Haçlıların Kudüs'ü 1099'da işgal ettikleri gün olan 15 Temmuz'da ülkemize saldırdılar. Bu bir rastlantı olamaz. Zira emperyalist siyasette tesadüfl ere yer yoktur. Amerikan yandaşı gazetecilerin ve beşinci kol faaliyeti yürüten kimi taşeron isimlerin darbeden birkaç gün önce apar topar yurt dışına çıkarılmasından Foreign Aff airs'te yayımlanan 30 Mayıs 2016 tarihli "Türkiye'nin bir sonraki askeri darbesi" adlı makaleye kadar her ayrıntı bu sinsi plana göre organize edilmişti. Yoksa daha darbeciler harekete geçer geçmez Ankara'daki ABD elçiliği Washington'a "Turkish uprising" (Türk intifadası) başladı diye "beklenen muştuyu" uçurur muydu? Cepheye sürülen köle ruhlu "fettuşiler" kimseyi yanıltmasın.
Bu organize terörizmin kurmay karargâhında ABD ve Avrupalı devletlerden oluşan müstemlekeci akıl vardı. ABD elçiliğinin Washington'a "Türk intifadası/ başkaldırısı'" başladı diye not geçmesi aslında diplomatik skandaldan öte tam bir cürm-ü meşhuttur, suçüstü yakalanmadır. Dolayısıyla Türkiye'deki darbe için de "halkın başkaldırısı" anlamına gelecek "Türk intifadası" ifadesinin seçilmesi boşuna değildi.
Ayrıca darbenin ilk saatlerinde sırra kadem basan Beyaz Saray, ancak rüzgâr değişince "Seçilmiş hükümetin yanındayız" teranesini geveleyebildi. Açıklamalarında bile suçlarını itiraf etmekten çekinmiyorlardı. Zira Dışişleri Bakanı John Kerry, "Darbe çok parlak bir şekilde planlanmış ve uygulamaya geçmiş gibi görünmüyor" diyerek "yeteneksiz çocuklarına" sitemde bulunmuştu. İşgal girişiminin organize bir Haçlı saldırısı olduğunun en büyük kanıtlarından biri de Batı medyasının darbeciler sokağa iner inmez başladığı dördüncü kol faaliyetleriydi. Arap basını ve İslam ülkeleri, "Türkler, vatan ne demek iyi biliyor!" diye coşku ve gıptayla direnen halkımıza destek verirken Haçlı medyası "Erdoğan, Almanya'dan sonra İngiltere'den de sığınma talebinde bulundu. Uçağı Berlin yolunda" şeklinde kirli manşetler atıyordu.
Amerikan TV'lerinde ekrana çıkan analistler, "Erdoğan kazanırsa biz kaybederiz" diyerek darbecilere açık açık destek veriyordu. Fakat darbecilerin başaramayacağı anlaşılınca bu kez hep bir ağızdan 'Bu bir tiyatro' çarpıtmasına başvurdular. Zafer sarhoşluğunun riskleri Daha dünmüş gibi gelen 2016'daki darbe ve işgal girişiminin beşinci yıldönümünü anacağız bu ay. Türk halkı, bağımsızlığına yönelik çok uluslu bu işgal hareketini Çanakkale ve Kut'ül- Amare'yi aratmayan bir direniş ruhuyla hezimete uğrattı. Ezan ve salalarla sokağa dökülen bu millet, darbeye yeltenenlere unutamayacakları bir darbe indirdi. Çengelköy'de şehit düşen gazeteci arkadaşımız Mustafa Cambaz ve diğer kahramanların direnişiyle simgelenen bu istiklal ruhu, işgalci aklın rezil suratına Osmanlı tokadı gibi indi. Daha önce her istediklerinde darbe yapan ve sonuç alan Amerika'nın çocukları ilk kez çuvalladı.
Zaten Batı medyasında, demokrasi destanı yazan kahraman milletimize dair ne o gece ne de geçen beş yıl boyunca olumlu tek bir satır bile göremedik. Tam tersine ABD ve çocuklarının hayallerini kursaklarında bıraktığımız için ülkemize karşı kinlerini daha da bilediler. Çünkü "Onlardan olmadıkça bizden asla razı olamayacaklarını" iyi biliyoruz. İşte bu yüzden asla rehavete kapılmamak gerekir. Zafer hâli bizi sevince boğup asla tedbirsiz bırakmamalı. Beş yıl geçmesine rağmen henüz yolun başındayız. Yapacak daha çok işimiz var.
Carter Doktrini'ni çökerten konsept
Türkiye'nin 15 Temmuz darbe girişimine karşı sergilediği destansı direniş bölgesel ve küresel denklemleri de sarsmaya başbaşladı. Özellikle 15 Temmuz'dan sonra devreye sokulan yeni güvenlik konsepti ve milli savunma stratejisi çerçevesinde Rusya, Çin ve İran ile derinleşen ilişkiler, Astana süreci, Suriye'deki harekâtlar, Katar ile daha ileri bir aşamaya varan askeri ve ticari ittifaklar, Libya ve Karabağ hamleleriyle Türkiye başta Ortadoğu olmak üzere Körfez, Doğu Akdeniz ve Kafkasya'daki emperyal statükoyu derinden sarstı/sarsıyor.
Bu kritik bölgelerde Türkiye'nin kurduğu yeni ittifak yelpazesinin Atlantik Paktını her geçen gün zayıfl attığını görüyoruz. Astana ile başlayan süreçte ilk kez ABD'nin yer almadığı bir Ortadoğu sorununda (Suriye krizi) çözüm masası oluştu ve sonuç da verdi.
Astana sürecine ek olarak Türkiye ve İran'ın Suudilerin başlattığı Katar ablukasını işlevsiz kılması da ABD ve müttefiklerinde soğuk duş etkisine yol açtı. Ardından Libya, Kıbrıs, Doğu Akdeniz ve Kafkasya'daki atılımlar geldi. Türkiye bu yeni güvenlik konseptiyle 1980'lerden beri Ortadoğu'daki güvenlik mimarisinin temelini oluşturan ABD'nin o ünlü Carter Doktrini'ni adeta felç etmiş halde. 23 Ocak 1980'de ilan edilen bu doktrine göre Hazar Denizi'nden Afrika Boynuzu'na ve Fas'tan Basra Körfezi'ne uzanan bölgeler ABD'nin kırmızı çizgisiydi. Bir bakıma Ortadoğu'yu çevreleyen Akdeniz, Kızıldeniz ve Umman Denizi ile Basra ve Aden Körfezleri fiili olarak birer "Amerikan Gölü" ilan edilmişti.
İsrail'in güvenliği, enerjinin kontrolü ve bölgede ABD dışında başka bir hegemonun ortaya çıkmasını engellemeye dayalı bu strateji kapsamında 1 Ocak 1983'te Amerikan Merkezi Komutanlığı (CENTCOM) kuruldu. ABD'nin çıkarlarını savunmak adına CENTCOM sorumlu olduğu 20 İslam ülkesinde neredeyse son 40 yıldır savaş, işgal, askeri müdahale, darbe, iç savaş, ekonomik manipülasyon, Gezi benzeri sokak hareketleri, etnik, mezhebi ve ideolojik çatışmalar gibi devreye sokmadığı kaotik senaryo kalmadı.
İslam dünyasının "çelik çekirdeği"
Ne var ki geldiğimiz noktada İslam dünyasının "çelik çekirdeği" Türkiye'nin iradesini kıramadılar. Bu yüzden Amerikan hegemonyasının Ortadoğu, Doğu Akdeniz ve Kafkasya'daki üç sacayağı da aksıyor artık. Dolayısıyla Türkiye'nin 15 Temmuz'daki destansı direnişinin yol açtığı domino etkisi bugün Ortadoğu'daki Pax Americana sistemini sarsıyor. 11 Eylül 2001'den bu yana küresel siyaseti, her tür terör enstrümanının devreye sokulduğu iç ve dış kaoslar belirliyor. İlk olarak "EL CIADE"/El Kaide bahanesiyle Irak ve Afganistan işgal edildi. Ardından DEAŞ, PKK/ YPG eliyle Ortadoğu tekrar dizayna tabi tutuldu. Bu bağlamda Batı destekli darbe ve müdahalelerle Ukrayna ve Mısır'a yeniden format atıldı. Arap Baharı ile adalet, özgürlük, demokrasi ve refah isteyen Müslüman ülkeler ise Suriye, Yemen ve Libya'daki gibi iç çatışmalara mahkûm edildi. Emperyalist küresel merkez şimdiye kadar sadece "çelik çekirdek" diye nitelenen Türkiye'nin bileğini bükemedi. "Erdoğansız AK Parti veya Erdoğansız Türkiye projesi" kapsamında 2013 yılındaki Gezi kalkışmasından bu yana içeriden ve dışarıdan acımasız saldırılara maruz kalıyoruz.
Ülkemize yönelik her tür lobi, grup, örgüt ve medya organı ile farklı ideolojik ve finansal aygıtlar eşzamanlı olarak aktive edilmiş durumda. Ancak 15 Temmuz 2016'daki darbe ve işgal girişimine yönelik destansı direnişte de görüldüğü gibi emperyal aklın Türkiye'ye karşı devreye soktuğu bütün kaos planları karşı zaferlerle çökertildi. Unutmayalım, "Reisi deviremeyenler 15 Temmuz'da ona destek veren Anadolu'yu devirmeye kalkmıştı. Batı dünyası, Gezi'den bu yana "Batılılaşamamış Müslümanların Türkiye'yi yönetmesine izin verilmemeli" diyerek 15 Temmuz'da harekete geçti. Ne var ki Türk milletinin direnişiyle emperyal aklın kimyası bozuldu.
Küresel dengeleri de bozduk
Peki, Türkiye'yi hedef seçen emperyal akıl ile onun diğer taşetaşeronları ne istiyor bizden? Lafı hiç uzatmadan söyleyelim. Öncelikle Recep Tayyip Erdoğan'dan vazgeçmemizi istiyorlar. Türkiye'dekilere, "Eğer Erdoğan'a sahip çıkarsanız bütün ülkeyi yakarız. Hepinizi ayrım gözetmeden topluca cezalandırırız" diyorlar.
Yani millet ve devlet olma iddiamızı unutmamızı, Anadolu'ya hapsolup Irak, Suriye, Libya, Doğu Akdeniz ve Kafkasya'da işgalcilerin politikalarına teslim olmamızı istiyorlar. Oysa bu mümkün değil. Erdoğan'ın deyişiyle "Artık öyle bir Türkiye yok!" Ayrıca unuttukları bir şey daha var.
Fransız İhtilali (1789) ve Rus Bolşevik Devrimi'nin (1917) ortaya çıkardığı toplumsal/ kültürel psikoloji nasıl rehin alınamadıysa 15 Temmuz ruhunun da bu saatten sonra zincire vurulması artık imkânsız.Çünkü tarihe yön veren bütün devrimler, onu alt etmeye çalışan iç ve dış karşı güçleri her zaman hezimete uğratmıştır. Tıpkı Gezi'de, 17 Aralık 2013, 10 Ağustos 2014, 1 Kasım 2015, 15 Temmuz 2016 ve 16 Nisan 2017'de olduğu gibi... Bu yüzden Türkiye'ye diş geçirememenin öfkesi içindeler. Gerçekten de 15 Temmuz darbe ve işgal girişiminden sonra Türkiye'nin Batı'ya gösterdiği "zincirleme tepkimeler" sadece emperyal ezberleri değil dengeleri de bozuyor. Nitekim Robert Kaplan'ın The Decline of American Brand'de (ABD Markasının Düşüşü) yazdığı gibi Amerika'nın imajı yerlerde sürünürken haklı ve tarihi reaksiyonlarını sürdüren Türkiye'nin küresel değeri ise her geçen gün artıyor. İşte bu yüzden bir zamanlar dünyanın hâkimi olan "süper güç ABD" şimdi hafakanlar içinde. Her projesi birer trajediye dönüşüyor. Çoğu analizci 15 Temmuz'un tetiklemesiyle ortaya çıkan bu tabloyu "ABD'nin hegemonik ölümü" diye niteliyor.
Yeni dünyanın kurucu paradigması
Erdoğan'ı "Yeni bin yılın Selahaddin'i" diye hedef gösterenlerin korktukları sonunda başlarına geldi. 15 Temmuz'dan sonra Türkiye, sadece dar bölgesel jeo-politik hesaplarda ve enerji denklemlerinde değil yeni dünyanın kurucu paradigmasında da artık daha fazla ağırlığını hissettirmeye başladı. Özellikle onun "dünya beşten büyüktür" çıkışına dudak bükenler şimdi bu söylemin küresel bir trende ve vizyona dönüştüğünü görmenin şaşkınlığı içinde.
Son beş yıldır Türkiye'nin izlediği değer ve ilkelerinden asla taviz vermeyen stratejisi "Anadolu ülkesi"ni bir dünya devletine dönüştürme hamlesini daha da güçlendirdi. Geldiğimiz noktada, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın şahsında ülkemizi hedef tahtasına koyanların devreye soktuğu o kaba siyasi kadastro faaliyetleri, şimdi bir bumerang gibi onları vurmaya başladı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı devirip Türkiye'yi rehin almaya yönelik bütün kirli kumpasları akamete uğrayan küresel terör koalisyonu, fena halde köşeye sıkışmış durumda.Zira Türkiye yüz yıl önce Çanakkale ve Kut'ül Amare zaferleriyle nasıl İngiltere'nin bölgesel ve küresel planlarını bozarak I. Dünya Savaşı'nın uzamasına, Rusya'da Bolşevik İhtilali'ne giden sürecin başlamasına ve ardından emperyal güçlerin bloklaşmasına yol açtıysa şimdi de 15 Temmuz destanıyla İslam dünyasını yeniden dizayn etmeye çalışan ABD'nin kaos stratejisine ağır darbeler indirerek, Atlantik merkezli küresel sistemin hızla irtifa kaybetmesine yol açtı/açıyor.
Fakat unutmamak lazım ki emperyal odaklar, Türkiye'ye diz çöktürene kadar durmayacak. Frantz Fanon'un dediği gibi "Sömürgeciler kendi rızalarıyla çekip gitmez ve savaşmadıkça da hiç bir şey değişmez." Zira tarihte hiç kimsenin savaşmadan kölelik zincirlerini kırdığı görülmemiştir. Bu anlamda egemenliğini bileğinin hakkıyla elde etmiş bir ülke olarak Türkiye, özellikle 15 Temmuz zaferinden sonra kim ne derse desin çatırdayan dünya sistemi içinde hiç olmadığı kadar manevra yapma imkânına kavuştuğu dönemlerden geçiyor. Türkiye'nin mücadelesi, Müslüman dünya için de bir dönüm noktası ve referanstır. Amansız bir savaştayız. Bir yanda "ehl-i salib" ile onun yanında saf tutan FETÖ, PKK, DEAŞ ve diğer taşeronlar; öbür yanda ise omuz omuza veren Selahaddin ve Fatih'in torunları var. Ve bu yeni Selahaddin ile yeni Fatih'lerin torunlarının İstanbul'dan sonra Mogadişu, Erbil, Halep, Kabil, Bağdat, Saraybosna, Bakü, Katar ve Kudüs'te de boy göstermesi ABD liderliğindeki Atlantik'teki paniği her geçen gün daha da derinleştiriyor. Yeni Türkiye'nin kaygısını had safhaya ulaştırdı. Zira Atlantik düzeni yerine "un ufak olan bir bağımlılık" (splinter dependency) dönemine giriyor dünya. Pax-Americana devri kapanırken Türkiye, Rusya, Çin ve İran gibi aktörler arasındaki güçler uyumu (harmony of powers) ile nitelenen Trans-Pasifik çağı başlıyor.
Yeni dönemde Türkiye, Atlantik'in Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya'daki payandası olmak yerine artık "küresel iç politik" (weltinnenpolitik) denilen bir anlayışla ulusal hedefl erine yöneliyor. Binlerce kilometre öteden gelip Türkiye'nin hinterlandında güç gösterisine kalkan küresel ve bölgesel aktörler, her istediklerini dikte edememenin öfkesi içindeler.
Şunu artık görmeye başladık ki ABD ve Avrupa'nın gücü meğer Türkiye'nin zayıf olduğu kadarmış. Olayları lehimize çevirmede bölgedeki mukayeseli üstünlüğümüzü daha yeni keşfettik. Hepsinden önemlisi de ABD'nin tezgâhlarını bir tür "Midas dokunuşu" ile bertaraf edebiliyoruz. Yani her şeyin bir silaha dönüştüğü "hibrit mücadele çağında" Türkiye artık ABD'nin korkulu rüyası haline geldi. Makyavelli'nin dediği gibi "Korkulan biri olmak sevilen biri olmaktan çok daha güvenlidir."
İşte 15 Temmuz ruhu sayesinde Batı'nın sevmediği ama kendisinden korktuğu bir ülkeye dönüştük. 15 Temmuz destanı bize emperyal merkez konumundaki ABD ve Avrupa ile ilişkilerimizde daha bağımsız, yerli ve milli dinamiklerle hareket etme imkânı sağladı. 15 Temmuz bu anlamda her açıdan küresel bir güce dönüşerek devletten medeniyete doğru yürüyen "Yeni Türkiye realitesi"nin sancağıdır. Bu sancağı yere düşürmemek lazım. Yoksa sadece Türkiye değil başta İslam âlemi olmak üzere Batı dışındaki dünya da kaybeder.