Haşim Şahin: Yunus Emre Anadolu halkı için asırlarca bir fener oldu

Yunus Emre Anadolu halkı için asırlarca bir fener oldu
Giriş Tarihi: 19.4.2021 13:50 Son Güncelleme: 27.10.2021 12:22
Yunus Emre, yaşadığı dönemden itibaren ilgi gören, sevilen bir kişilik...

Yunus Emre daima şiirlerinde ve deyişlerinde sevgisinden ve bağlılığından bahsettiği Hakk'a yürüyeli 700 yıl oldu. Bu uzun tarihi süreç, onun gönül dilinden söylediği hakikatlerden birini daha açıkça ispat etti: "Âşıklar ölmez." Şart değildi ama UNESCO'nun 2021 yılını Yunus Emre yılı ilan edişi de bu gerçeğin sayısız yansımalarından biri sadece. Hayatı boyunca Aşk-ı İlahi'nin ilhamıyla yazan Anadolu'nun bu ermiş ozanının bu millete, kültüre ve topraklara yani bize nasıl yansımış olduğunu, bizim için neleri ifade ettiğini, Yunus'un temsil ettiği değerlere özel önem veren ve yıllardır o değerlerin yeşerdiği tarihi dönemleri araştıran bir akademisyen-tarihçiden dinleyelim istedik. Prof. Dr. Haşim Şahin, Yunus'u ve Yunus gerçeğini Lacivert'e anlattı.

Yunus Emre'nin hakka yürüyüşünün 700'üncü yılında 2021 yılı Unesco tarafından Yunus Emre yılı ilan edildi. Bu, Yunus'un giderek dünya toplumları tarafından tanınan bir değer olduğuna ya da belli seviyede de olsa, dünyanın onun temsil ettiği değerlere açılmaya başladığına işaret olabilir mi?

Elbette bu şekilde bir değerlendirme yapılabilir. Aslında Batı başta olmak üzere dünya genelinde pek çok ülkenin Doğu'ya, Doğu mistisizmine, tasavvufa ve büyük sufilere olan ilgisi yeni değil. Yunus Emre de daha evvelki yıllarda Batı Hümanizması ile ilişkilendirilip gündeme gelmişti. Ancak bilhassa son yirmi yıldır -biraz da bu konuya dair yapılan çalışmaların sayısının artması, teknolojik imkânların artması ve görsel iletişim unsurlarının da gelişmesine paralel olarak İslam dünyasının büyük sufilerinin hayatlarını, düşünce dünyalarını, yazdığı eserlerin muhtevasını, sahip oldukları fikirleri öğrenme arzusu arttı. Bu da farklı dönemlerde yaşamış olan Ahmed Yesevi, Mevlâna Celâleddin Rûmî, Sarı Saltık, Hacı Bektaş-ı Veli, Ahi Evren gibi büyük şahsiyetlerin hayatlarına ve temsil ettiği değer dünyalarına dair ilginin daha da artmasıyla neticelendi. Sadece son döneme bakacak olursak, 2019'da Dede Korkut, 2020'de Farabi, 2021'de sohbetimizin konusunu teşkil eden Yunus Emre'nin yanı sıra Hacı Bektaş-ı Veli ve Ahi Evren yılı da ilan edilmesi bu ilginin en somut göstergesi. Elbette yakın geçmişte yapılan, yapılmakta olan ve yapılacak diğer etkinlikler, sanat gösterileri, akademik çalışmalar, film ve dizi gösterimleri Yunus Emre'nin sahip olduğu fikirlerin ve temsil ettiği değerlerin dünyanın ilgisini çektiğini gösteriyor.

Milletimiz gönül erlerini ekseriyetle sever, sayar. Ancak Yunus'a gösterilen teveccühün daha farklı, daha geniş zamanlı olduğunu görüyoruz. Türk tasavvuf geleneğimizde onun yeri ve muhatap olduğu sahiplenmenin sebepleri sizce nelerdir?

Ben bunun başlıca nedeninin Yunus Emre'nin Türkçe konuşması, yazması ve kendisi gibi Türkçe konuşan geniş bir coğrafyada kabul görmesi olduğunu düşünüyorum. Onun Anadolu coğrafyası başta olmak üzere Türkçe konuşan coğrafyalarda seyahat ettiği biliniyor. Nitekim kendisi "Gezdim Urum'u Şam'ı, Yukarı İller'i kamu" dizesiyle Anadolu, Suriye ve Azerbaycan coğrafyasındaki Türkçe konuşan topluluklar arasında gezdiğini açıkça ifade ediyor. Yunus Emre, yaşadığı dönemden itibaren ilgi gören, sevilen bir kişilik… Anadolu'nun pek çok yerinde ona izafe edilen türbe ve makamların bulunması, Osmanlı Devleti'nin farklı dönemlerinde beyitlerinin şerh edilmesi, dergâhlarda okunması, eserlerinin farklı nüshalarının mevcudiyeti, Allah sevgisi, insan sevgisi Yunus Emre'nin çok geniş kitleler tarafından sevilip kabullenildiğinin en somut ifadesi.

Sizce Yunus Emre bu topraklar, kültürümüz ve milletimiz için hangi açılardan ne gibi anlamlara geliyor, neleri temsil ediyor? Anadolu mayası denilen yapı içinde onun yeri nedir?

Anadolu, Müslüman Oğuz boylarının Malazgirt Savaşı'nın öncesi ve sonrasındaki yerleşimlerinden itibaren Türk yurdu hâline geldi. Türklerin bu coğrafyada varlıklarını kabul ettirmeleri Malazgirt'ten Büyük Taarruz'a kadar kahramanlık destanlarının yazıldığı destanlarla dolu. Bu ülkenin insanının ülkesinin, milletinin birlik ve bütünlüğü için ne derece fedakârlıkları göze alabildiğine aklıselim sahibi herkes şahittir. Türk insanının bu derece feraset sahibi olmasında Kuran ve Hz. Peygamber sevgisi ve peygamberlerin varisleri olarak gördükleri sufilere, âlimlere, fakihlere duyduğu saygı ve sevginin de büyük payı vardır. İşte bu düşünce gerek yazılı gerekse sözlü olarak yüzyıllar boyunca aktarılan değerlerin, kültürel mirasın doğru şekilde kavranmasıyla mümkün olabilmiştir. Kendi devrinde ve sonraki devirlerde yaşamış büyük mutasavvıflar gibi Yunus Emre de gerek söylemleri gerekse hayat tarzı ile önemli bir yer tutar. O, Moğol İstilası altında, siyasi yönetimlerin hayli zayıfladığı dönemlerde bu ümitsiz insanlara umut olmuş, samimiyeti, teslimiyeti, İlahi aşkı, insan sevgisini, kendini bilmeyi, hakikati aramayı, geçici dünyayı sorgulamayı, sahte dindarlarla mücadele etmeyi, Allah rızasına ulaşmanın ancak gönüller fethetmekle mümkün olabileceğini anlatmıştır. "Gönül Çalab'ın tahtı, Çalab gönüle baktı"; "Ey Hoca! İstersen var bin Hacca/ Eğer gönül kırdın ise bu kıldığın namaz değil" dizeleri onun bu konuya yaklaşımını ortaya koyan çok sayıda örnekten sadece ikisidir. Dizelerinde açıkça dile getirdiği bu hususlar, onun Anadolu irfanı olarak takdim edilen düşünce sisteminin merkezi konumunda yer alan isimlerden birisi olmasını sağlamıştır.

Yunus'un içine doğan ilhamlarını ifade ettiği dilin farklı bir özelliği söz konusu: Bir yanda çok yalın ve sade, bu yönüyle âliminden mektep görmemişine dek herkese hitap edebilen, herkesin anlayacağı bir özellikte. Ancak öte yandan bu yalınlığın ardında kavranması çok çetrefilli anlam katmanları da var gibi. Onun bu özelliğini siz nasıl değerlendirirsiniz?

Yunus Emre şiirlerinde gayet basit, sade bir Türkçe kullanıyor. Bu yönüyle Oğuz Türkçesinin en önemli isimlerinden birisi olma özelliğine de sahip. Onun bu derece basit ve sade bir dil kullanması biraz da içerisinde yetiştiği kültürle ilgili. Onun hayatına dair detayları ne yazık ki çok bilmiyoruz. Ancak Divân ve Risâletü'n-Nushiyye'yi dikkatli bir şekilde okuduğumuzda o sade ve yalın, herkesin anlayabileceği dilin ardında çok derin tasavvufi manalar ve metaforlar içeren bir dünyanın varlığını da görüyoruz. Bu da Yunus Emre'nin de aslında Ahmet Yesevi gibi çok iyi bir eğitim gördüğü, devrindeki dinî ilimlere son derece vakıf ve geniş bir kültürel birikime sahip olduğu hâlde muhatabı olan kitlenin diline indirgeyen bir yaklaşım benimsediğini ortaya koyuyor. Onun bu tavrı Somuncu Baba'nın Bursa Ulu Camii'nin açılışında Fatiha Suresi'nin farklı kesimlerin anlayacağı şekilde yedi farklı şerhini yapması gibi, dizelerinden bazılarını sadece tasavvuf ehlinin kavrayabileceği, güçlü bir Vahdet-i Vücud düşüncesini ortaya koyan bir anlayışla söylediğini düşündürüyor.

Objektifimizi Yunus'a ve karmaşayla dolu bir siyasi atmosfere sahip dönemin Anadolu'suna çevirirsek onun kendi zamanında gördüğü toplumsal işlevi nasıl açıklarsınız?

Yunus Emre, Moğol İstilasının Anadolu'da hâkim olduğu, siyasi kargaşa ve pek çok Türkmen beyinin bağımsızlık ilan ettiği bir dönemde yaşadı. Kaynaklarda yer alan bilgiler yeterli olmadığı için, onun yaşadığı hayat tarzının ve fikirlerinin toplumda tam manasıyla nasıl bir karşılık gördüğünü bilmiyoruz açıkçası. Ancak eserlerini okuduğumuzda onun düşünce dünyasını, topluma vermeye çalıştığı mesajı, mensup olduğu tasavvuf geleneğini görüyor ve biliyoruz. O Türkmen topluluklarının bilge dervişi. Dürüstlüğün, itaatin, hoşgörünün, yeri geldiğinde teslimiyetin, yeri geldiğinde mücadelenin timsali. İnsanlara dünyanın geçiciliğini anlatıyor. Yunus Emre'nin şeyhi Tapduk Emre "şeşta" adı verilen altı telli bir kopuz çalıyor. Bu örnek bile aslında Yunus Emre ve şeyhinin geleneksel Türk yaşantısının İslam inancı ve Allah sevgisi ile bütünleştirdikleri bir hayat sürdüklerini gösteriyor. İşte bu açıdan baktığımızda Yunus Emre'nin yaşadığı dönemde, karmaşa ortamı içerisindeki Anadolu halkında bir fener vazifesi görmeyi gaye edindiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Romanlarda ve filmlerde uzun yıllar boyunca yansıtılan Yunus Emre avare avare dolaşan, mektep-medrese görmemiş bir miskin derviş portresi oldu. Gerçekte Yunus Emre kimdir? Ne iş yapmış, nasıl yetişmiş, nasıl bir donanıma sahip olmuş?

Yunus Emre, 1240 yılında doğmuş, hayatının önemli bir kısmını şeyhinin dergâhında geçirmiş, Oğuz Türkçesi'nin konuşulduğu hemen her coğrafyayı dolaşmış bir 13'üncü yüzyıl dervişiydi. Bazı kaynaklar onun tasavvufa meyletmeden önce çiftçilik yaptığını, bazıları ise dinî ilimler sahasında iyi bir eğitim gördükten sonra bir süre kadılık yaptığını rivayet ederler. Onun hakkında birbirinden farklı rivayetlerin oluşmasının nedeni Anadolu'da farklı yüzyıllarda birden fazla Yunus yaşamış olmasından da ileri geliyor aslında. Öncelikle Hacı Bektaş-ı Veli'ye mi yoksa doğrudan doğruya Tapduk Emre'ye mi intisap ettiği konusu da tartışılan diğer bir husus. Kendisi bir şiirinde "Yunus'a Tapduk u Saltuk u Barak'dandır nasip / Çün gönülden cûş oldu ben nice pinhan olam" dizeleriyle tasavvufi silsilesini ortaya koyuyor aslında. Son dönemde yapılan çalışmalar bilhassa İbnü's-Serrac'ın Tuffahü'l-Ervah adlı eserinden hareketle Yunus Emre'nin Rifâiyye tarikatına mensup olduğunu ortaya koyuyorlar. Yunus Emre'nin şeyhinin Tapduk Emre olduğu âşikâr.

Bununla ilgili pek çok dizesi var. Ancak yukarıdaki dize Yunus'un tarikat silsilesinin bu isimlerden meydana gelebileceğini gösterdiği gibi, yaşadıkları dönem göz önüne alındığında üç şeyhten de ders almış olabileceğini ortaya koyuyor. Yaygın rivayete göre Yunus Emre, bugün Eskişehir'in Mihalıççık ilçesinin sınırları içerisinde bulunan Sarıköy'de dünyaya gelmiş. Onun Karaman, Isparta, Manisa, Aksaray'da doğduğunu öne süren çok sayıda çalışmanın da mevcudiyetini belirtmemiz lazım. Bu karmaşanın nedeni, anlaşıldığı kadarıyla Yunus Emre'nin tıpkı silsilesinde yer alan diğer şeyhler gibi çok seyahat eden, "vardığı illere Tapduk ma'nisin saçan" bir sufi olmasıyla ilgili olsa gerek. Hayatının erken dönemi ve ilk tahsili ile ilgili bilgiler onun eğitim düzeyine dair kesin bir hüküm vermeyi pek mümkün kılmasa da, Yunus Emre'nin Tapduk Emre dergâhında sıkı bir riyazet çektiğini gösteriyor. Bu açıdan bakıldığında tasavvufi terbiyesini tamamladıktan sonra döneminin önde gelen ve saygı gören sufilerinden biri hâline geliyor.

Bizim popüler alanda uzun yıllar muhatap olduğumuz Yunus Emre portresi Cumhuriyet döneminde seküler bir anlayışla kurgulanan Yunus Emre oldu? Bu nasıl bir portreydi ve orijinali ile arasında ne farklar vardı dersiniz?

Cumhuriyet devrinin Yunus Emre'si, devletin Batıcı bir politika benimsemesinin ve laik kimliği öne çıkarmasının bir neticesi olarak elbette sufi kimliğinden uzak bir şekilde ve daha Batıcı bir bakış açısıyla değerlendirildi. Hâliyle bu Yunus, Rifâi geleneğine mensup Müslüman bir mutasavvıf kimlik olmaktan çıkarılıp, dinler üstü bir kimlikle izahı anlamına geliyordu. Bilhassa onun "insan sevgisi" ile ilgili dizeleri onun hümanist kişiliğe sahip olduğu şeklinde değerlendirilmesine neden olmuştu. Aslında bu durum Batı Hümanizminin Türkiye'deki yansımasından ve bu yansımanın kendisine tarihsel bir köken aramasından başka bir yorum değildi. Bu durum toplumun farklı kesimlerinde farklı Yunus Emre'lerin oluşturulmasıyla neticelendi. Bu kimliklerin hemen hiçbirinin birbiriyle ilişkisi olmadığı gibi, gerçek Yunus Emre karakterinin ve temsil ettiği düşüncenin hayli uzağındaydı bu Yunus Emre'ler. Buna benzer bir durumu günümüzde bile görüyor olmak üzücü açıkçası. Hâlbuki her tarihi şahsiyetin kendi zaman ve zemini ekseninde değerlendirilmesi gerekir. Bu açıdan bakıldığında Yunus Emre, yukarıda da belirttiğim gibi, 13'üncü yüzyıl mutasavvıfı olarak o yüzyılda İslam dünyasında hayli baskın olan Vahdet-i Vücud anlayışını temsil eden, İslam kültür ve medeniyetini içerisinde doğmuş ve bu değerleri temsil ettiği din çerçevesinde yaşamış ve topluma anlatmış bir Türkmen dervişi idi.

Baktığımızda İslam, dünyada Vehhabilik'ten IŞİD'e kadar çok farklı formüllerde yansıtılabiliyor. Yunus ve benzerlerinin anlattığı, tercüman olduğu İslam ile diğerlerinin nasıl bir farkı var acaba? Yunus'un temsil ettiği İslam'ı nasıl tarif etmek gerekir?

Her şeyden evvel Yunus Emre'nin bir mutasavvıf olduğunu, Orta Çağ İslam dünyasında hayli yaygın ve toplumsal anlamda büyük bir fonksiyona sahip tekke kültürünün bir temsilcisi olduğunu hatırdan çıkarmamak lazım. Bu açıdan baktığımızda Yunus Emre sözünü ettiğimiz siyasi-ideolojik yapılar ile aynı düzlemde olması mümkün olmayan bir şahsiyet. Onun yaşadığı, temsil ettiği ve dostlarına, çevresine anlattığı, eserlerine yansıttığı İslam düşüncesi bu radikal grupların temsil ettiğinden hayli farklı. "Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için" dizelerinde aslında bu konudaki tavrını açıkça ortaya koyuyor. Yunus Emre aşkı, muhabbeti, "gece gündüz Hakk'ı zikretmeyi" öne çıkaran birisi. Aslına bakarsanız, Yunus Emre'yi bir "dava adamı" olarak görmek de pek doğru değil. Elbette yaşadığı topluma, ilerleyen zamanda çağları aşacak mesajları var. Ancak o kendisini açık bir şekilde "miskin" olarak tanımlıyor. Tek derdinin Allah rızasını kazanmak, onun sevgisine mazhar olmak olduğunu açıkça dile getiriyor. İnsanların gerçek mutluluğa ve ilahi sevgiye ancak birbirlerini sevmek suretiyle ulaşabileceklerini söylüyor. Ancak onun toplumun her kesimine hitap etmek, topluma bir nizam vermek veya hegemonya kurmak gibi bir derdi de yok. Kısacası Yunus Emre bir temsil ettiği tasavvuf kültürünün gerektirdiği gibi, şeyhinden aldığı terbiyenin kendisine gösterdiği şekilde davranıyor.

Özellikle son bir asırda Yunus Emre'ye herkesin kendine göre; İslamcılıktan hümanizme, Türkçülükten sosyalizme, Sünnilikten Aleviliğe kadar geniş bir yelpazede kumaş biçtiğini görüyoruz. Bu kadar Yunus içinde hangisi gerçek Yunus'tur?

Farklı kesimler -bu bazen ideolojik amaçlarla da olabiliyor- tarafından Yunus Emre'nin benimsenmesi bir Orta Çağ tarihçisi olarak beni hayli memnun ediyor açıkçası. Bu benimseyiş hemen her kesimin kendinde Yunus Emre'den bir şeyler bulduğu anlamına geliyor aslında. Yunus Emre'nin insan sevgisi, toplumun hassasiyetlerine çözüm önerileri sunması, insanları bilmeye ve öğrenmeye teşvik etmesi, ilahi aşkı ve cezbeyi önere çıkaran melâmeti tavrı, dünyanın geçiciliğini ısrarla dile getirmesi, insanların küçük çıkarlar için birbirlerini incitmeye değmeyecek kadar kısa ve aldatıcı olduğunu vurgulaması aslında İslam tasavvufunun sıklıkla dile getirdiği insan olmanın yani "insan-ı kâmil"in Yunus Emre'nin şahsında nasıl tezahür ettiğini gösteriyor. Dolayısıyla davası insan, sevgi, hakikat, irfan, adalet, eşitlik, yoksulların ve kimsesizlerin dertleriyle dertlenmek olan her insan, topluluk, inanç sistemi yahut görüş Yunus Emre'de kendisinden bir şeyler buluyor. Bu bağlamda Yunus Emre, 13'üncü yüzyılın önemli İslam mutasavvıflarından biri olmakla birlikte, günümüzle bağlantılı olarak değerlendirdiğimizde, saydığınız yapılardan herhangi birisinin içerisine hapsetmek onun değerler dünyasını dar bir alana indirgemek olacaktır.

"Cümle yaratılmışa bir göz ile" bakan, "Ben gelmedim dava için, ben geldim sevi için" diyen Yunus bunca çatışma, karmaşa ve nifakın çalkalandırdığı çağımıza ne gibi mesajlar veriyor?

Yunus Emre insan hayatının çileli dönemlerinin bir özeti gibi aslında… Yaşadığı yüzyıl gerek Anadolu'da gerekse İslam dünyasının bütününde ciddi siyasi ve ekonomik sıkıntıların yaşandığı bir dönemi temsil ediyordu. Anadolu onun doğduğu senede büyük bir isyana sahne oldu, o daha üç yaşında iken Moğol istilası başlamıştı. İşte bu karmaşa ortamının içerisinde Yunus Emre dünyanın geçiciliğini ısrarla dile getirdi. Allah rızasını kazanmanın erdemlerin en üstünü olduğunu, gerçek ilimin insanın kendisini bilmesi, tanıması, varlık gayesinin farkına varması, dünyaya insanların gösteriş için tevazu için geldiklerini, insanın sevmenin, insanlara yardım etmenin, yardımlaşma, dayanışma ve kardeşliğin, bütün yaratılanlara bir gözle bakmanın Yüce Yaratıcı nezdinde en büyük yakınlaşma vesilesi olduğunu tekraren dile getirdi. "Gönül Çalab'ın tahtı, Çalab gönüle baktı/İki Cihan bedbahtı kim gönül yıkar ise"; "Sevelim, sevilelim dünya kimseye kalmaz", "Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için, dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim" dizeleri onun bu düşüncelerinin belki günümüzde de çoğumuzun unuttuğu, aslında hiç hatırımızdan çıkarmamamız gereken başlıca mutluluk reçetelerimiz.

HAŞİM ŞAHİN KİMDİR?
1978 Bolu doğumludur. Eskişehir Anadolu Üniversitesi Tarih Bölümü'nden mezun olduktan sonra yüksek lisansını Sakarya Üniversitesi'nde tamamladı. "Osmanlı Devleti'nin Kuruluş Döneminde Dinî Zümreler 1299-1402" teziyle doktorasını Marmara Üniversitesi'nde tamamladı. 2001-2008 arasında Marmara Üniversitesi'nde araştırma görevlisi olarak görev yaptı. 2012'de doçent, 2018'de profesör unvanını aldı. Hâlen Sakarya Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü'nde öğretim üyesi olarak görev yapıyor. Yanı sıra Eskişehir Anadolu Üniversitesi Tarih Bölümü ve Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü'nde dersler veriyor. Araştırma alanlarını yoğunlukla Türklerin İslâmlaşma süreci, Selçuklu ve erken Osmanlı döneminde din-devlet ilişkileri, Osmanlı Sufiliği, Bektâşilik ve Alevîlik tarihi, Orta Asya ve Selçuklu beslenme kültürü, seyahat tarihi gibi konular oluşturuyor. Çeşitli mecralarda yayımlanan akademik makalelerin yanı sıra Orta Zamanın Türkleri, Adalet Dürüstlük ve Bereketin Temsilcisi Ahiler, Dervişler ve Sufi Çevreler, Dervişler-Fakihler-Gaziler: Erken Osmanlı Döneminde Dinî Zümreler gibi kitaplara imza attı.

BİZE ULAŞIN