Birol Biçer: Manaya açılana Yunus kapımız

Manaya açılana Yunus kapımız
Giriş Tarihi: 21.4.2021 14:21 Son Güncelleme: 21.4.2021 14:21

Türkçe'nin süt dişleri, manaya açılan kapısı, hem Anadolu hem insanlığa birlik ve beraberlik çağrısı, mananın şairi, halk ozanı, bir garip derviş, mutasavvıf, mütefekkir, manevi aşkın dili, insan sevgisi ve hoşgörünün filozofu, barış insanı, veli, Hakk aşığı, hakikatin Türkçesi, Türkiye'nin birleşme potası; kısaca Bizim Yunus. 7 asır öncesinden günümüze eskimeyen bir mana köprüsü kuran Yunus Emre'yi tarif eden bunca sıfat ve tanımlamaya bakınca onun aslında başta bu topraklar olmak üzere insanlık için ne çok anlam ifade ettiğini görebiliyoruz. Hepimizin kendimizce bir Yunus tasviri olduğu gibi o deryadan her birimize kendi tasımız ölçüsünde düşen birkaç damla var. Marifet o ki Yunus'un temsil ettiği temel unsurları ıskalamayalım!

EVRENSEL TÜRK'Ü ÇIKARAN ZORLU ÇAĞ
13'üncü ile 14'üncü yüzyılın birleştiği dönemde Anadolu. Oldukça zorlu, karmaşa ve belirsizliğin hâkim olduğu bir dönem. Dönemin manzarası karmakarışıktır: Anadolu Selçuklu Devleti ve beraberinde Anadolu'da çözülüp dağılmaya başlayan bir siyasi düzen, günümüzün federal eyaletlerinin benzeri beyliklerin aralarındaki rekabet ve çatışmalar, bir yanda Haçlı seferleri, öte yanda Moğol hücumları, kalkışmalar, işgaller, istilalar, iç huzursuzluklar, iktidar ve saltanat kavgaları, din kisveli isyanlar, bol miktarda tefrika, sosyal çalkantılar, güvensizlik, kıtlık ve maddi sıkıntılar… Zulmün, toplumsal çalkantıların ve siyasi çöküşün girdabındaki böyle devirler bir yandan da büyük şahsiyetlerin zuhuruna imkân ve zemin hazırlar. Kaosun sıradanlaştığı böyle bir dönem Anadolu'nun abidevi şahsiyetler çıkarma hususunda en bereketli çağı da olur. Bunlardan biri de Yunus Emre'dir. Ancak işin ilginci Yunus ne siyasi ne ilmi ne maddi bir statüye sahiptir. Soylu değildir, varlıklı değildir, şeyh değildir, ardında müntesipleri yoktur, siyaseten destekçileri yoktur, öyle ciltlerle eserleri yoktur. Elbet cahil değildir, yalın ayak başıkabak değildir ama bir çağın çıkartacağı abidelerden biri olabilmek için fazlasıyla mütevazı bir şahıstır. İddiası yoktur, davası yoktur, mirası yoktur… O mütevazı bir derviştir. Ancak her zümre tarafından benimsenir, sahiplenilir ve herkesin "Bizim Yunus"u olur. Yazar Mustafa Özçelik Yunus'un her zümrece benimsenip, sahiplenilmesine şöyle bir yaklaşım getirir: "Yunus Emre, her şeyden önce tevhit fikrinin şairidir. Yaşadığı devirde en çok ihtiyaç duyulan şey birlikti, sevgiydi, hoşgörüydü… Bu değerleri benimseyip yaygınlaştırmak isteyen biri sadece bir zümrenin mensubu olamaz." Peki, nedir, bu denli "sıradan" görünen bir adamı sadece kendi çağı için değil, yedi asır boyunca bir bileşme potası hâline getiren. Yaşadığı çağın gayya kuyusu içinde peşinde olduğu hakikat arayışı ve neticesinde ulaştığı sevgi, huzur ve barışı herkese yaymak, benimsetmek için verdiği mücadele olabilir olsa olsa. Bir de Mustafa Tatçı'nın deyişiyle "Türkçenin manaya açılan kapısı" oluşu belki de…

SANATSAL SOYUTLAMA KURBANI BİR ANADOLU ERENİ
Maneviyat erlerinin modern zamanın popüler kültür ürünleri ile gerçekten ciddi bir sorunu var gibidir. Onları gerçek bir insan olamayacak kadar baştan ayağa karizmatik görünme gayretinde, bakkaldan ekmek alsa hikmetli sözler söylemek zorundaymış gibi davranan, çoğunlukla Âgâh Hün'vari etkileyici bir ses tonuna sahip ve başlarına atom bombası düşse "cool" tavırlarını asla bozmayan, geçinmek için de fazlaca bir çaba sarf etmeyen, kariyerlerine de otomatik olarak şeyh, derviş, Allah dostu olarak başlamış karakterler olarak yansıtma eğilimi hâkim gibidir. Film, belgesel, dizi ve romanlardaki soyutlama uğruna abartıya kaçan ve şahsiyetleri gerçeklikten uzaklaştıran bu eğilimin başlıca kurbanlarının başında Yunus Emre gelir. 700 yıldır önce bizim topraklarımızda, son dönemlerde ise dünya çapında bir tesire yol açan, insanları hakikat, birlik, barış ve huzurda birleştiren çağrısı hâlen yankılanan ve karşılık bulan Yunus Emre'yi "Film, roman ve dizilerden nasıl bilirsin?" diye sorsalar muhakkak son 60 yılda doğanların büyük çoğunluğu büyük ihtimalle: "Dağda bayırda elindeki değnekle avare avare dolaşan, eğitimsiz, ümmî, karşısına çıkan geçim derdindeki insanlara romantik şiirler okuyup, muğlak nasihatlerde bulunan işsiz güçsüz bir gezgin derviş" der. Ne var ki işin aslı böyle değil; gerçek Yunus ile iyi niyetli de olsa senaryolarda soyutlaştırılan avare Yunus algısı aynı değil, bilelim.

HAK ÂŞIĞININ "FORMASYONU" NE OLA Kİ?
Bir dönem tasavvufa meyleden bir dostum anlatmıştı. Boğaziçi Üniversitesi mezunu bir tanıdığına sohbet esnasında, yeri gelince, Yunus Emre'den bahsedecek olmuş. Akabinde, biraz da küstah bir edayla, şöyle bir karşılık alınca bahsi açtığına bin pişman olmuş:
"Anladık iyi de, Yunus Emre'nin formasyonu ne ki?" Şimdi gelin Yunus Emre'nin genelde göz ardı edilen başat niteliği "Allah dostu, âşık, mana eri, derviş" niteliklerinin dışında bir eğitimi, birikimi, donanımı, kariyeri ve "formasyonu" olduğunu gösteren kayıtlara bir göz atalım. Yunus hakkında en uzun malumata yer veren Vilâyetnâme-i Hacı Bektâş-ı Velî'deki menkıbevi bilgilere göre Yunus Sarıköy'de yaşayan, çiftçilikle geçinen, okuma yazması olmayan fakir bir kişidir. Ancak tarihi eserlere dayanan bazı araştırmacılar buna karşı farklı bir Yunus çıkarırlar karşımıza. Bunlara göre; Yunus Emre hakikat arayışına, bir başka ifade ile dervişlik yoluna girmeden önceki hayatında mektep medrese tahsili görmüş, donanımlı ve bilgili bir şahıstır. Hatta bu yetkinliği sayesinde kadılık ve müftülük vazifelerinde bile bulunur. Ümmi bir şeyh olan Tapduk Emre onun yanlış fetvasını ortaya çıkarınca müftülüğü de, fetva makamını da terk eder.
Bektaşilere göre Yunus eğitimsiz bir âşık kabul edilirken, Halvetilere göre ise ilim sahibi bir müftüdür. Yunus'un ümmi fakat hikmetli bir zat olduğunu söyleyen İsmail Hakkı Bursevî'nin onun seyr-i süluka girmeden önce müftülük yaptığını söylediği kaydedilir. Âşık Çelebi ise Yunus'un medresede başarılı olamadığını ancak ilmini ve irfanını "Allah'ın mektebi"nde aldığını söyler. Abdülbaki Gölpınarlı'ya göre Yunus'un medrese öğrenimi görüp görmediği, icazet alıp almadığı kesin değildir ancak medresede ya da dergâhta iyi bir tahsil gördüğü açıktır. Neticede Sadi-i Şirazî'den ve Mevlâna'dan tercüme yapacak kadar Farsça bildiği, Kuran'a ve Arapçaya, hadislere vakıf oluşu, hatta Yunan, Hint, Ortadoğu mitolojilerine, klasik edebiyat unsurlarına ve peygamber kıssalarına atıflarda bulunuşu dikkate alındığında Yunus'un mürekkep yaladığına delalet eder. Neticede eseri, tesiri, manası, kalıcılığı ve havastan avama kadar hitap eden lisanıyla Yunus'tan CV ister gibi formasyonunu sorgulamanın bir haceti yok. İrfanını medreseden edinmiş olsa bu Yunus'u değil yükseköğretimi yüceltir. Ancak şurası kesindir ki medrese ya da tekke ehli olsun olmasın o ilmini irfanını gerçek bir ümmi olarak özünden akan kaynaktan almıştır.

YUNUS'UN HİKÂYESİNİN ANA FİKRİ: BİR KÂMİL MÜRŞİDE VARMAYINCA OLMAZ
Yunus Emre hak âşığıdır, ozandır, derviştir, şairdir; Türkçenin mana kapısıdır, süt dişleridir. Bunların hepsi doğrudur… Ancak Yunus Emre dâhil hangi Hakk âşığından, veliden, dervişten, mutasavvıftan ya da sufiden bahsedersek bahsedelim onların bizim açımızdan temsil ettiği ilk sıradaki ve gerçekten işlev görecek olan bir hususu kaçırmamamız gerekiyor. Bu husus; Ahmet Yesevî'yi Anadolu Erenlerinin piri, Yunus'u Yunus, Mevlâna'yı Mevlâna, İbn-i Arabî'yi Şeyhi Ekber, Hacı Bektaş'ı veli yapan şeydir. Hakk'a, hakikate, öz-benlik bilincine ulaştırma yolunda olmazsa olmazdır bu husus. Esasen Yunus'un tüm hayatı ve eserleri de sürekli bu gerçeği gözümüzün içine sokmaktadır. Bahsettiğimiz bu hususu doğrudan Yunus'un dilinden öğrenelim: " Gel ey kardaş Hakk'ı bulayım dersen / Bir kâmil mürşide varmayınca olmaz." İşte bu, Hakk'ı, hakikati bulmanın yoludur ve bu yol ete kemiğe bürünüp Yunus diye görünerek kendini gözümüzün önünde aşikâr etmektedir. İster Yunus ister diğerleri olsun, hangisine nazar edilirse edilsin her bir ferdin onlardan öncelikle alması, öğrenmesi gereken şey budur: Hakk'ı aramak ve (üveysilik gibi çok nadir zata nasip olan ilahi lütfun haricinde) bunun yegâne yolu olarak bir mürşid-i kâmilin rehberliğinden istifade etmek. Alelade Yunus'u bildiğimiz Yunus yapan da Tapduk Emre denilen mürşid-i kâmilin manevi rehberliğidir. İstediği şekilde aramak ya da aramamak herkese serbest, ancak bulmanın şartı önce gerçek bir kâmil mürşidi yani herkesin kendi Tapduk Emre'sini bulmasıdır. Yunus Emre'nin tüm yaşayıp söylediklerinden çıkarılacak en özge ana fikir de bundan başkası değildir.

YUNUS GİBİLERİN DEĞERLİ GÖREVİ: METAFİZİK GERİLİM YARATMAK
Yunus gibi irfanî gelenekten gelen, içsel –ilhami kaynaklardan beslenen ve aslında tasavvuf yolunu vaz eden âşıkların öncelikli vasıflarından biri didaktik olmak ya da hikmetli sözlerle eğitici olmaktan çok bireysel ya da toplumsal alanda metafizik gerilim yaratmak ve böylelikle aslında herkesin az-çok içinde bulunan hakikat arayışını kuvveden fiile çıkarma konusunda ateşleyici vazifesi görmektir… Gerçek şu ki onu ne kadar okursanız okuyun onun gibi hakikate vasıl olmazsınız zira bunu başarabilmek için onunla benzer yolları bizzat kat etmeniz gerekir, bir anlamda Yunus olmanız gerekir. Yani Yunus okumak, onunla hemhal olmak sizi maksuda ulaştırmaz ancak çok değerli bir şeyi, yolu-yordamı gösterir. İşte metafizik gerilim dediğimizde işlevsel açıdan anlaşılması gereken budur. İşte tam da bu noktaya parmak basan akademik bir araştırma makalesinden bir kaç alıntı yapmak bu açıdan aydınlatıcı olabilir. Ömer İnce, Yunus Emre'de Metafizik Gerilim başlıklı makalesinde onun bu işlevine şu ifadelerle değiniyor: "Yunus Emre'de metafizik gerilim özgün şiir söyleminin bir iç dinamiği olarak kabul edilebilir. Aşkın sebep olduğu iç coşkunluğundan beslenen heyecan, kişiyi diri ve dinamik tutan bir güç olarak kabul edilmiş ve kullanılmıştır. Yunus Emre'de görülen bu iç coşkunluğunun kaynağı "İlâhî aşk"tır. Yunus'un her gördüğü nesnede aşkını büyütecek izler bulması, bu aşkın diri ve dinamik kalmasının da bir gereğidir. Yaratıcıya âşık olan Yunus Emre, "maşûk"un güzelliklerini halka da göstermek ister. Halkın kalbinde aşk ateşi yakmak için çaba sarf eder."

MUTASAVVIF, MÜTEFEKKİR VE ÂŞIĞIN POETİK FELSEFESİ
Bunca sevilmesine, övülmesine, örnek gösterilmesine rağmen Yunus Emre'nin ihmal edilen bir özelliğini vurgulamadan geçmemek gerek. Muhtemelen âşık, ozan vasfı ön plana çıktığı için dikkatlerden kaçan bir yön olsa gerek. Deneyim, algı, düşünce ve fikirlerini şiirsel yolla aktarma geleneği çerçevesinde aslında bir düşünür olarak Yunus'un yaptığı şeye "Poetik Felsefe" denir. Poetik felsefenin örneklerine başka ozanlarımız ve bilhassa tasavvufçularda rastlamak mümkün. Yunus üzerine değerli çalışmaların müellifi yazar Mustafa Özçelik Bizim Yunus kitabında onun bu yönüne özellikle vurgu yapıyor, kulak vermekte fayda var: "Yunus Emre, sufi bir şairdir. Ama onu tek başına bu sıfatla tanımlayamayız. Çünkü tasavvuf, bir hâl ilmi olmasının yanı sıra aynı zamanda bir fikir sistemidir. Yunus da bu sisteme hem hâl hem de fikir planında bağlı bir sufidir. (…) Yunus'un bir mutasavvıf mütefekkir olarak dayandığı kaynak ise bütün büyük sufilerde olduğu gibi İslam'ın temel kaynaklardır. Onun bütün şiirlerine tasavvufi açıdan yapılmış İslami yorum metinleri olarak bakmak gerekir. Yunus'un bir mütefekkir olarak yaptığı şey ise, bu temel anlayıştan hareketle yaşanabilir bir "aşk felsefesi" kurmuş olmasıdır. Bu felsefe meselenin teorik tartışmalarıyla uğraşmak yerine gündelik, pratik davranışları hayata geçirmeyi gaye edinir. Başka bir ifadeyle yaşanabilir bir ahlak modelidir. İdeal insanı yetiştirmeyi hedef alır. Uzun vadede ise ideal toplumu hedefler. (…) Bunu yaparken söyledikleri sadece teoride kalan fikirler olmadığı için çağındaki insanların onu anlaması ve algılaması zor olmamıştır. Başka bir söyleyişle o, tasavvuf teorisini bir felsefe olmaktan çıkarıp bir 'iman ve amel' hâline getirmiştir."

20'NCİ YÜZYILA DOĞRU ENTELEKTÜELLERİN YUNUS'U KEŞFİ
Doğuşları yüzlerce yıl farklı meşreplerden dergâhlarda okunan, söylenen Yunus'a kalem erbabının ilgisi 19'uncu yüzyıl sonlarına doğru canlanır ve Osmanlı'nın son dönemlerinde Divan'ı basılan Yunus 20'nci yüzyılın başlarında konu olduğu araştırma ve yayınlarla adeta yeniden keşfedilmiş gibi olur. Fuad Köprülü, Rıza Tevfik, Vladimir Gordlevskiy, Burhan Toprak ve Abdülbaki Gölpınarlı başta birçok isim Âşık Yunus'u konu edinen eserler verirken, ilk Türk oratoryosu bile onu konu edinir, ona atfedilir. Yunus artık Türkiye Cumhuriyeti için vazgeçilmez kurucu bir unsura dönüşmüştür. 60'lar, 70'lerde ise iş Türk popuna söz yazarı olmaya kadar varır anlayacağınız. Ancak Cumhuriyet döneminde Yunus öncekilerden daha yoğun bir ilgiye mazhar olurken, kendisine daha farklı bir kimlik biçildiği de gözlerden kaçmaz. Dönemin konjonktürü ve siyasi arayışlarına paralel olarak Hak aşığı, veli Yunus'un daha millî, daha devrimci, daha halkçı, hümanist felsefeyle örtüştürülen ve daha seküler bir figür olarak tanımlanma çabasına şahit oluruz.

RÖNESANS VE REFORM'UN ESİN KAYNAĞI
Yunus'un karmakarışık kaotik bir dönemde insanlara yaptığı dostluk, birlik çağrısı Anadolu ile sınırlı kalmaz, başka toplumlara da ulaşır. Yunus'un insanı yücelten bakış açısından doğrudan etkilenenlerin başında özellikle Rönesans ve sonrasının üç büyük Avrupalı düşünürünün geldiği ileri sürülür: Hümanizm felsefesinin kurucuları sayılan 16'ncı yüzyılda Almanya'da Martin Luther ve Sebastian Franck, Hollanda'da Desiderus Erasmus. "Yaratılanı severiz yaratandan ötürü" görüşünün sahibi Yunus'un, Tanrı'nın yerine insanı yerleştiren ve varlığın merkezine beşeri oturtan hümanizm felsefi doktrini ile bağdaştırılamayacağı açıktır. Bununla birlikte Yaratan'ın âlemdeki yansıması ve halifesi olan insana özge bir değer atfeden görüşleriyle Avrupa'da hümanizm ve reform akımlarının doğumu açısından önemli bir itici güç oluşturduğu söylenir. Mantıken akla uzak olmayan bu görüşü Yunus'u konu alan L'Amour Sublime (Yüce Aşk) kitabında Fransız araştırmacı Pierre Seghers ortaya atmıştır. Seghers'e göre bu üç düşünür Yunus Emre'nin şiirsel çekiciliğinin son derece yenilikçi yönünü görür ve etkisine kapılır. Yunus'un şiirlerinden etkilenen Hristiyanlıkta Protestan reformculuğunun babası Martin Luther bunları tercüme ederek bastırır. Bu vesileyle diğer hümanistler Desideros Erasmus ve Sebastian Franck da Yunus'un görüşleriyle tanışır.

BİZE ULAŞIN