İnsanlar tarih boyunca bir arada olmayı, güçlü bir şemsiyenin altında kalmayı bireyci olmak yerine bir arada olmayı ve böylece güçlü hissedip güvende kalmayı seçmişler. Klanlar, medeniyetler yahut aşiretler bu şekilde ortaya çıkmış. Böyle bir sistemin içinde olmak, o sistemin tüm gücünü yanına almak anlamına gelmiş. Cemaatler ve daha büyük ölçeğiyle tarikatlar da benzer bir ihtiyaçla ortaya çıkmış. Yani aslında insanlar, dinî bir gereklilikten öte, kendilerini Allah'a adayacak en doğru yol olduğuna inandıkları bir sistemin parçası olmak amacıyla bir araya gelmişler.
Fakat günümüzde de bunu oldukça net bir şekilde gördüğümüz üzere, bir noktadan sonra bazıları için bu yol da yolculuk da amacından sapabiliyor ve radikal bir yapı hâlini alabiliyor. Bir sistem içinde var olma ihtiyacını ve bunun ötesinde, bir sistemin içinde radikal bir şekilde var olmanın dinamiklerini aile sistemi ve sosyokültürel bağlam çerçevesinde değerlendirmek mümkün olabilir.
İnsan, doğduğu andan itibaren bir başka canlıya uzun süre bağımlı olan tek varlık. Dolayısıyla yaşamın başlangıcında onu koruyacak, ihtiyaçlarını giderecek, onu bütünüyle sevip kabul edecek güçlü bir şemsiyeye ihtiyaç duyuyor. Önce anneyle yahut ona bakım veren kişiyle kurulan bağ sayesinde, sonra içinde yetiştiği aile içinde hem kendini hem de etrafındaki dünyaya karşı ilk izlenimlerini oluşturuyor.
Annesiyle kurduğu güvenli ilişki kendini de güvende hissetmesine zemin hazırlıyor. O ilişki içinde anlaşıldığını hissettikçe bir başkasını anlayabilme kapasitesi de gelişiyor. İçinde yetiştiği ailede bir yerinin olduğunu, sevildiğini, değer gördüğünü ve kabul edildiğini hissettiğinde ise etrafındaki dünyanın zorluklarına karşı daha tahammüllü olabiliyor.
Psişik boşluğu doldurmak için…
Fakat kişi bu konuda bazı parçaların eksikliğini ruhunda derin bir yarık olarak taşıyorsa yaşı ilerledikçe bu boşluğu doldurmak için başka bir sevgi nesnesi aramaya devam ediyor ve bu bazen, radikal bir grubun lideri olabiliyor. Onunla yakın bir bağ kurabiliyor ve ancak bu bağ sayesinde sevildiğini, değer gördüğünü hissedebiliyor. Hatta bu bağ onun için o kadar önemli bir hâle geliyor ki o kişinin onayını almak bir nevi "ödül" oluyor. Bu ödüle daha fazla sahip olmak için o kişinin hoşuna gideceğini, yapıldığında yahut söylendiğinde takdir alacağını düşündüğü eylemler içine girebiliyor ve hatta ruhsal anlamda bu beslenmeye "bağımlı" hâle gelebiliyor.
Psikoanalist Peter Blos'un "ikinci bireyleşme dönemi" olarak tanımladığı ergenlik dönemini de hem bir grubun içinde var olma ihtiyacını hem de bu grupla beraber radikalleşme dinamiklerini aile çerçevesinde değerlendirirken önemli bir durak olarak tanımlayabiliriz. Hatta birçok insanın bu tür oluşumlara daha çok ergenlik döneminde dâhil olduklarını da söyleyebiliyoruz çünkü ergen, kendi gelişimsel sürecinin olağan bir parçası olarak otoriteye karşı çıkar ve ebeveynleriyle çatışır. Bu gerilimi azaltmak için de arkadaşlara, akran gruplarına yönelir. Ebeveynlerini sorgulamaya başlar ve onları birer prestij modeli olarak görmekten uzaklaşır. Arkadaşlarının yahut içine girmek istediği grupların normları çok daha önemli hâle gelir.
Buraya kadar olan kısmı ergenin, son derece doğal olarak, kendine bir arkadaş çevresi kurma ve aile dışında da bir var oluş alanı oluşturma çabası içinde değerlendirebiliriz. Fakat bu genç, ailesi içinde yeterince sevilmediğini, onaylanmadığını, uzaklaşsa bile tekrar döndüğünde kabul edilmeyeceğini hissediyorsa, radikal bir grubun normlarına uymak için ve kendine değer gördüğü bir alan var etmek için her şeyi yapabilir.
Bir gruba ait olmak
Aşırı talepkâr ebeveynlerin çocukları da bu tür radikal gruplara doğru yol alabiliyorlar. Psikoanalist Erik Erikson, bu tür bir aile sistemi içinde olan çocukların, anne babalarının beklentisinin tam tersi olan bir kimliği seçebileceğini, dolayısıyla ebeveynlerinin özellikle onaylamadığı grupların içine girmeye çalışabileceğini söylüyor. Yani son derece seküler bir yaşam biçimi benimseyen ve çocuklarını da bu minvalde yetiştirmeye çalışan anne babanın çocuğunun, radikal bir dinî tarikata bağlanması gibi.
Beklentisi ve kontrol düzeyi yüksek ebeveynlerin yetiştirdiği çocuklar yetişkinlik dönemlerinde ipotekli bir kimliğe de sahip olabiliyorlar. Yani tamamen ebeveynlerinin yönlendirmelerine uyum sağlayan, eleştirel düşünemeyen, sorgulamayı bilmeyen, onların onayını ve sevgisini ancak bu şekilde elde edebileceklerine inanan ve her söyleneni olduğu gibi kabul eden çocuklar, yaşları ilerledikçe böyle bir kimlik yapısına sahip olabiliyor ve bu sistemin devamı olan gruplara da kolaylıkla bağlanabiliyorlar.
Aile sistemi ve bu sistem içinde gelişen kimlik yapılanması dışında sosyokültürel bağlam da kişiyi bu yola daha kolay götürebiliyor. İçinde bulunduğu kültürel yapı, bu tür bir gruba bağlanmayı ve ona göre yaşamayı gerektiriyorsa bu kişide belli bir güven alanı da oluşturuyor. Bir gruba ait olmak ve o grubun normlarına göre yaşamak, alternatifin bilinmediği yahut denenmeye dahi cesaret edilemediği durumlarda çok daha güvenli sanılıyor. Dolayısıyla böyle bir sisteme ait olmak, kişinin yaşamını da oldukça kolaylaştırabiliyor.
Bilim insanlarının beyin yapısıyla ilgili olarak yaptıkları çalışmalar sırasında yaklaşık yirmi yıl önce fark ettikleri "ayna nöronlar" da bu ilişkinin öneminden bahsediyor. Ayna nöronlar canlıların birbirlerinin hareketlerini, davranışlarını taklit etmesini sağlayan hatta empatinin gelişmesini, kültürel normların kişiden kişiye aktarılmasını sağlayan hücre grubu olarak tanımlanıyor. Bu hücreler sayesinde biz bir davranışı yapmasak da yapan birini gördüğümüzde bizim de beynimiz "sanki yapıyormuşuz gibi" aynı tepkiyi veriyor. Yani limon yiyen birini gördüğümüzde ağzımızın sulanması yahut televizyondan üzülen, ağlayan birini izlerken bizim de aynı duygulara kapılıyor olmamız gibi.
Ayna nöronlar ve başkalarını taklit
Ayna nöronların varlığı ve radikal gruplarla bağlantısı ise, kişinin hem inandığı ve özel bir bağ kurduğu grup lideriyle hem de aynı grupta ortak bir dil, düşünme ve hareket sistemine sahip olduğu diğer grup üyeleriyle "aynı eylemsel ve duygusal tepkiler vermesini" kolaylaştırıyor olması. Yani grup lideri öfkelendiğinde grup üyelerinin de öfkelenmesi gibi. Böylece tek bir dalga, tüm okyanusun fırtınası hâline gelebiliyor.
Aslında tarih boyunca insanların bir arada olma çabası, anlaşıldıklarını hissetmeye, yalnız olmadıklarını görmeye duydukları ihtiyaçtan da kaynaklanıyor. Bu bağlamda kişilerin zaman zaman benzer duygu ve düşüncelere sahip insanlarla bir araya gelmesi, birlikte hareket etmesi oldukça besleyici olabiliyor. Mesela iki vakit arasını camide geçirerek orada sosyalleşen belli bir yaş üstündeki emekliler zamanla kendi içlerinde bir grup hâlini alıyorlar. Birbirlerini tanıdıkça o grubun içinde olmak, sohbet etmek, geciktiğinde merak edilmek, diğerlerinin zihninde bir yer sahibi olduğunu hissetmek, yaşamlarının o dönemindeki en temel yaşam kaynağı hâlini alabiliyor.
Bir grubun içinde olmak, benzer bir dil, düşünce ya da hareket sistemine sahip olmak, ancak sorgulayıcı ve eleştirel bir düşünme sistemine sahip olunduğunda anlamlı. Çünkü bir grubun içinde gerçek benliğimizle var olabilmemiz önce kendi duygu ve düşüncelerimizin sınırlarını bilmemiz, diğerlerinden farklı olduğunu fark ettiğimizde bunu savunacak cesarette olmamız ve yeri geldiğinde eleştirebilecek gücü hissetmemizle mümkün olabiliyor.