Din, maneviyat, muhafazakârlık gibi konularda tartışmalar bitmeyecek gibi görünüyor. Mütedeyyin din algısının değişmesinden modern cemaatler e, sekülerlerin bir tarafı kültleşmeye yatkın din anlayışlarına kadar tartışmalar, düny evileşme cenderesine sıkışmış durumda. Başta ülkemiz olmak üzere bu hareketliliğin ne anlama geldiği, göze batan dinsellik manzarasının aslında neler getirip neler götür düğü, nasıl bir değişime yol açtığı ve yeni nesillerin farklılaşan din algısı gibi pek çok konuyu bir din p sikoloğu olan Ali Köse ile masaya yatır alım istedik. Tartışma gündeminde yerini hiç kaybetmeyen bu meseleleri ve perde arkasındaki gerçeği Ali Köse, Lacivert için tahlil etti.
Son yıllarda dünya genelinde dinî ya da manevî hareketlerin öne çıktığını gördük. Ancak bu durumu dinlerin dünyevileşme tehlikesi altında okuyanlar da var. Sizce durum nedir?
Bir dinî grubun dünyaya karşı üç türlü tavrı olabilir. 1. Dünyayı reddeder. 2. Dünyayı tasdik eder. 3. Dünya ile uzlaşır. Modern dönemde dünyayı reddeden dinî grup pek kalmadı; kaldıysa da kıyıda köşede. Aslında asıl cemaat, tarikat onlar. Bunları belki Uzak Doğu'da, Anadolu'nun, Afrika'nın bir kasabasında görmek mümkün... Ama artık onlar da küreselleşmeden etkileniyorlar. Sosyolog Peter Berger Uzak Doğu'da bir Zen manastırında internet olduğunu görünce çok şaşırdığını yazmıştı bir makalesinde. Dünyayı tümüyle tasdik eden gruplar Batı dünyasında fazlaca var, ama İslam dünyasında pek rastladığımız bir olgu değil. Belki yeni yeni böyle gruplar ortaya çıkacak. Görünen o ki, dinî grupların ya da genel din alanının ekseriyeti dünya ile uzlaşıyor. Bu uzlaşı aslında bir zorunluluktan kaynaklanıyor. Çünkü din cenahı dünyevileşmeye her geçen gün biraz daha boyun eğiyor. Modern olgulara karşı koparılan vaveylalar, haykırışlar aslında bu boyun eğişin hırçın dışa vurumu. Zaten bunun tersi bir gelişme mümkün değil. Çünkü insan edimlerinin tüm kurguları, tüm icatları din dışı alandan geliyor. Din bu yeniliklere olsa olsa şeklen eklemlenebiliyor. Yani resim din dışının üretimi, din ancak eline verilen bu resmi boyayabiliyor.
Bu durum İslami kurumlar için de geçerli mi? Neticede sağlam bir gelenek söz konusu, bu bir direnç kalesi olamaz mı?
Benim bu konuda örneklendirdiğim üç alan var. İslami bankacılık, İslami moda, yeşil pop… Hepsi de hayatın içinde alanlar. İlk kelimeleri dine, ikinci kelimeleri modern dünyaya ait. Ama din bunları kendi formuna dönüştüren, resmi kendine göre boyayan bir şekil oluşturmuş. Aslında bu kaçınılmaz bir gidişat. Bu gidişatı reddedenlerin uzun vadede kaybetmesi mukadder… Dinin modern dünya ile ilişkisini son dönem Osmanlı uleması "dinli hayat, hayatlı din" diye formülleştirmiş. Ahmet Hamdi Tanpınar bunu "değişerek devam etmek, devam ederek değişmek" şeklinde ifade etmiş. Burada Jaroslav Pelikan'ın 'gelenek' ile 'gelenekçilik' ayırımını hatırlamak gerekir: "Gelenek ölmüşlerin yaşayan ruhudur; gelenekçilik ise yaşayanların ölmüş ruhudur." Ben geleneği savunan birisiyim. Ama kutsallaştırılmış geleneğin boyunduruğuna razı değilim.
Ülkemizdeki din/maneviyat alanının gidişatı da bu durumdan ciddi şekilde etkileniyor sanırım. Bizdeki gidişatı nasıl tasvir edersiniz?
Türkiye "çağdaşlıkla muhafazakarlığı, modernlikle dindarlığı" buluşturan bir yolu tercih etmiş gözüküyor. Ancak son yıllarda dine önem veren, dini daha görünür kılmak isteyen iyi niyetli iktidarın oluşturduğu din atmosferinin cezbesine kapılarak İslam'a Hıristiyanlığın Orta Çağ'ını yaşatmak isteyen bir kitle türedi. Belki önceden de varlardı, ama şimdilerde kendilerini iyice hissettirmeye başladılar. Bunlar sanki din insanoğluna dünyayı zehir etmek için varmış gibi vaaz u nasihatte bulunuyorlar. Din sanki bu çağa ait bir olgu olamazmış gibi söylemler üretiyorlar. Bilim ve akıl kelimelerinden hiç hazzetmiyorlar. İslam'ı bir getto dinine dönüştürmek istiyorlar. İşte tam da bu noktada farkında olmadan sekülerleşmeye hizmet ediyorlar. Dini korumaya çalışırken aslında onu sekülerleşmenin kucağına atıyorlar. Dine üstten bakarak "sen bu dünyaya ait olamazsın, dünyevi bir hükmün yok, sen sadece uhrevi olanla ilgilen, gerisine karışma" diyen modernitenin değirmenine su taşıyorlar. Dahası, Türkiye İslam'ını radikalleştirmenin, ülkeyi Ortadoğululaştırmanın, Türk aklını Araplaştırmanın peşindeler. Dini, geçmişin dehlizlerine hapsedip anıt mezarını dikmek istiyorlar. Tabii bunu yaparken de mensuplarına akıllarını kiraya vermelerini, iradelerini teslim etmelerini şart koşuyorlar.
Bu problemleri kişiler üzerinden mi yoksa gelenek üzerinden mi konuşmak daha önemli?
Cemaatlere ve tarikatlara bakarak sekülerleşme ile ilgili radikal bir projeksiyonda bulunmak, gelecek hakkında fikir yürütmek güç gözüküyor. Çünkü önemli bir kısmı geleneksel formattan uzaklar. 11'inci yüzyıl sufilerinden Hücvirî, "Hz. Peygamber zamanında tasavvufun kendi var adı yoktu, şimdi adı var kendi yok" demişti. Demek ki bugünkü problemler bin yıl önce de varmış. Birçoğu geleneğin kendilerine yüklediği misyonu umursamıyor; maneviyattan çok, başka olgularla anılıyorlar. Olmaları gereken yerden çok, olmamaları gereken yerdeler. Kalp ve gönül hikâyeleri onlar için de nostalji malzemesi artık. Sekülerleşen dünyanın ana yörüngelerinde hep varlar. O yörüngelerdeki tüm araçları, tüm imkânları sonuna kadar kullanıyorlar, ama sürekli olarak sekülerleşme, modernleşme karşıtı retorikler serdediyorlar. Vaazları zühd anlatılarından, dünya nimetlerine kerahet vurgusundan geçilmiyor, ama piyasadaki temsilcilerinin çoğu tersi bir görüntü sergiliyor. Temsil edemedikleri bir dinin tebliğciliğine soyunuyorlar. Umrede bile kavga eden cemaat fraksiyonlarının görüntüleri internete düşünce şaşırıp kalıyorsunuz. Büyük kitle bunlardan azade… Onlar saygıya layık. Ama görünür olan, öne çıkan, popüler olan ve dolayısıyla temsili gerçekleştirenler bunlar. Kitlelerin algısı da bunlar üzerinden oluşuyor. Bugün irili ufaklı cemaatlerin en çok kullandıkları kelime Ehl-i Sünnet kavramı. Ehl-i Sünnet, çoğumuzu kapsayan bir şemsiye kavram. Ama önemli bir kısmı bunu tekfirci-selefi karakterlerini gizlemek için kullanıyor. Onlar için Ehl-i Sünnet, şeyhlik düzenine dokunmamanın, cemaat sistemini sorgulamamanın adı. En iyi yaptıkları şey muhaliflerini dinsizlikle suçlamak… Ateşli mensuplar kendilerini engizisyon yargıcı gibi görüyor. Hâlbuki bilmiyorlar, imanı ancak onu göğsünde taşıyan kişi takdir edebilir.
Cemaat ve tarikatların dini yorumlama biçimlerini nasıl buluyorsunuz?
Ben dini dipsiz kuyuya benzetiyorum. Bizimkiler illâ ki kuyunun dibine inmek istiyorlar. Hâlbuki bizim kuyu ile ilişkimiz bakracımızı getirip kuyuya sallamak, ihtiyacımız kadar suyu alıp kenara çekilmek ve bir sonrakine sırayı vermek şeklinde olmalıdır. Ama bizimkiler kuyunun başından hiç ayrılmıyor, başka bakraçlara yol vermiyorlar. Hâlbuki kuyu hepimizin ve dipsiz... Ama bizimkiler kuyunun dipsiz olduğunun farkında değiller. Bu nedenle dibini bulamadıkça hırçınlaşıyorlar. Öyle ki, canları sıkıldığı zaman, iktidarın bütün iyi niyetine rağmen ona bile pervasızca sopa gösteriyorlar. Ötekilere karşı "bizim arkamızda iktidar var" diyorlar, iktidara karşı da "bizim arkamızda Allah var" diyorlar. 'Dini bütün' insanların hassas oldukları konularda söylem üreterek topladıkları taraftarları radikalleştirmek istiyorlar. Bu tam da Batılı mahfillerin İslam dünyasında görmek istediği tablo… Unutmayalım, Batılılar radikal İslam'a bayılırlar.
Son dönemlerde getirilen eleştirilere bakarak din hakkında nasıl bir algının hâkim olduğunu düşünüyorsunuz?
Modern dönemin yükselen değeri şüphesiz ekonomik liberalleşme oldu. Varlığın tüm alanlarını metalaştıran bir görüş hâkim oldu dünyaya. Din de bundan nasibini aldı. "Din marketi" denilen bir pazar oluştu ve bu pazarda kendilerini dinin sahibi olarak görenler dine meta muamelesi yaptılar. Bu da dinin ruhaniyetine, kutsiyetine, maneviyatına halel getirdi. Aslında bu belki tüm çağların problemiydi… el-Kindi, daha 9'uncu yüzyılda demişti "Bir şeyin ticaretini yapan onu satar. Sattığı ise artık kendisinin değildir; din tüccarlığı yapan kişi de dinini kaybetmiştir" diye. Bu belki yüzyılların sorunu, ama yaygınlığı bu yüzyılın sorunu… Artık dualarımız bir yakarış, bir yalvarış türü olmaktan ziyade, Tanrı'ya talimatlar yağdıran formlara bürünmeye başladı. Camilerimizde vaaz kürsüsünün hemen üstünde "ed-dinü'nnasihah" yazan bir hadis-i şerif vardır. "Din samimiyettir" der. Ne mükemmel bir uyarı! Diyor ki, buradan konuş ey vaiz ama bir şeyi hiç unutma! Samimi ol, gönülden konuş! Samimi olmazsan sözünün bir anlamı yok!" "Unutma ey vaiz, hiç kimse sınanmadığı günahın masumu değildir!" Cami kürsüleri bu konularda pek problemli değil, vaizlerimizi tenzih ederim, ama artık cami kürsülerinin yerini medya vaizliği, piyasa hocalığı, internet videoları aldı.
Çok hızlı bir teknolojileşme, djitalleşme ve görünen o ki sekülerleşme ile karşı karşıyayız. Bunların şekillendireceği bir gelecekte sizce dinin durumu ne olacak?
Dünya, adı henüz konulmamış bir evreye geçti. Önümüzdeki yüzyıllarda insanoğlu artık eski insanoğlu olmayacak. 21. yüzyılda, hatta son birkaç yılda biyogenetik alanında olup bitenler insanoğlunun bedensel, dolayısıyla ruhsal yapısının değişeceğine işaret ediyor. Daha önceki evrelerde insanoğlu doğaya hükmetme duygusunu yaşamış, bu da doğaüstü algısını etkilemişti. Şimdi ise insanoğlu kendi bedenine hükmetme, belki de "tanrılaşma" peşinde. Bu gelişmeler dini bazen doğrudan bazen dolaylı olarak ilgilendiriyor. Ama biz hâlâ mazinin problemleriyle, çatışmalarıyla oyalanıyoruz. Ray Kurzweil'ın İnsanlık 2.0 adlı kitabını okudum. Ürktüm... Diyor ki: "İnsanoğlunun beyninde eksiklikler var, biz onu tamamlayacağız ve bir 'makine insan' yaratacağız. Bu yeni insan türünün klasik anlamdaki din algısıyla nasıl bir ilişkisi olabilir, ilişki yerinde kalır mı, diye düşünüyorum ve maalesef iyimser bir tablo hayal edemiyorum. Din bugüne kadar sahnenin ya sahibiydi, ya da figüranıydı; yani sahnede hep vardı. Ama yarın o sahnedeki varlığı anlamsızlaşacak diye endişe ediyorum. 1852'de Pozitivizm İlmihali'ni yazan Auguste Comte'un "dinin devri geçti, devir artık pozitivizmin devri" söyleminin çok daha ötesinde gelişmelerin olacağı günlerden bahsediyorum… Ve o gün yüzleşilmesi gereken sorular "aşı orucu bozar mı, müzik haram mı, altın yüzük takmak caiz mi?" sorularından çok daha farklı olacak. Bunları düşününce gün gelecek hâlimiz meleklerin cinsiyetini tartışanlara dönecek diye endişeleniyorum. Yüzyıllardır dondurduğumuz meselelerin, hep ertelediğimiz yüzleşmelerin bizi götüreceği yerin burası olmasından korkuyorum. Şu anda Ashab-ı Kehf gibi uyuduğumuzu hissediyorum. Gerek hayat ilimlerinden gerekse tabiat bilimlerinden ayırdığımız bir din tasavvuru var zihnimizde. Bunun adını belki 'büyük kopuş' koyabiliriz. Sekülerleşme ideolojisinin istediği de bu kopuş idi zaten… Biz de buna rıza gösterdik. Bu ideolojinin "sizin buralarda yeriniz yok, biz ayrı dünyalarız" şeklindeki meydan okumasına dünden razı olduk.
İnsanlar ne dinden ne de dünyevileşmeden vazgeçemiyorlar. Bu neden böyle oluyor dersiniz? Bunca sekülerleşmeye rağmen dinin bir geleceği olur mu?
Terry Eagleton, dinin vazgeçilmezliğini şu sözlerle anlatıyordu: "Acı, ölüm, felaketler, sorumluluk, özgürlük gibi ahlaki ve varoluşsal meselelerde söyleyecek anlamlı bir sözünüz yoksa dine yönelteceğiniz eleştiriniz cahilce ve içi boş olacaktır." Bu çıkış noktasını doğru kabul edersek, din varlığını hep hissettirecek. Kendisi de bir ateist olan Alain de Botton 2012 yılında yazdığı Ateistler için Din isimli kitabında şöyle diyordu: "Evet ben bir ateistim, ama dinin toplumsal işlevini reddedemeyiz, dinsiz bir toplum hayal edemeyiz… Dinler, yalnızca inananlara bırakılmayacak kadar önemlidir…" Dinin 'sosyolojik bir vazgeçilmez' olduğunu anlatmaya çalışıyordu ateist Botton bu kitabında. William James de, "İnançlar doğru oldukları için işe yaramazlar, işe yaradıkları için doğrudurlar" demişti, dinin insan hayatındaki işlevini vurgularken. Sosyolog Peter Berger de şöyle diyordu: "İnsanoğlu kutsalsız yapamaz!" Bütün bu sosyolojik ve psikolojik tespitleri belki "maneviyatçı dindarlık'' şeklinde kavramlaştırabiliriz. Bununla, bireyin varoluşu anlamlandırmasına yarayan, psikolojik destek sağlayan, sosyal dayanışmanın muharriki olan bir din olgusunu kastediyorum. Bu alanlar din hanesinin hâlâ en büyük kazanç alanları.
Günümüzde agnostisizm, deizm, yeni dinî hareketler gibi oluşumların daha sık gündeme gelmesinde etkili olan unsur nedir?
Dünya giderek toplulukçu kültürden bireyci kültüre evriliyor. Bu da artık insanın monolitik bir düşünce ve davranış kalıbına sokulamaması anlamına geliyor. Toplulukçu kültürlerde kolektif değerler oluşur, bireyler o değerlere uyardı. 'Biz' vardı, 'ben' yoktu. Zamanla insan ve kültür değişince din algısı da bundan nasibini aldı. Eskiden bilgiyi bireyin bağlı bulunduğu din, mezhep, cemaat üretir, birey de sorgusuz sualsiz itaat ederdi. Mezhep imamları oluşur, mezheplerin mensupları her konuda o imamların içtihatlarına uyardı ve bu içtihatlar itikat mesabesindeydi. Ama artık durum farklı… Dahası, artık mezhep imamlarının yahut eski ulemanın söyledikleriyle idare edilemeyecek yepyeni bir dünya var önümüzde ve bu dünyanın ürettiği sorunsallar üzerine düşünmek farklı bir rasyoneli gerektiriyor. Bu nedenle artık insanlar kurumsal dinden uzaklaşıyor. Bizim gibi ülkeler bu durumu yeni yeni tecrübe ediyor. İngiliz sosyolog Grace Davie inancın devam ettiğini, ama kiliseye aidiyetin örselendiğini, artık insanların kurumsal dinin her dediğine inanmadığını ortaya koymuştu. Bu tespiti bir derece daha ileri götürerek dinin Lego stiline dönüştüğünü söyleyebiliriz. Artık insanlar tek bir mezhebin üretimlerini tüketmek yerine kendi gönüllerine göre farklı üretimleri de deniyorlar.
Peki, giderek kurumsal din ile aralarına mesafe koydukları ileri sürülen yeni nesillerin tepkisel tavırlarını neye bağlamak gerekir dersiniz?
Dinin iki temel kutsalı var. Birincisi, din mensuplarının vahiy olarak kabul ettikleri kutsal metin. İkincisi, vahyin aracı olarak kullandığı peygamberlere ait sözler, uygulamalar. Bunlar üzerine gerçekleştirilen sonraki üretimler özde kutsal değildir, ama modern döneme kadar bu üretimler de kutsal addedildi; içtihatlar itikatlaştırıldı. Yani mezhep kurucularının yahut klasik ulemanın üretimleri sorgulanamaz görüldü. Tabiri caizse 'kara kaplı kitaplar' oluştu ve bunlar ilk iki kaynağın devamı kabul edildi. Ama artık büyü bozuldu. 'Birey insan' bunları üretim olarak algılamaya başladı. Şimdilerde içeride dönen büyük kavganın ardında, bazı piyasa hocalarının köpürmesinin geri planında bu değişimin kabullenilmemesi var. "Sen nasıl olur da falan asırda yaşayan filan ulemanın görüşlerini saymazsın, sen kimsin!" tepkisi aslında büyünün bozulduğunu gösteren bir isyan. Dahası, yeni nesil dindarlık artık geçmiş ulemanın ya da halk kültürünün dine ekstra yüklemeler yaptığını düşünüyor; bu yükü bir fazlalık olarak algılıyor ve kendisini bu yükü çekmek zorunda hissetmiyor. İnsanoğlu için yeryüzündeki en tehlikeli şey birilerinin öteler âlemini kutsallık adına okuması ve ötekiler hakkında hüküm verme yetkisine sahip olduğunu düşünmesi, cennetin ve cehennemin anahtarlarının kendi elinde olduğuna inanmasıdır. Yeni nesil dindarlık bu tehlikenin farkında… Yeni nesil artık anahtarların el değiştirmesi gerektiğini düşünüyor ve artık mehdiyi beklemek istemiyor…
PROF. DR. ALİ KÖSE KİMDİR?
1963 doğumlu Ali Köse, 1981'de Antalya İmam- Hatip Lisesi'ni, 1985'te Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'ni bitirdi. Yüksek lisansını Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde, doktorasını ise 1994'te Londra Üniversitesi King's College'da tamamladı. 1998'de doçent, 2004'te ise profesör unvanına hak kazandı. Akademik hayatında Din Psikolojisi ve Din Sosyolojisi alanlarında araştırmalara imza attı. Neden İslam'ı Seçiyorlar, Freud ve Din, Deprem ve Din, Milenyum Tarikatları, Sekülarizm Sorgulanıyor, Laik Ama Kutsal, Avrupa Birliği Ülkelerinde Din Devlet İlişkisi, Avrupa ve İslam, Üç Yusuf Bir İslam, Türbeler: Popüler Dindarlığın Durakları, Enteller Aleykümselam Der mi, Din Psikolojisi, Kutsalın Dönüşü başlıca eserleri arasındadır. Kariyerini hâlen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Psikolojisi Ana Bilim Dalı öğretim üyesi olarak sürdürmektedir.