın iradesinin yerine kendi irademizi koyarken, bu iradenin Osmanoğulları'nınkinden daha çok ilahî olduğu kuralından hareket ediliyor ve Kur'an-ı Kerim'in idareyi bireye değil şuraya verdiğine ilişkin ayet, Meclis'in duvarına tablo alarak asılıyordu: "[İnananlar] işlerini şûra ile yürütürler"
(Şûra Sûresi, 38. ayet). "Yurt sevgim kabardı!" diye milletin temsilcilerini hapse atıp, öldürüp, partisini kapatıp (15 Temmuz'daki gibi bizzat milletin kendisini uçaklardan makineli ile tarayıp) darbeye teşebbüs ettiğinde, illa bir şura kuracaksın ki, en azından inananları ikna etmek kolay olsun.

15 Temmuz 2016 darbe girişiminin "sıra dışı, ani gelişen" ve "paradigma değişimine işaret" olduğunu ifade eden akademisyenler oldu ise de o günleri anlatan anılarda bu girişimin pekâlâ kendi geleneğine uygun hazırlandığı belirtiliyordu. TRT'de zorla yayınlatılan ve bazı özel yayın organlarının da mal bulmuş mağribi gibi üstüne atladığı bildiride, amacın yine TSK'nın (veya TSK adına hareket ettiğini öne süren Fetullahçı Terör Örgütü elemanlarının) geleneksel normlarına uygun hareket etmek olduğu kaydedilmişti: "Rayından çıkan hükümetin işbaşından uzaklaştırıldığı…" "Yurtta sulhun sağlanması…" Ve tabii bir "şura" önerisi: Yurtta Sulh Konseyi.

Sivil iradeye son verme geleneği

Benim en çok merak ettiğim bu konseyin üyelerinin kimliği olmuştur. Çünkü ne geleneksel TSK'miz, ne daha sonra açıklanan örgüt şemalarına bakarak söylersek, FETÖ, ortaya bir kurul lafı attıktan sonra onun içini doldurmadan bırakmamışlardır; ama bu kurulun üyeleri bir türlü ortaya dökülmedi şöyle liste şeklinde, isimlerin başında, 1, 2, 3 diye numaralarıyla… İnsan haliyle merak ediyor tabii. Ülkemizde sivil iradeye son verme geleneğinin bir başka kuralı daha vardır: Azmettirenler. Şura üyeleri gibi bu azmettirme mekanizmasının nasıl çalıştığı ve kimlerin kimi nasıl azmettirdiği de söylenir, ama belgelenemez. 27 Mayıs'tan önce ülkede tam bir teknolojik çöküş yaşanıyordu; geleneksel tarımın yerini araçlı tarım almış, ancak biçer-döverleri çeken traktörlerin, harman-hasat makinelerinin yedek parça temini olmadığı, yeterli sayıda kalifiye tamirci bulunmaması gibi sebeplerle tarlalar ekilemez, ekilen tarlalarda hasat yapılamaz olmuştu. ABD söz verdiği finansal desteği sağlamıyordu.

Başbakan Menderes, geçirdiği uçak kazası sebebiyle dikkatler başka yöne çekildiyse de Londra gezisinden eli boş dönmüştü. Rahmetli Menderes'in Moskova'ya giderek Sovyetler Birliği'nden destek isteyeceği biliniyordu. Bir NATO ülkesinin Sovyetler'den yardım istemesi, Soğuk Savaş'ın o kızgın günlerinde, Batı dünyası için düşünülebilir miydi? Düşünülemezse de Türkiye'de sivil iradeye son vermek, Batı dünyasının bayıldığı "demokratik insan hakları" söylemine ne kadar uygun olabilirdi?

Darbe mekanizmasında modernleşme

Belli ki terazinin iki kefesini iyi bir tartıdan geçiren Batı dünyası "Canım Türkler de sivil irade konusunda çok hassas sayılmazlar!" demiş olmalı. Nitekim Ahmet Tezcan'ın Kafirun'da hikâye ettiği gibi, Türk halkının askerlerinin kabaran yurt sevgisi karşısındaki reaksiyonu henüz 15 Temmuz'daki gibi gelişmiş olmadığı için, pencerelerini sıkı sıkıya kapatıp, öldürülen başbakanları ve iki bakanları için gizli gizli mevlit okutup gözyaşı dökmekten başka bir tepkisi olmadı.
Darbe mekanizmasındaki modernleşmeye paralel olarak, halkın reaksiyon mekanizması da değişiyor ve siviller iradelerine sahip çıkmayı öğreniyorlardı. 12 Mart 1971'de mesela artık başbakan öldürülmüyor; hatta partiler bile kapatılmıyordu. Deniz Gezmiş ve iki arkadaşının idamı, Mahir Çayan ve 9 arkadaşının Kızıldere'de öldürülmesi, 27 Mayıs ile bir bakıma benzerlik gösterse de sivillerin partilerine ve parlamentolarına sahip çıkmaları bir değişimin başlangıcı olabilirdi. Belki de bu yüzden, 12 Eylül 1980 darbesinde, cuntacılar parlamentoyu ve partileri feshettiler ve siyasetçileri hapsettiler. Darbenin sivil faturası bu kez ağır oldu: 650 bin kişi gözaltına alındı, 230 bin kişi askerî mahkemelerce yargılandı, cezaevlerinde ise işkence sonucu 171 kişi olmak üzere yaklaşık 300 kişi hayatını kaybetti, 50 kişi idam edildi, 2 milyon kişi fişlendi. 28 Şubat'ta sarkaç yine bir önceki mekanizmaya dönmüş ve 12 Mart usulü, bildiri ile darbe mekanizması işletilmişti. Kurban olarak sivil siyasetin bir ögesi, Refah Partisi seçilmişti. Bu kez kapatma kararı askeri cuntanın bildirisiyle değil, anayasa mahkemesi eliyle verilmişti. Ama sonuç aynıydı. Sivil irade, bu kez bir darbe için hukuk üreten mahkemenin eliyle kurban ediliyordu.

Sivilleşmenin rüştünün ispatı

15 Temmuz kalkışmasını düzenleyenler, elde mevcut en güvenilir anlatıma göre, bundan önceki darbe örneklerinde daima TSK'nın emir-komuta zinciri içinde hareket edilmesinden farklı olarak, askerî hiyerarşiyi sonradan yanlarına almak istemişlerdir. Bunu becerememişler ve bu yüzden kaybetmişlerdi. Ancak seçtikleri model, daha önce denenmiş ve işlediği kanıtlanmış sivil iradeye askeri darbe ile son verme modeliydi. Çünkü biliyorlardı ki bu model işliyor; çünkü biliyorlardı ki Türk halkı sivil iradeye sahip çıkacak kadar sivilleşememişti. Yanıldıkları nokta da bu oldu. Dört partisini askeri darbelere kurban veren Millî Görüş'ün mezunları, 2002 Halk Devriminden sonra kazandığı, sosyal-demokrat, liberal, (böyle bir deyim siyaset bilimi literatürümüze yerleşmiş olsa Hıristiyan Demokrat karşılığı olarak Müslüman Demokrat deyimini kullanırdım bu noktada) yeni vasfı ile sivillik rüştünü kazandığını da gösterdi.

"Millî Görüş'ün mezunları" mı dedim? Pardon! "Bazı mezunları" diyecektim.

Darbecilerin arasındaki gazeteci Bedii Faik, bu kitabını, şu öğütle bitiriyordu: "Eğer sivilseniz, hiçbir askere, onu bir ihtilalin zaruri olduğu inancına götürebilecek hiç ama hiçbir heyecan aşılamayınız. Eğer askerseniz biliniz ki, bir ihtilalle halledilebilecek hiçbir mesele olmayışına karşılık, onun küpüne zarar bir keskin sirke gibi herkesten önce ve fazla sizi yakması muhakkaktır." Öyle görünüyor ki, 15 Temmuz, askeriyle siviliyle halkımızın sivilleştiğini kanıtladığı bir dönüm noktası oldu. Bu ay kutlanması gereken de budur.

BİZE ULAŞIN