Bir Müslüman, aynı zamanda bir "din adamı" olarak son birkaç yıl öncesine kadar, bir taraftan Hristiyanlık ve Yahudiliğin tarihî süreç içerisinde yine kendi inananları tarafından asıllarının nasıl bozulduğunu, kendi içlerinde bölündüklerini, buna bağlı olarak Batı toplumlarında dinle mesafenin gittikçe açıldığını, dinden kopmaların yaşandığını anlatıyor, diğer taraftan da bakışımızı kendi toplumumuza çeviriyor bu türden bir uzaklaşmanın olmayacağı/ olamayacağını düşünüyor, inanıyorduk. Öyle ya İslam dini fıtrata, akla aykırı değildi, ilahî kelamı da bozulmamış hâliyle elimizde mevcuttu; İslam her zaman yaşanabilir, evrensel bir dindi. Dinî yaşantımız ile söylemlerimiz arasında çoğu zaman zıtlık olsa da netice itibariyle yüzde doksan dokuzumuzun ağzından "Müslümanım" lafzı çıkıyordu.
Ancak son yıllarda bizi şaşırtacak nispette yayılan dinden uzaklaşma hikâyeleri görür olduk. Etrafımızdan, hatta çok yakınlarımızdan "agnostiğim, deistim, ateistim, din ilgi alanım değil" seslerini işitmeye başladık. Bu noktaya gelinmesinde, bugün dünya ölçeğinde yayılmaya çalışılan, hususen 18 ve 19'uncu yüzyıllarda olduğu gibi olumsuz Müslüman imajı (İslamofobia), Taliban, DAEŞ, FETÖ gibi dinin alet edilip kurban edildiği ve hâlen ne türden saiklerle ortaya çıktıkları sarahate kavuşturulamamış terör hadiseleri, "ben merkezli" dünya tasavvuru, doğrunun kriterinin kişinin kendi aklına indirgenmesi, bilim ve teknoloji alanındaki gelişmeler ve bunun paralelinde hakikat algısının bulanıklaştırılması gibi hususların başarısı (!) yadsınamaz bir gerçek.
Genç zihinlere atılan şüphe tohumları
Tüm bunların başka bazı meseleleri de tetiklediğini, neticede hangi yaşta olursak olalım din algımızda ve dinî yaşantımızda belli derecelerde menfi tesirlerini gördük. Ama özellikle, sosyal medyayı ve teknolojiyi kendinden önceki kuşağa göre çok daha hızlı kullanıp bu dünyada çok fazla vakit geçiren gençliği etkisi altına aldığını söylemek yanlış olmasa gerek.
Çizmeye çalıştığımız tablonun içinde doğup büyüyen gençleri, şahit oldukları olumsuzluklar, din adına gündelik hayatta bazı dindarların sergilediği "kötülükler", dünya çapında yaşanan zulümler sorgulamaya sevkettiği gibi, aynı tablonun kötü niyetli aktörleri tarafından da gençlerin zihin dünyalarına pek çok şüphe tohumu atıldı, atılıyor. Nihayet şüphenin ilk göstergesi "ben agnostiğim" ya da "deistim" şeklindeki itiraflar oldu.
Daha da trajik olan, biz din görevlilerine "Hocam ben agnostiğim, bu durumda dinden çıkmış olur muyum?" sorusuyla gelen gençlerin varlığı. Onların, popüler kültürün, sosyal medyanın, bazı TV dizileri ve kitapların, arkadaş gruplarının etkisiyle kavramın ne içerdiğinden ziyade büyüsüne kapıldıkları, tenkit ettikleri, tavırlarını benimsemedikleri toplumdan farklılaşma, entellektüel bir tutum içinde olma kaygısıyla bu ifadeleri dillerine doladıklarını düşünüp, gelen dalganın kuvvetini kavrayamamış, gülüp geçmiştik. Çoğu ebeveyn bu ifadelerin ne anlama geldiğini bile bilmiyordu ve galiba bilmek de istemedi. "Gençlik rüzgârı geçer, delikanlılıkta olur böyle şeyler…" denildi belki fakat meseleye bu kadar naif yaklaşılamayacağı artık belli oldu.
"Ben Allah'ı inkâr etmiyorum ki!"
Annesinin ısrarı üzerine 17 yaşındaki bir delikanlı içindeki çatışmalar hakkında bizimle konuşmaya ikna olmuştu. Kendisiyle sohbetimizden önce annesi çocuğunun dinî geçmişini anlatmaya başladı: "Her yaz mutlaka Kur'an kursuna gönderdik, Kur'an okumayı öğrendi, hatim de yaptı; biz de evde ibadetlerimizi edaya gayret ediyoruz…" v.s. Annenin vurgulamaya çalıştığı şey oğullarının içinde bulunduğu bu kaotik-agnostik durumun sorumlularının kendilerinin olmadığı idi! Sorunu böyle çözebilseydik ne güzel olurdu… Gence söz sırası geldiğinde, sözlerinin ve düşüncelerinin arkasında duruyor edasıyla "Ben Allah'ı inkâr etmiyorum ki! Sadece O'nun bilinemez olduğunu söylüyorum. Bilmiyoruz işte! Hadi, sen söyle nasıl biliyorsun?! Sen de bilmiyorsun aslında. Sadece Allah yarattı diyorsun" dedi. Arafta bir zihin ve kalp dünyası, şaşkın… Ne aklı ikna olmuş ne de kalbi mutmain ve belki biraz da somuttan soyuta geçme yaşı gecikmiş bir genç duruyordu karşımda.
"Evet ben de söylediklerinin bir bölümüne katılıyorum" dediğimde başını kaldırıp şaşkın bir ifade ile "Nasıl yani?!" diye sordu. "Evet, doğru, Tanrı'yı tam olarak anlayamayız, tanımlayamayız. Aslında gözle gördüğümüz her nesneyi de tam olarak algılayamayız, biliyorsun değil mi?" Masada duran kalemi elime alıp ona bu kalemi tanımlamasını istediğimde "Yazı yazmaya yarayan alet" dedi. Cevabını ikna edici bulmadığımı, çünkü kalemi sadece işlevselliği üzerinden tanımladığını, bunun da onun mahiyetini kavramamda yeterli olmadığını söylediğimde çok şaşırdı. "Yani şu gördüğün kalemin bileşenlerini de söylemen gerekiyor; analiz edebilir miyiz tüm bileşenlerini?" Sonra devam ettim: Bilgisine sahip olduğumuzu zannettiğimiz şeyleri gerçekten biliyor muyduk? Eski tabirle, künhüne vâkıf mıydık? Velev ki bu bir kalem dahi olsa...
Akıl her şeyi çözemez
Böyle başladığımız konuşmamızda Tanrı'yı neden deney tüpüne, laboratuvara koyamayacağımızı izah etmeye çalıştım. Çok yakın tarihe kadar mikrop denen şeylerin bilinemediğini ancak bunun onların yok olduğunu göstermediği örneğini verdim. Fizikî âlemin iddia edildiği gibi metafizikten tamamen ayrılamayacağını, zira mesela enerjinin dahi hâlen sarih, müşahhas bir tanımının yapılıp yapılamayacağının tartışıldığını, dolayısıyla kendi zihin dünyasında mevcut tanımı bir kez daha düşünmesini istedim. "Mademki gözle gördüğümüz şeylerin bile tam tanımı yapılamıyor, Tanrı'yı nasıl tanımlayacağız? Yine benim dediğime çıkıyor!" cümlesini tabi ki bekliyordum. Belki de ifade edemediği şey aslında "Akıl her şeyi çözemez, sınırını bilmeli" idi.
Bu "çarpıcı" soru üzerine, bizzat Tanrı'nın bizim algılarımız çerçevesinde kendisini tanıttığını söyleyerek bu bağlamda zatî sıfatları anlattım. İki hususa dikkat çektim: Birincisi, O'nun varlığı ve varlığının diğer müşahede edilebilen varlıklardan ayrı olması gerektiğiydi. Diğer husus da, aynı anda gece ve gündüzün olamayışı gibi varlık ve yokluğun da aynı değerde olamayacağıydı. Sonra şunu sordum: "Sence Tanrı bilinebilir olsaydı bu nasıl olurdu?" Aslında cevabını beklemiyordum sadece düşünmesini istemiştim. Ksenofones'in şu meşhur sözü aklıma gelmişti: "Öküzlerin resim çizme yetenekleri olsaydı tanrılarını kendi suretlerinde çizerdi…"
İki saatten fazla süren konuşmamızın onda nasıl bir zihnî değişim oluşturduğunu bilmiyordum, ama en azından "agnostiğim" demenin hiç de kolay olmadığını anladığını kalkarken yüzündeki ifadeden okuyabiliyordum. Daha sonraki günlerde iki defa telefonla, bir defa da yüz yüze görüştük. Artık soruları İslâm dini ile ilgili idi. Aslında hepimizin zihninde zaman zaman oluşan sorularla şüpheleri inancının önüne geçmiş gözüküyordu.
Keşke ona, en başından şüphe etmenin, bunu dillendirmenin hiç de zannettiği gibi kötü olmadığını anlatabilseydik ve şu hadisi de kulağına küpe etseydik: "Resulullah (s.a.v.)in sahabilerinden bazı kimseler gelerek 'Ya Resulallah! Bizim aklımızdan öyle çirkin şeyler geçiyor ki onu konuşmayı büyük bir vebal kabul ediyoruz. Bunları dile getirmenin karşılığında dünyadan şu kadar malımız olmasını istemezdik' dediler. Resulullah (s.a.v.) 'Gerçekten böyle mi oldu? Bu samimi imandır' dedi." (Ebu Davud, Edeb)
"Ne kadar ateistim?"
2003'te, kırk küsur yaşına kadar dindar diyebileceğimiz bir kimse iken o güne kadar öğrendiği ve içinde bulunduğu geleneksel din ile okuduğu din arasında gelgitler yaşayıp nihayet ateizmi tercih eden bir erkeği tanımak bende şok etkisi yaratmıştı. Ateist olmak mı?! Nasıl mümkün olurdu?
Aklım almamıştı ve duygusal gerekçeye dayandırmıştım.
"Ateizim ne bir varış noktası, ne de soruların cevabının verildiği bir yer. Bence soru sormaktan vazgeçmektir" demişti bir genç kızımız.
Tarih 2018…
Hepsi üniversite öğrencisi olan bir grup gençle Ramazan sohbeti için davet edilmiştim. İnsan ve yaratılış gayesi üzerine konuştum. Konuşmamım sonunda farklı üniversitelerde eğitim gören üç genç kız bazı sorular sormak istediklerini söylediler. Kaldım. Diğer gençler dağılmıştı. Utangaç üç çift göz zemindeki halıya dönüktü. İçlerinden biri sıkılarak "Hocam bizim inanmaya dair ciddi sorularımız, sorunlarımız var" diyebildi.
Zihnim hızlıca acaba mesele ne olabilire cevap aramaya başlamıştı bile: "Muhtemelen şu şu konular üzerinde sorular gelecek..."
İlk konuşan söze şöyle devam etti: "Hocam biz aslında kendimizi ateist olarak tanımlıyoruz! Bunu şimdilik kendi aramızda dillendiriyoruz. Malum ailemiz İstanbul dışında ve bizim buradan burs almamız gerekiyor. Ateist olduğumuzu söylersek bursumuzu keserler."
"Aklı başında kızlarsınız. Tabii ki sizin hangi dini seçeceğinize ya da dinsiz olmaya karar vermenize karışamam. Kararınızı vermişsiniz. "Ne" olduğunuzu söylediniz de, benden ne istiyorsunuz? Bu sadece bir itiraf mı? Yoksa konuyla ilgili hâlen tereddüt ve sorularınız mı var?" dedim.
Birbirleriyle bakıştılar… Çantamı elime aldım, ayağa kalktım. Bir diğeri "Hocam aslında biz de bilmiyoruz. Gerçekten inanmak istiyoruz. Ama bir türlü olmuyor. Çok kitap okuyoruz, bir sürü video izliyoruz, aramızda konuşuyoruz... Hatta ilk zamanlar şeytan vesvesesi diyerek namazlarımıza da dikkat ettik, Kur'an meali okuduk. Ama aklımıza söz geçiremiyoruz onu ikna edemiyoruz" deyiverdi.
"O zaman kendiniz hakkında çok çabuk karar vermişsiniz kızlar. Bence henüz daha kalemi kırmamışsınız. Hadi şu cümlenizi değiştirmekle başlayalım işe" dedim.
Biraz rahatlamış görünüyorlardı. Tekrar oturdum önce nereden geldiklerini, aile yapılarını, hobilerini, neler izlediklerini, hangi çevrelerde dolaştıklarını, internette en çok ne takip ettiklerini anlamaya çalıştım, sorular sordum. Samimiyetle verdikleri her bir cevap aslında geldikleri süreci çok güzel özetliyordu: Anne babası boşanmış olan genç kızın öfkesi dinmemiş, fakirliği açlık sınırında yaşayan diğeri dünyayı anlamlandıramamış, herkesin her şeyi yapabildiği bir dünyada bu kadar daraltılmış, sınırlandırılmış olmak da bir diğerinin isyanı idi.
Genç kızlarla muhabbete devam…
Tıyneti bozuk sorular
"Kur'an'da homoseksüelliği yasaklayan ya da lanetleyen bir ayet varsa ben o kitaba inanmam!" Henüz daha ilk karşılaşmamız idi. Ve muhtemeldir ki annesinin ısrarla böyle birisiyle arkadaşlığına karşı çıkışının intikamını almak için, kendisiyle tanışmamızın akabinde konuşmasına böyle başlamıştı. İyi bir üniversitede okuyordu ve anne babası geleneksel dindarlıktan sıyrılıp daha bilinçli Müslümanlar olmaya gayret eden kimselerdi. Çocuklarını da bu çerçevede yetişmesi için özen gösteriyorlardı.
Gencin bu sorusunun cevabını önce, yasağın hikmetiyle açıklama yoluna gittim. Ama her bir cümlem sanki kalbine zehirli ok gibi saplanıyor ve soruları daha alaycı, aşağılayıcı, rencide edici hâle geliyordu: "Tanrın, yapamayacağı şeyi yaratır mı? Bu dünyadan daha mükemmel dünya yaratamaz mıydı? Kendisi gibi bir tanrı yaratamaz mı?" Tüm bu soruları peşpeşe sıralayıp "Sizce bu soruların cevabı var mı?" diyerek elinde tuttuğu soğuk meşrubatı içmeye başladı. Aslında sorunun cevabını istemiyordu. "Bana istediğim cevabı vermezsen ben de inanmam" vurdumduymazlığıyla, sadece annesini kırmamak için görüşmeye evet demişti. Zaten derslerinin çok zor ve ağır olduğunu, bir daha görüşebileceğini zannetmediğini sözlerine ekledi. Ben de kendisine okuması için birkaç kitap önerisinde bulundum. Acıydı ama aklını tanrı edinenlere nasıl yardım edilebilirdi ki?!
Dönerken Rabbim'den hepimiz için hidayet niyaz ederken, bir yandan da Resulullah'n (s.a.v.) şu hadisini düşünüyordum: "İnsanlar soru sormaya o kadar dalacaklar ki sonunda "Her şeyi yaratan Allah'tır. Peki, Allah'ı kim yarattı?' diyeceklerdir."
Son söz: Kısa ve öz olsun Her dönemin, her çağın kendine mahsus spesifik problemleri olacaktır. Her bir sorunu tespit edip adını koymak kadar sorunun çözümüne katkı sağlayacak şeyleri de üretmek esastır. Çağımızda gençlerin inanca dair yaşayıp dile getirdikleri problemlerin, tedirgin edici tarafları olmakla birlikte, bazı açılardan sorgulatıcı, eğitici, öğretici hatta gençleştirici katkısı olduğunu da söylesek abartmış olmayız. Belki bundan sonra hangi rolde olursak olalım onlarla iletişimde yol haritası belirlemede kendilerini tanımlamaları, soruları, sorgulamaları, tavırları çok önemli olacaktır. Onların soruları aslında hepimizin soru ve sorunları. İnancımızı, inanç konularını bir kez daha onların sorunları noktainazarından süzgeçten geçirmek bizi gençleştirecektir.
Diğer taraftan bilelim ki gençler, sözü uzatmayı, politik cevap vermeyi, ayrıştırmayı, melekleştirme ya da şeytanlaştırmayı, hiyerarşiyi, hikmetten uzak bir din anlatımını, olumsuz sıfatlarla damgalanmış cahil bir muhatap olarak kabul edilmeyi, değersizleştirilmeyi, alaya ve hafife alınmayı, inovasyon merkezi olarak görülmeyi sevmiyorlar.
İnteraktif, irfanî-ahlâkîhikemî anlatımı, doğru kıssa/ hikâyeyi, kendilerini ve dünyayı anlamlandırmayı, kendilerine söz verilmesini, kendi potansiyellerini keşfetmeyi/ keşfettirilmeyi, sorumluluk almayı, iyilik yapmayı, samimiyeti, espiriyi, kendilerine ayna tutulmasını, etraflarında sözlerinden ziyade davranışları güzel insanların olmasını istiyorlar.