Emperyalizmin klasik yöntemi olan "böl ve yönet" (divide and rule) dönemi sona erdi. Yeni yöntem "tanımla ve böl" (define and divide) stratejisine dayanıyor. Bu yeni sömürü düzeni akademi, sanat ve toplumsal yaşamın temel dinamiği hâline gelen ve özü itibariyle kökü budanmış aidiyetlere, trans bireylere, toplumsal cinsiyete (gender) ve kurgulanmış etnisiteye endeksli; apolitikliği yücelten post-yapısalcı, post-modernist ve post-kolonyal söylem ve disiplinlerden besleniyor.
Bu disiplinler emperyalizmin alt-üst ettiği dünyadaki kaosun nedenleri ve aktörlerine asla değinmez. Sadece bu yıkımın sonuçları ile bireysel mağdurlarının nevrotik manzarasından oluşan enkazlara gezi turları düzenler. Böylece dikkatleri küresel sömürü ve haksızlıklardan uzaklaştırıp insanları siyasal amaç ve hedefleri hadım edilmiş emperyal projelere hizmet eden soyut ve narsist hareketlerin birer kurşun askeri hâline getirirler.
Unutmamak gerekir ki kolonyal düzen artık tanklar, askerî birlikler, nükleer denizaltılar, savaş jetleri, SİHA'lar ve güdümlü füzelerle tesis edilmiyor. Sömürü sisteminin ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal meşruiyeti için artık şairin dediği gibi "namlusu akla çevrilmiş sahra topları'" kullanılıyor.
Namlusu akla çevrilmiş bu post-modern sahra toplarının merkezinde de akademi, düşünce, edebiyat ve sanat dünyası yer alıyor. Böyle bir jeo-kültürel donanım olmadan emperyal güçlerin diğer ülkeleri, millet ve toplumları klasik militer yöntemlerle kontrol altında tutması artık hem çok zor hem de çok maliyetli.
Post-yapısalcılar boşuna "iktidar önce dilde kurulur" demiyor. Başta ABD olmak üzere Batı'nın elindeki bu söylem ve tanımlama üstünlüğü günümüzün en etkili sömürü silahı konumunda.
Fransız Marksist filozof Louis Althusser 1970'te yayımlanan İdeoloji ve İdeolojik Devlet Aparatları eserinde üreten modern toplumu temel alarak daha çok haberleşme aygıtları üzerinde durur. Oysa günümüz post-modern toplumları ve popüler kültürü aidiyetlerini üretim yerine tüketimle elde ediyor. Bu nedenle bugün akademi dünyasından iletişime, sanattan bilime, reklamdan medyaya, sağlıktan iktisada, internetten modaya ve çevrecilikten akıllı zekâ teknolojilerine kadar birçok ideolojik aygıt sosyal ve kültürel hayatı şekillendiren en etkili kuvvet hâline gelmiş durumda.
Bu nedenle akılları hukukun üstünlüğü, özgürlük, demokrasi, insan hakları, serbest pazar gibi neo-liberal piyasa uygarlığının kolonyal kavramlarıyla uyuşmuş zihinlere nüfuz etmek insanüstü bir gayret istiyor. Batı dışındaki dünyanın afyonu konumundaki bu emperyal kavramların narkotik etkisini küçümsememek lazım.
A'dan Z'ye yeniden dizayn
İşte, Yeni Roma olduğu iddiasındaki ABD devleti, küresel hâkimiyeti ve deniz aşırı operasyonları için II. Dünya Savaşı'ndan günümüze kadar her tür akademik aygıtı, düşünce kurumu ve sosyal kuramı bir anlamda CIA ve Pentagon'a jeo-kültürel lojistik destek sağlayan birer "silah" şeklinde tasarlamıştır.
Hatta özel şirketler, popüler kültür trendleri, sivil toplum örgütleri, öğrenci hareketleri, sendikalar, sanat akımları, edebiyat ve hatta en soyut felsefi düşünce kuramları bile ABD devletinin deniz aşırı çarkı için birer dişli işlevi görür.
Özellikle akademik dünya Amerikan imparatorluğunun çıkarları için A'dan Z'ye yeniden dizayn edilmiştir. Askerî ve siyasi hedefler için 19'uncu yüzyılın kolejleri iş yönetimi, hukuk, diplomasi, gazetecilik, dil, edebiyat, sanat, tıp ve mühendislik fakülteleri şeklinde özel birimlere ayrıldı.
ABD devletinin hegemonyası için özel enstitüler, araştırma merkezleri, düşünce kurumları açıldı. Örneğin Colombia Üniversitesi'nde Uluslararası İlişkiler Okulu'nun temelleri atıldı. Yarı-özerk üniversite birimleri kurularak finans kaynakları doğrudan Pentagon tarafından karşılandı. Hatta bununla da yetinmeyen ABD, deniz aşırı ülkelerdeki misyoner okullarını revize ederek kendi adıyla kolej ve üniversiteler açtı.
Atom bombası, modern radarlar ve ilk füzeler bu tür üniversitelerin araştırma birimlerinde yapıldı. Amerikan devletinin yumuşak gücünü oluşturan siyasi ve kültürel kuramlar da bu akademilerde geliştirildikten sonra pratiğe döküldü.
Örneğin Samuel Huntington'un "Medeniyetler Çatışması", Francis Fukuyama'nın "Tarihin Sonu", Walt W. Rostow'un "İktisadi Büyümenin Aşamaları", John Rawls'ın neo-liberal toplum modelini temellendirdiği "Bir Adalet Kuramı", emperyal modernitenin bitmemiş bir proje olduğunu vazeden Jürgen Habermas'ın "İletişimsel Eylem Kuramı" gibi sosyal/siyasal teoriler ABD'nin emperyal projelerinin ideolojik aygıtlarıdır.
Bütün bu kuramlar prestijli akademilerde geliştirildi. Bu kurumların en tanınmışlarından bazılarını şöyle sayabiliriz: Önce Almanya'da kurulup ardından ABD'de faaliyetlerini sürdüren ve bütün "post-modern" akımlara kaynaklık eden Franfurt Okulu (Toplumsal Araştırma Enstitüsü), serbest piyasa kapitalizminin tapınağı işlevi gören Chicago Üniversitesi, Keynesyen ekonomik kuramının ana karargâhı konumundaki Harvard ve Yale Üniversiteleri ile post-kolonyal disiplinlerin beşiği olan Colombia Üniversitesi.
Think-Tank endüstrisi
Akademiler dışında RAND, Carnegie Endowment, Asia Foundation, CFR, Wilson Center ve AIPAC gibi kimi köklü düşünce kuruluşları ise üniversiteler ile Pentagon'a bağlı Savunma Analiz Enstitüsü (IDA) arasında köprü işlevi görsün diye kuruldu.
Şu an sayısı 2 bine yaklaşan ABD'deki düşünce kuruluşları (think-tank endüstrisi) bugün politika yapım sürecinde ve toplumu şekillendirmede en az üniversiteler kadar önemli bir etkiye sahip.
ABD'deki bütün akademi ve düşünce kuruluşları hükümete ait Federal Araştırma Merkezi (FCRC) ile Pentagon'a bağlı Savunma Enformasyon Analiz Merkezi Departmanı (DoDIAC) tarafından kontrol edilip yönlendiriliyor.
Üniversitelerin sosyoloji ve antropoloji bölümleri de daha çok denizaşırı toplumlar için devlete rapor ve analizler hazırlamakla yükümlü. Özellikle saha araştırmaları adlı eğitim programları ile "Barış Gönüllüleri" adı verilen gruplar başka ülkelerde ABD devleti için birer etki ajanı gibi hareket ederek dünyanın dört yanından bilgi/istihbarat topluyor.
Serbest piyasa kapitalizminin gurusu Milton Friedman Chicago Üniversitesi'nde yıllarca ders verdi. "Şikagolu Çocuklar" olarak literatüre geçen Friedman'ın yetiştirdiği akademisyenler bugün dünyanın birçok ülkesinde hâlâ etkinler.
İşte ABD'nin askerî ve siyasi reçetelerini kabul etmeyen toplumlar bu Şikagolu Çocuklar'ın uyguladığı "Vahşi Batı Kapitalizmi" (Wild West Capitalism) yöntemleriyle ehlileştiriliyor.
Post-kolonyalizmin üç silahşörü: Tanımlama, tasvir ve tahayyül
Askerî, siyasi ve ekonomik müdahalelere lojistik destek sağlayan Amerikan akademik aygıtlarının en etkili olduğu alan ise kuşkusuz sosyo-kültürel dünyadır.
Bill Ashcroft, Gareth Griffiths ve Helen Tiffin'in kaleme aldığı post-kolonyal literatürün başucu kitaplarından The Empire Writes Back: Theory and Practice in Post-Colonial Literatures'ta (1989) sömürgeci emperyal siyasetin doğrudan müdahaleler, ekonomi, hukuk ve siyaset yanında kültür, dil ve edebiyat yoluyla da nasıl yeni stratejiler geliştirdiği anlatılır. Batılı üniversitelerde teorisi kurgulanan bu edebi kuramlar özünde ABD'nin tepeden inme, totaliter ve homojenize evrenselliğine dayanır. Ve bu evrensellik de Henry Kissinger'ın ABD'nin hegemonya araçlarından biri olarak nitelediği küreselleşme ideolojisinden başkası değildir.
Gana'nın devrimci siyaset adamı ve ilk başkanı olan Kwame Nkrumah da 1965 tarihli Neo-Colonialism: The Last Stage of Imperialism adlı eserinde "bağımsız" Afrika ülkelerinde başat rolü her zaman Batı'nın akademilerinde yetiştirilen yerlilerin oynamasından duyduğu rahatsızlığı ve bu emperyal güçlerin siyaset dışındaki kültürel ve sosyal hayat dahil akla gelebilecek her alana hükmetmesinden yakınır. Bu nedenle post-kolonyalizme karşı koymak daha zor.
Günümüzde emperyal stratejinin en büyük silahı sosyal bilimler, sinema, sanat ve edebiyat merkezli jeo-kültürel disiplinlerdir. Müstemlekeciler, bu ideolojik aygıtları kullanarak her toplum ve zihniyete istedikleri şekli verebiliyor. Özellikle kreatif sanatlar, teorik ve siyasi söylemlerden daha etkili bir değişim ve şekillendirme gücüne sahip.
Bu anlamda post-kolonyal edebiyat ve sanatlar emperyalizme üç açıdan hizmet ederler: Tanımlama, tasvir ve tahayyül. Özellikle de sanat, tecrübe ve deneyim kazandırarak okuyucuda empati yapma gücüne sahiptir. Bir polemiğe maruz kalmak yerine sanatçı sizi o dünyaya götürür. Oralarda gezdirir. Size hiç tecrübe etmediğiniz hayatları, olgu ve olayları yaşatır. Her şeyi bizzat hissetmiş gibi olursunuz. Soyut olanı imgelerle renklere, kelimelere ve notalara döker; görünür kılar. Bu yüzden sanat teorik ve siyasi söylemden daha güçlü bir içselleştirmeye yol açar.
Girilen bu macerada eğer köklerinizi unutursanız, kendinizi zamanla emperyal kültür ve psikolojinin temsilcisi hatta şövalyesi olarak bulabilirsiniz. Bu anlamda post-kolonyal literatür zihinleri ve kalpleri içeriden rehin alır.
Weber'in "bana benzemiyorsun" ırkçılığı
Post-kolonyal edebiyat ve sanatın temelleri, Max Weber'in Collected Essays on the Sociology of Religion (Din Sosyolojisi Üzerine Toplu Makaleler) eserine dayanır. Weber, bu eserinde diğer bütün kültürleri şu sözlerle aşağılar: "Sadece Batı dünyası bilimsel yöntemleri, tarih yazımı ve sosyolojiyi, müzikal notasyonu, org, piyano, viyolensel gibi enstrümanlarla mimari ve yazılı basını geliştirebildi. Üniversiteler, sivil toplum, parlamento, demokrasi ve kapitalizm gibi kurumlar Batı'nın eseridir. Diğer kültürler bunu üretemedi…"
Bu anlayış günümüz Batılı insanın da hâlâ değişmez düsturudur. Unutmayalım ki Batılı değerler söz konusu olunca çeşitlilik ve çoğulculuk saçma bir norma dönüşür. Çünkü kendini tek doğru diye dayatan post-kolonyal liberal anlayışta çoğulculuk ve farklılık imkânsızdır. Sadece "öteki"yi baskı altına alan baskıcı bir hoşgörüyü tanır Batılı zihniyet.
Batı'nın bu baskıcı hoşgörüsü (repressive tolerance) aslında "bana benzeyeceksin ırkçılığı"dır. Bu anlayış sadece zamana yayılan bir beklentiye müsamaha eder. Çünkü onların gözünde her makbul Doğulu müstakbel bir Batılı adayıdır. Batı, ona benzemeyi reddettiğinizi anladığı anda barbar, soykırımcı ve darbeci yüzünü gösterir hemen. Bu anlamda Batılı akademinin de kapitalizm ve küreselleşmenin de doğası totaliterdir. Hiç bir alternatife geçit vermez.
ABD'nin güdümlü soğuk savaş modernistleri
Frances Stonor Saunders'in, 2000'de çıkan Kültürel Soğuk Savaş kitabı kadar değerli bir çalışma olan Cold War Modernists (Soğuk Savaş Modernistleri) Şubat 2015'te yayımlandı. Greg Barnhisel'in imzasını taşıyan bu kitap, liberal kültürel terörün hep "komplo" diyerek katlettiği iddiaların gerçekliğini kanıtlarla ortaya koyuyor. Batı akademilerinin on yıllardır empoze ettiği modern sanat ve edebiyat kuramları ile ilgili bütün varsayımları yerle bir ediyor.
Barnhisel de tıpkı Saunders gibi modern sanat ve edebiyat alanında ABD'nin devreye soktuğu emperyal projeleri bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. İngiliz edebiyatı profesörü olan Greg Barnhisel'in kitabının en önemli yönü, modern sanat akımını T. S. Eliot, Ezra Pound, Pablo Picasso, Gertrude Stein veya Langston Hughes gibi öncü yazar ve ressamlar yerine farklı bir zümre üzerinden mercek altına alması.
Yazar, modern sanat ve edebiyatın "kurucu babaları" diye bildiğimiz isimleri deyim yerindeyse "ABD'nin kültürel ve siyasi projelerine alet olan figüranlar" diye niteliyor. Bu yüzden de kitapta modern sanatın asıl kahramanları olarak Picasso'lar veya Pound'lar'ı değil ABD'nin manipülatif operasyonlara imza atan resmî ve gayri resmî devlet kurumlarını görüyoruz.
Kitapta 20'nci yüzyıldaki modern sanata yön veren "öncülerin" isimleri şöyle sıralanıyor: Kamusal Enformasyon Komisyonu (CPI), Kültürel Özgürlük Kongresi (CCF), Uluslararası Enformasyon Yönetimi (IIA), Amerikalılar Arası Meseleler Bürosu (OIAA), Birleşik Devletler Enformasyon Ajansı (USIA), Birleşik Devletler Enformasyon Servisi (USIS)…
Bu resmî ve gayri resmî aktörlerin dışında bir de sermaye sahibi elit burjuvaların oluşturduğu bir kadro var. Onların kitaptaki listesi ise şöyle: Nelson Rockefeller, Alfred H. Barr Jr., James Jesus Angleton, William J. Casey, James Laughlin, Wheeler Williams, Lawrence Fleischman ve diğerleri. Ne ilginç bir liste değil mi? Modernizm akımının asıl aktörleri meğer bildiğimiz sanatçılar değil Pentagon, CIA ve Beyaz Saray'ın yönlendirdiği kurumlar ile paraya hükmeden zenginlermiş.
CIA'in Picasso stratejisi
Eserin temel tezi ise şu: "İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı sanatı ve edebiyatının gerçek hikâyesi, Savaş Enformasyon Bürosu gibi sanatsallıktan uzak resmi kurumların dosyalarında ve toplantı tutanaklarında kurgulandı."
Kitapta USIA'nın düzenlediği sanat sergilerinin, ABD Dışişleri Bakanlığı'nca finanse edilen yayınların, Ford Vakfı ve CIA tarafından desteklenen galerilerin ve Amerika'nın Sesi Radyosu'nun propagandasını yaptığı eser ve sanatçıların anlatıldığı bölümlerdeki saptamalar göz kamaştırıcı. Yine kitaptan öğreniyoruz ki ABD devleti, Avrupalı ve Güney Amerikalı entelektüelleri ayartmak için sanat ve edebiyat alanında olağanüstü bir istihbarat faaliyeti de göstermiş.
Bu yüzden kitapta modernist yazar ve eserler yerine ABD devletinin ideolojik aygıtları konumundaki kurum ile sermayedarların "modernizm akımı"nı nasıl kurguladıklarına dair askerî ve siyasi faaliyetler mercek altına alınmış.
Barnhisel çalışmasında ABD'nin, Pablo Picasso'yu öncü bir sanatçıdan ziyade "eserlerinin apolitik sanatsal özgürlüğü temsil edebilmesi için Fransız Komünist Partisi ile bağlantılarından arındırılması gereken bir kişi" olarak gördüğünü de aktarıyor. Haliyle CIA'in yönlendirdiği özel ve resmî kurumlar. Picasso'ya uygun bir özel strateji izlemiş.
Bazı sanatçılara ise Amerikalı yetkililerin deyim yerindeyse "böcek muamelesi" yaptığını görüyoruz. Şu anekdot bunu çok net ortaya koyuyor… Japon ressam Yasuo Kuniyoshi'nin 1924 tarihli "Dinlenen Sirk Kızı" adlı resmi, 1947 yılında ABD Dışişleri Bakanlığı'nın sponsorluğunda açılan bir sergiye dâhil edilir. Kongre üyeleri ve basının hücumuna uğrayan sergiyi dönemin ABD Başkanı Harry Truman da gezer. Truman tabloyu görünce "Eğer bu bir sanatsa ben de Napolyon'um" der.
Hasılıkelam, 20'nci yüzyıldaki modernist/avangart edebiyat ve sanat kuramları başta olmak üzere, akademi ve düşünce kuruluşlarında geliştirilen ekonomik ve sosyal teorilerin ideolojik işlevini anlamanın en iyi yolu ABD'nin emperyal stratejilerinin amaç ve mahiyetini anlamaktan geçiyor. Bunun için de tarih felsefecisi M. Bloch'un (1886-1944) "Aldatmacayı fark etmek yeterli olmaz. Aynı zamanda bunun nedenlerini de keşfetmek gerekir" uyarısını düstur edinmek lazım.
Yoksa hepimiz teker teker Batılı emperyal aklın, akademik aygıtların ve ideolojik kuramların "kullanışlı aptallar"ına dönüş(türül)ürüz.