Mesela İslam'da iman bahsi ele alınırken imanın altı ilkesinden söz edilir. Bu meyanda Allah'a iman ile birlikte meleklere iman, peygamberlere iman, kitaplara iman, ahirete ve kadere iman gibi ilkeler imanın unsurlarını teşkil eder. Bu durumda Allah'a iman ile öteki ilkeler aynı seviyedeymiş gibi telakki edilebilen bir yanılsama ortaya çıkar. Gerçekte durum böyle değildir. İmanın altı ilkesi demek gerçekte sadece Allah'a iman etmek demektir, bahis mevzu olan, kurucu ilkenin farklı görünümlerinden ibarettir. O zaman imanın sadece bir ilkesi vardır, o da Allah'a iman etmek demek gerekir.
Bu ne anlama gelir? Allah'a iman etmek –ki burada kullanılan kelimenin iman veya bilgi veya marifet olması durumu değiştirmez- ontolojik olarak üst gerçekliğe inanmaktır. Müminler varlığı açıklamak istediklerinde ister daha içkin ister daha aşkın tabirler kullansınlar görünen dünyayı kendi başına yeterli bir gerçeklik alanı olarak kabul etmez, dış hakikate ulaşarak varlık meselesini onun üzerinden izah ederler. Bu nedenle iman zorunlu bir şekilde ontolojik düzeyde üst gerçekliğe inanmayı gerektirir.
Tanrı'ya iman bizi dönüştürür
Öte yandan Tanrı hakkındaki bu tasavvur bizi harekete geçiren bilgi verir. Başka bir anlatımla Tanrı'ya inanmak başka herhangi bir şeyi bilmek veya ona inanmak ile karşılaştırılamaz; Tanrı'ya inanmak bizi harekete geçiren etkin ve müessir bir bilgi olarak hayatımızı düzenler. İmanın dönüştürücü yönü burada temayüz eder. Bu durumda en üst ve sahici gerçeklik demek olan Tanrı'ya iman O'na doğru gitmek veya O'nun bilgisine göre yaşamak için bizi dönüştüren mücbir bilgidir.
Bunu ikinci bir önermeyle temellendirmek mümkündür: Üst ve gerçek olanın bilgisi daha üstündür. Peygamberlik anlamındaki nübüvvet kelimesinin kökünde iki anlam birden yer alır; yukarı, üst ve bilgi vermek. Bunu birleştirmek istersek yukarıdan, yani zihnen veya başka bir yetenekle ulaşamayacağımız bir yerden bilgi getiren kişi peygamberdir. Bu da bize ikinci önermeyi verir. O zaman biz yukarıdan gelen bilgiye göre yaşamakla dünyanın içinde dünya dışından bir gerçekliği takip etmiş oluruz. İnsanın en büyük farkı budur: Bir dünyanın içinde 'dünyalı olmayan bilgi ve gerçeklik ile ilişki üzerinde yaşama iradesi.'
İman ilkelerini bu istikamette yorumlarsak her birisi Tanrı hakkındaki bilgimizi tekit ve tahkim eden ikincil ilkeler hâline gelirler. Bu meyanda Tanrı'nın var olduğuna inanmak yetmez, O'nun bize konuşan-bilgi sahibi biri olduğuna inanmak kitaplara imanı, kendi iradesiyle insanla irtibat kurması peygamberlere imanı, doğa ile ilişkisinin gücünü sınırlamadan gerçekleştiğine inanmak meleklere imanı, her şeyi bilmesi ve takdir etmesine inanmak kadere imanı ve nihayetinde kendisiyle kavuşmaya inanmak ahirete imanı ortaya çıkartır. Başka bir anlatımla imanın altı şartı gerçekte bir şartın farklı görünümlerinden başka bir şey değildir. O zaman dinin temel bir meselesi vardır, öteki bütün konular ise o temel meselenin alt kısımlarından ibarettir: Biz müminler sadece Allah'a iman ediyoruz ve dindarlık Allah'a iman ilkesidir.
Tanrı'nın varlığına delil arayışı
Çağdaş dünyada bilimsel çalışmaların etkisi altında felsefi tasavvurlar inancın aleyhine doğru geliştikçe, Tanrı'nın varlığının delilleri üzerindeki konuşmalar gittikçe çoğaldı. Birçok inançlı insan Tanrı'nın varlığını kanıtlamak üzere delil üretme arayışına girdi. Bu meyanda kullanılan en yaygın delil ise genellikle nizam ve gaye delili olmuştur. Bazen bu delil hadis veya hudus delili ile birlikte kullanılmış olsa bile, bu üç delil bir araya gelerek nizam delilinde bütünleşirler. Bunun nedeni bizim öteki delillere göre nispeten nizam delili hakkında bir tecrübemizin bulunmasıdır. Birçok düşünür Allah'ın delillerini bu şekilde ele alır, Tanrı'nın varlığını bu şekilde kanıtlama yoluna gider. Bu yaklaşım doğru mudur? Doğrusu bu yaklaşımın ikna edici bir derinliğe sahip olduğunu söylemek zordur.
Özellikle Kant sonrasında evren hakkında böyle bir akıl yürütmenin mümkün olmadığı ortaya konulmuştur. Bu itibarla nizam delili başta olmak üzere, birçok delil, gerçek delil olmaktan çıkarak basit izlenime veya duyguya doğru kaymıştır. Bunların üzerine bir Tanrı inancı ikame etmek hiçbir şekilde gerçekçi ve ikna edici değildir. Üstelik bir an için evrende böyle bir düzen olduğunu düşünsek bile, buradan mutlaka bir Tanrı inancına gitmemiz için yol bulamayız. O zaman doğadan istinbat edilen delillerle teyit ve tahkim edilmiş Tanrı'nın varlığı meselesi ikna edici olmaktan uzaktır. Ancak işin farklı bir yanı daha vardır: Geçmiş dönemlerde de Tanrı'nın varlığı kanıtlanmış bir mesele olarak görülmüyordu.
Dinî geleneklerde hâkim yaklaşıma bakınca, Tanrı'nın varlığı meselesi bir kabul/postüla seklinde ortaya konulmuş görünüyor. Başka bir anlatımla delillerle kanıtlanmış, savunulmuş bir Tanrı inancı yerine, varlığı doğrudan kabul edilmiş, bunun ardından da âlem ve insan varlığı bu bilginin istikametinde yorumlanmıştır. Özellikle Kuran-ı Kerim'de böyle bir düşünmeye bizi sevk eden birçok unsur buluruz; birçok ayet-i kerime 'iman edenler için delil' veya 'takva sahipleri için hidayet' tabirlerine yer verir. Bu ne demektir? Öyle görünüyor ki burada iman düşünmeyi ve araştırmayı önceliyor, bilgi imanın tezahürü şeklinde ortaya çıkıyor.
Dogmatik ateizm
Kuran-ı Kerim'de ve hadislerde ateizm yerine daha çok 'çok tanrıcılık' veya inanç karşısında ikircikli tutumlar dinî ve ahlaki mesele olarak eleştirilir. Üstelik çok tanrı inancına sahip kimseler birçok meseleyi de inanç konusu hâline getirmiş, onları da yücelten kimseler hâline gelmişlerdi.
Bu meyanda cinler, melekler, görünmeyen varlıklar, göksel varlıklar vb. birçok konu insanlarda geniş bir inanma ve kabullenme alanı açıyordu. İslam ana metinlerinde böyle inançlara karşı insanları uyararak onları tek yaratıcı inancında toplayarak insanı özgürleştirmenin yolunu gösterdi. İnsan kendisi gibi yaratılmış varlıklara ve nesnelere perestiş etmekle itibarını yitirir, gerçekte insana itibarın iadesi ancak tek Tanrı'ya inanmakla mümkün olabilir. İslam'ın ana yaklaşımı böyledir.
Günümüzde de bu yaklaşımı yeniden inşa etmemiz gerekiyor. Başka bir anlatımla Müslüman düşünürlerin yapması gereken iş, demode deliller üzerinden bir inanç savunusu ve temellendirmesi yapmak değil, akılcı faaliyeti başka bir alanda icra ederek, dine ve inançlara yönelik tehdidi dışarıda karşılamak olmalıdır. Bunu şu şekilde özetlemek mümkündür: Felsefenin Tanrı'nın varlığı karşısındaki yaklaşımı 'agnostik' tutum olmanın ötesine geçemez. Genellikle filozoflar bunu beyan ederler, biz bir Tanrı'dan söz edemeyiz dediklerinde kast edilen şey, O'nun var olup olmadığını bilemeyiz demekten öte değildir.
Ancak burada iş kapanmıyor: En azından felsefi tutum daha sonra başka bir takım tercihlerin eklenmesiyle birlikte başka bir noktaya taşınarak ateizmi mutlak felsefi bir kabul şeklinde dayatıyor. Günümüzdeki en çelişkili durumlardan birisi bu mücbir ve dogmatik ateizmdir. Gerçekte felsefi tutumdan mutlaka bir ateizmin çıkması gerekmez; agnostik tutumdan bir ateizmin çıkabilmesi ideolojik bir yaklaşım olmanın ötesine geçmez. Üstelik çağdaş siyasal ideolojilerle de bu tutum yaygınlaşmış, geniş kesimlere ulaştırılmıştır.
Günümüzde yapılması gereken en önemli iş, agnostik tutumun ateizme döndüğü bu süreci tahlil ederek onun argümanlarını çürütmektir. Yeryüzündeki dindarlar dikkatlerini ateizmin çürütülmesine yönlendirdiklerinde din başka yollarla kendi gerçekliğini inşa edebilecek, bunu anlatabilme imkânı bulabilecektir.