İstanbul'un her sokağı, ayrı bir Şehrazat'tır. Bin bir masal, bin bir öykü, bin bir şiir fısıldar sokaklarındaki her taş, üzerinde sakin sakin adımlayanlara. Kulakları olmasa bile duyar hem bu masalları, öyküleri, şiirleri elbette insan; duymak için kalbi olana, kulak gerekmez ya! Hele ki bir yokuş çıkıyorsanız, nihayetinde kalbiniz daha da hızlı atmaya başlar… Bu sefer kalbiniz de size bir şeyler anlatmanın derdine düşmüştür. Durun dinleyin bakalım, size ne anlatmakta kalbiniz.
Ama insan her zaman bir yokuşu çıkmaz, bazen de iner o yokuştan. O zaman işte, hüzünlü cümleler olacaktır kalbinin ona anlattığı. Ne kadar samimidir bu hüzün, ne kadarını idrak edebilir her kişi, orası ayrı bir konu… Mesela, yıllar yıllar evvel bir şairin indiği bir yokuşta, gidip baksanız taşlaşmış kalmıştır belki de hüznü. O zaman gelin hep birlikte bir Ramazan-ı Şerif gününde Üsküdar'a, Atik Valide semtine doğru yola çıkalım ve yıllar öncesinden bir yokuşu tırmanmaya çalışalım. O yokuşu inen bir şairle ve şiiriyle karşılaşmak, hal-i pürmelalini kavrayabilmek için: "Oruçsuz ve neşeşiz" Türk aydınıyla!
Tenhâ sokakta kaldım oruçsuz ve neş'esiz
Yıl, 1956. Şehr-i Ramazan teşrif etmiş, hatta son günlerine girilmiştir bile. Ramazan ayının yirmi beşinci günü olan 6 Mayıs'ta, bir Pazar gününde, o günkü Hürriyet gazetesinde, namaz saatlerini de içeren "Takvim" bölümünün hemen altında, sayfanın sağ üst köşesinde bir şiir yayımlanmıştır. Bu şiir, o vakitler emeklilik günlerini yaşayan eski bir milletvekili, eski bir büyükelçi ve kendinden sonraki pek çok kalem erbabını eserleri ve düşünceleriyle etkilemiş, Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının en önemli şairlerinden biri olarak kabul edilen Yahya Kemal Beyatlı'nın "Atik-Valde'den İnen Sokakta" adlı şiiridir.
Atik-Valde'den inen sokakta
İſt ardan önce gittim Atik-Valde semtine, Kaç def'a geçtiğim bu sokaklar, bugün yine Sessizdiler. Fakat Ramazan mâneviyyeti Bir tatlı intizâra çevirmiş sükûneti; Semtin oruçlu halkı, süzülmüş benizliler, Sessizce çarşıdan dönüyorlar birer birer; Bakkalda bekleşen fıkarâ kızcağızları Az çok yakından sezdiriyor top ve iſt arı. Meydanda kimse kalmadı artık bütün bütün; Bir top gürültüsüyle bu sâhilde bitti gün. Top gürleyip oruç bozulan lâhzadan beri, Bir nurlu neş'e kapladı kerpiçten evleri. Yâ Rab nasıl ferahlı bu âlem, nasıl temiz!
Tenhâ sokakta kaldım oruçsuz ve neş'esiz. Yurdun bu iſt arından uzak kalmanın gamı Hadsiz yaşattı rûhuma bir gurbet akşamı. Bir tek düşünce oldu tesellî bu derdime; Az çok ferahladım ve dedim kendi kendime: "Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür; Mâdem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür."
Fakat Yahya Kemal bu şiiri yayınlanmasından epeyce evvel, kendisinin de tek partili dönemin Yozgat milletvekili olduğu 1934 yılında kaleme almıştır aslına bakılırsa. Edebiyat tarihçisi Sermet Sami Uysal ile gerçekleştirdiği sohbetlerin birinde, şiirini hangi izlenimler arasında, nasıl bir halet-i ruhiye içerisinde kaleme aldığıyla ilgili küçük ipuçları verir bizlere: "Ben 1934'te Moda'da oturuyordum. Hemen her gün Üsküdar'a gidip orayı keşfe çalışıyordum. Atik-Valde'den Karacaahmet'e bir sokak iner. 1934'te bir Ramazan günü, o dar sokakta durdum. Halkı, kerpiç evleri, bakkal dükkânını seyrettim. O empresyonu aldım."
Yine, "Atik-Valde'den İnen Sokakta" şiiriyle ilgili olarak, bu sefer bir başka edebiyat tarihçisi Orhan Şaik Gökyay'a şunları söyler Yahya Kemal: "Bir Ramazan günü, Moda'dan, Müslüman diyarı olan Atik Valide'ye gittim. İſt ara beş on dakika kala sokakta idim. Manzumede anlattığım gibi halk birer birer evlerine çekildiler. Ben 'Tenha sokakta kaldım oruçsuz ve neşesiz'. Üzüldüm, iskeleye geldim. İstanbul'a geçecektim. Vapurda, Âkif'in dostu olan bir zata rast geldim. Eğer Âkif, benim duyduğum İslâm'ın şevkını, hüznünü duymuş olsaydı başka türlü olurdu. O, İslâm'ın yükselişini, İslâm'ın akâidini terennüm etti." Ezân-ı Muhammedî'nin "Türkçe" okunmaya başlandığı yıllardır bu dönem. Mehmet Âkif'in yurdundan uzakta, bir sürgün hayatı yaşadığı ve "Türkçe ibadet" projesine şiddetle karşı çıktığı, bu projeye dâhil edilmesinden çekindiği için de Kur'an-ı Kerim meali çalışmalarını rafa kaldırdığı yıllar… Bazı edebiyat tarihçileri de Yahya Kemal'in özellikle çocukluğunun önemli bir parçası olan ezanın kanunla değiştirilmesinin şairde ayrı bir burukluk yaratmış olabileceğini söylemişlerdir, bu şiiri tahlil ederken. Yahya Kemal de şöyle anlatır, ezanın çocukluğundaki ve hayatındaki önem teşkil eden yerini ve tesirini: "O yaşlarımda ben Üsküp minarelerinden yükselen ezan seslerini duyarak, içim bu seslerle dolarak yetişiyordum. Minarelerde ezan başladığı zaman, evimizde ruhanî bir sessizlik olurdu. Galiba Üsküp'ün sokaklarında da böyle bir rüzgâr dolaşır, bütün şehri bir mabet sükûnu kaplardı. Yalnız ezan sesleri duyulurdu. Annemin dudakları İsm-i Celâl'le kımıldardı. Bin üç yüz sene evvel, Hazret-i Muhammed'in Bilal-i Habeşi'den dinlediği ezan asırlarca sonra, bizim semamızda hem dinî hem millî bir musikî olmuştu. O andan semamızın mağfiret âleminden gelen ledünnî bir sesle dolduğunu hissederdim. Bu sesler beni bütün ömrümce bırakmış değildir. Müslüman Türk çocuklarının dînî terbiyesinde ezan seslerinin büyük tesirine inanırım. Ben Paris'te iken bile, hiç münasebet olmadığı hâlde kulaklarıma Üsküp'teki ezan seslerinin bir hatıra gibi aksedip beni bir nostalji içinde bıraktığını hissettiğim anlar olmuştur." (Nihat Sami Banarlı, Yahya Kemal'in Hatıraları)
Yokuşların tepesinde ift ar sevincini yaşayabilmek…
Peki, o yıllardan bu günlere, neden bizim aydınımız hâlâ "oruçsuz ve neşesiz" kalakalmıştır bir sokakta? Neden sadece "on bir ayın aydını" olmakta diretir bu kadar Türk aydını? Tanzimat'tan Cumhuriyet'e ve bugüne kadar süregelen modernleşme süreci, neden bizim aydınımız için İslam'ı sadece uzak çocukluk nostaljilerinde bir fl u hatıra olarak imgeleyecek bir güdüklükte bırakmıştır? Neden korkmaktadır, "Korkma!" diyen Peygamberin (sav.) tebliğinden ve bu tebliğin asırları aşıp gelen maddi manevi tüm birikiminden, mirasından, tadından, lezzetinden? Tüm bu ve benzeri soruları çoğaltmak elbette mümkün.. Yahya Kemal'den yola çıkarak birçok şairimizden, yazarımızdan, entelektüelimizden benzer örnekler vermek, hatta daha da fazlasını bulup çıkarmak da mümkün dünden bugüne Türk aydınının sergüzeşti içerisinde. (Sadece "Moda sakini" aydınlarımız için değil, "Üsküdar sakini" olanlar için de geçerlidir elbette tüm bu sorular ve tüm bu örnekler.) Evet, tüm bu sorular da örnekler de çoğaltılabilir. Fakat çözüm nerededir?
Yokuşları tırmanabilmek
Önümüzde duran çıkmazın bir çözümü varsa eğer bu, aynaya bakıp da gördüğümüz yansımalara kızmaktan değil, öncelikle aynada gördüğümüz kendimize çeki düzen vermekte gizlidir diye düşünüyorum. Her şeyden önce, "yarı aydın" olmaklık belasından kurtulamayan, modernleşmekten yana saf tutarken trajik ve melez bir kahramana dönüşen, sırf sırtını yasladığı ideolojik paradigmaların gücüyle bazı köşeleri kaybetmemek için kendini yenileme gereği duymayan, bilgiyi de toplumu da sadece kendi şahsi çıkarları için araçsallaştırmış tüm sabit fikirli kafalardan yükselen seslere kulaklarımızı kapatmamız, tüm bunların karşısında kendimizi edilgen bir hale sokmamamız gerekiyor. Kendi insanıyla, bu toprakların mayasıyla, bizi biz yapan değerlerin en başta gelen tüm unsurlarıyla ve daha birçok kıymetle bir türlü barışamamış, bir türlü hürleşememiş, bir türlü "sivil"leşememiş, korkak, neşesiz yarı aydınlar inmeye daha çok uzun zaman devam edecekler yokuş aşağı sokaklardan. Bizleri de itip düşürmemeleri için bu yokuşlardan aşağı, nasıl kök salacağımızı öğrenmeliyiz toprağımıza. Onlara kızarak vakit kaybetmek yerine, bizlerin yokuşları tırmanmak için daha çok çaba ve emek sarf etmemiz gerekiyor. Yokuşların tepesindeki iſt ar sevincini yaşayabilmek ve yaşatabilmek için daha fazla çalışmaya, okumaya, tefekkür etmeye, azmimizi dergâh edip gönüller kazanma yolunda ilerlemeye gayret etmeliyiz. Bir yokuşta durup, kalbimiz bize ne anlatıyor diye kulak vermeliyiz.