Ekrem Demirli: Yunus’un şiirinde vahdet-i vücud anlayışı bulunabilir mi?

Yunus’un şiirinde vahdet-i vücud anlayışı bulunabilir mi?
Giriş Tarihi: 20.4.2021 12:14 Son Güncelleme: 20.4.2021 12:14
Yunus’un aşk anlayışında dikkatimizi çeken esas yön ezeli insan fikridir. Onu bir metafizikçi düşünür kılan veya o düşünceye yaklaştıran ana tavır burada tebarüz eder: Ezeli insan fikri! Peki, niçin aşk? Çünkü aşk bir ağacın kökleri ile dalları arasındaki bağın anlatımıydı.

Yunus Emre'nin şiirinde yeni bir düşünce mi buluruz, yoksa geleneksel kalıp ve mefhumlar dâhilinde kadim düşünce mi aktarılır bize? Sorunun cevabını bulabilmek hiç kolay değildir! Üstelik sadece Yunus Emre'de değil, birçok düşünür için aynı sorunla yüz yüze geliriz. Ortadaki güçlük bir şairin metnini tahlil etmekle ilgili değildir; doğrusu Yunus'un şiiri belirli noktalarda kısmen güçlükler barındırsa bile, takibi ve yorumu kolay bir şiirdir. Bununla birlikte tasavvuf geleneği dâhilinde onun yerini tespit edebilmek ve Yunus şunu başarmıştır demek kolay değildir.

Bu meyanda bir şair-düşünür sadece aktarır, düşünceye yeni üslup getirse bile, aktarmanın ötesine geçemez; bazen aktarırken bile yeni bir şey inşa eder veya biz öyle sayarız. Birinci durumun örneğini İbn Arabî şarihlerinde sıkça görebiliriz; sadece onun değil, İslam düşünce tarihinde yer alan düşünür ve âlimlerin önemli bir kısmı "aktaran" olmayı paye sayarak öteye geçmeyi hadsizlik addetmişlerdir. Böyle insanlarda yeni bir şey bulmak beklenmez; söyledikleri her söz veya düşünce daha önce söylenmiştir, bazen birebir aynı cümlelerle -üstelik kaynak dahi zikretme gereği duymadan- aktarmada beis görmezler.

Osmanlı dönemi yazarlarında insanı en çok rahatsız eden durumlardan birisi budur: "Aktarmak" yazarlık tarzı sayılmıştır. Bununla birlikte mesela Konevî için aynı şeyi söyleyemiyoruz; daha doğrusu kendisinden sonra gelen mühim isimler Konevî için aynı şeyi söylemez, onu "Şeyh-i Kebir" yani kurucu düşünür sayarlar. Hâlbuki Konevî'nin her sözünü İbn Arabî'de bulabiliriz. Buna mukabil Ferganî, Cendî veya Molla Fenarî gibi isimler düşünür ve şarih olmanın ötesine geçmezler. Bir gelenekte şarih ile kurucu düşünür belirli çizgilerle ayrışmışsa, o zaman biz "aktarmak" ile inşa etmek arasında açık bir tutum tespit edebiliriz.

Yunus'u farklı kılan yön

Şimdi soru şudur: Yunus'un durumunu Konevî gibi mi ele alacağız, yoksa onun şarihleri gibi mi? Zor olan bunu tespit edebilmektir; özellikle de etrafında oluşan sevgi halesi ile Yunus'taki derin tevazuun sakladığı iddialar işimizi daha güçleştirir. Doğrusu onun şiirinin içlerine doğru indikçe beklentileri boşa çıkartacak derecede takip edilebilirlik ve malum düşüncelerin işlenişini fark ederiz.

Bu meyanda Yunus'ta daha önceki tasavvufta izlerini bulamadığımız herhangi bir mefhum veya düşünce bulmak mümkün değildir; en azından kendi adıma böyle bir düşünce bulamadım. Bununla birlikte Yunus'u ayrı kılan bir nokta vardır, bu özellik onu Konevî gibi "kurucu" isimler mesabesinde almamıza zemin teşkil edebilir.

Yunus'u ayıran yön güçlü bir ana fikir ekseninde kadim düşünceleri inşa edebilmiş olmasıdır. Söz konusu ana fikir, onun asarına ruhunu veren "aşk" kavramıdır. Yunus Emre belki hiçbir şairde bulamayacağımız kadar açık ve "dar anlamlı" bir aşk şiiri bırakmıştır bize; tesirini öfkeden almayan, içine her şeyi dâhil etmeyen saf ve duru bir aşktan söz ediyoruz.

Tasavvuf tarihinde aşk başından beri "iman" ile yakın anlamda kullanılmış bir ahlak kavramıdır, bunu biliyoruz. Temel itibarıyla dayandığı bir ontoloji vardır, bunu ise daha az biliriz. Daha doğrusu Tanrı insan ilişkilerini ele almadaki yaklaşım aşkın bir irtibat tarzı olarak yorumlanmasının zeminini bize gösterir.

Tanrı insan ilişkileri -normatif düşünce, yani İslam geleneğinde fıkıh ve kelâm gibi bilimlerin oluşturduğu anlayış dâhilinde- bir tezat ve muhalefet ilişkisi şeklinde yorumlanmıştır. Tanrı ile insan herhangi bir şekilde benzer özellik içinde zikredilmez: Tanrı kadimdir, insan hadistir, Tanrı kadirdir insan acizdir, Tanrı bilendir insan cahildir vs.

Bütün bunlar sistematik bir şekilde derlendiğinde ise Tanrı "muhalefetü'n-li'l-havadis", yani yaratılmışların zıddına bir var oluşla var olan diye anılır. Bu düşünce özünde agnostik bir Tanrı telakkisine bizi götürebilecek derecede bir irtibatsızlık demektir.

Bir gün Tanrı'yı görebilmek

Müteal bir Tanrı telakkisinin yol açtığı en ciddi sorun budur. Müslüman düşünce bu irtibatı güç bela sağlayarak agnostik Tanrı anlayışından uzaklaşmaya çalışmıştır. İnsan-âlem ile Tanrı arasındaki irtibat vahiy yoluyla temin edilir. Bu yönüyle vahiy, müteal Tanrı ile sınırlı-yaratılmış âlem ve özellikle insan arasındaki yegâne bağdır. Vahyin Allah'ın ipi diye isimlendirilmesinin nedeni budur.

Burada kelam düşüncesinin büyük sorunları ortaya çıkmıştır ki, şimdilik bunlara değinmeyeceğiz. Fakat burada üzerinde durmamız gereken yegâne kavram iman ve yükümlülük kavramıdır. Bize benzer olmayan ve aramızda irtibatın bulunmadığı Tanrı'ya biz "iman" ederek yaklaşmak isteriz. Bu yaklaşmanın anlamını hiçbir zaman bilemeyiz, bu nedenle de dikkatlerimizi O'nun bize olan nimetlerine vermeliyiz.

Kelamcıların bir kanadının bize söylediği en önemli şey, bir gün cennette Tanrı'yı görebilecek olmamızdır. Bu öylesine büyük bir iddiadır ki Mutezile kelamcıları bunu hiçbir şekilde ikna edici bulmamış, temelden reddetmişlerdir. Tanrı ile aramızda "muhalefet" ilişkisi var ise ve bu ilişki Tanrı dolayısıyla baki ise O'nu görmekten nasıl söz edebiliriz ki?

Her şeye rağmen Ehl-i Sünnet, Mutezile'nin agnostisizm lehine yorumlanabilecek tevilciliğini reddederek dindarlığın maksadını ve gerçek ödülünü "görmek" olarak belirlemişti. Bu meyanda niyeti anlatmak üzere kullanılan "Allah için" tabirinin bazen "Allah'ın veçhi (yüzü) için" şeklinde söylendiğini hatırlarsak Ehl-i Sünnet'in '"dile gelmemiş" kanaatlerini daha iyi fark edebiliriz.

Öyle görünüyor ki cedelci tartışmalar dâhilinde Ehl-i Sünnet gerçek kanaatlerini ya tam ifade etmemiş veya tartışmalar dâhilinde sesini duyuramamıştır. Hasılıkelam kendisine bağlandığımız ama bizim gibi olmayan Mutlak Hakikat'i görme umuduyla "ibadet ederiz." Müslümanlıkta dindarlığın bundan daha iddialı bir amacı olamaz: bir gün Tanrı'yı görebilmek.

"Tanrı'yı görebilecek ezeli bir öz"

Tasavvuf ise başından beri öte dünyayı beri dünyaya taşıyan bir yaklaşımla "burada görmek" üzerinde durmuştur: Burada görmezsek orada görmek olmayacaktır. Tanrı'yı görmeliyiz ve hemen şimdi! O zaman Tanrı ile insan arasındaki ilişkinin yeniden izahı lazımdır. Erken dönem tasavvufu bunu izah edebilecek bir perspektife veya varlık yorumuna sahip değildi. Bunun için bazı ayet ve hadislerde zikredilen kavramlar, "elest âlemi", "ruhundan üfleme" gibi tabirleri genişçe yorumlayarak –bazen çelişkili ve belirsiz- insan ile Tanrı arasındaki ilişkiyi süreklilik ve benzerlik ilişkisine döndürmek istemişlerdi.

Burada onların yaklaşımı nübüvvet ile öğrendiğimiz Tanrı-insan arasındaki irtibatı "herkes için mümkün kapı" şeklinde düşünerek Tanrı'nın katını herkese açma arzusudur. Bu durumda sufiler Tanrı'yı ulaşılabilir, konuşulabilir ve görülebilir bir hakikat şeklinde düşünürken önce insan telakkisini değiştirdiler. İnsan şu gördüğümüz maddi ve bedenli varlığın ötesinde Tanrı'yı görebilecek ezeli bir öze sahiptir. Bu yaklaşım erken dönem tasavvufu için Tanrı ile arasındaki irtibatı ontolojik düzeyde kurabileceğimiz yegâne noktadır. Bunu kelimenin teknik anlamıyla olmasa bile bir tür ezeli insan fikri kabul ederek "ezel" üzerinden insanın Tanrı'ya bağlandığı şeklinde yorumlarız.

Yunus'un varisi olduğu düşünce buydu. O bu ezeli insan düşüncesini ustalıkla işleyerek bize bu düşüncenin boyutlarını, buradan hareketle ise bu anlayışın ortaya çıkardığı bazı yeni unsurları gösterdi.

Bu meyanda Yunus'un ana kavramının aşk olmasını rahatlıkla anlayabiliriz: Çünkü artık Tanrı insan ilişkisindeki "muhalefet", yani ilişkisizlik yerini irtibata bırakarak yeni bir yoruma imkân verdi. Tanrı insan ilişkisini "bilinmezlik" ve "muhalefet" kavramlarıyla açıkladığımızda iman ve yükümlülük kavramı ortaya çıkmışken, bu ilişki "benzerlik" ve irtibata dönüşünce "aşk" ve "marifet" kavramları ortaya çıkacaktı. Dinî düşünce alanında beklenebilecek yegâne alternatif buydu: Tanrı insan ilişkisini benzerlik ilişkisine döndürmek.

Aşkın ontolojisi

Peki, niçin aşk? Çünkü aşk bir ağacın kökleri ile dalları arasındaki bağın anlatımıydı. Bizim Tanrı ile ilişkimiz en çok bir ağacın onu besleyen ve ayakta tutan ve hatta var eden kökleri ile ilişkisiydi. Başka bir ifadeyle tanrı ile insan arasındaki ilişkiyi bir "asıl-fer" ilişkisi gibi varlıksal süreklilik şeklinde yorumladığımızda, buradaki irtibatı anlatabilecek kavram aşk olacaktı. "Aşkın ontolojisi" diyebileceğimiz şey tam olarak budur.

Sufiler kadim öğretilerin yardımıyla varlıklar arasındaki irtibatı ve çekim-itim yasalarını bu şekilde ele alarak bütün alemi "aşk" ilişkisinde birbirine bağlamışlardı. Her şey birbiriyle irtibatlıdır, her şey ötekine benzerdir ve hepsi birden insanın bir benzeridir. Buna mukabil insanın kendisi ise Hakk'ın suretidir. İnsan Hak ile âlem arasındaki berzah hâline gelerek varlığın gözbebeği olur.

Yunus'un "aşk" tabirini seçmesinin nedeni buydu: Tanrı ile insan arasındaki asıl-fer ilişkisini düşüncenin temeli yapmış olması. Buradan hareketle aşkın öteki gerekleri ve eş değer kavramlarını işlemiştir. Bunların başında asıl vatan ile bulunulan vatan arasındaki tezat gelir. Bu tezadın derecesi tasavvufun zahitlik evresi ile metafizik dönemin dünya telakkisini anlamada belirgin noktadır.

Zahitlik iki yer arasındaki ilişkiyi zıtlık olarak düşündüğü içi bize dünyayı bırakarak gitmekten başka yol bırakmaz. Bu yaklaşım kelamcıların "muhalefet" yaklaşımının tezahüründen öte bir şey değildi. "Benim burada kararım yok, ben buradan gitmeye geldim" derken Yunus aşk anlayışından daha çok zahitlikteki bu tezat ilişkisine yaklaşır.

Bu nedenle Yunus'un birçok şiirinde zahitlik evresinin Tanrıinsan ilişkisindeki "muhalefet" eksenli yorumların izlerini bulabiliriz. Dünyayı niçin bırakıp gidelim ki? Veya cennette kime gideceğiz ki burada onu bulmayalım? Yunus'un şiirlerinin bu özlem odaklı vurgularını bazen erken dönem tasavvufunun izleri bazen genel bir anlatının parçaları şeklinde düşünmek mümkün; ama hiçbir zaman gerçek tasavvuf yorumu şeklinde ele almak mümkün.

Ezeli insan fikri

Yunus'un aşk anlayışında dikkatimizi çeken esas yön ezeli insan fikridir. Onu bir metafizikçi düşünür kılan veya o düşünceye yaklaştıran ana tavır burada tebarüz eder: Ezeli insan fikri! Yunus'ta ezeli insan fikriyle ilgili birçok şiir yer alır. "Şeytan lain olmadan Arş'a bakıyor idim" veya "ezeli vatanda idi" şeklindeki mısralar Yunus'u anlamamız için uygun şiirlerdir.

Buradan Yunus'un özlemi, dünyaya bakışı, hicret, gurbet gibi ana temaları anlama imkânı da bulabiliriz. Fakat buradan hareketle bir ayan-ı sabite anlayışı, onun neticesinde ise vahdet-i vücudu keşfedebilir miyiz? Bunu bulamazsak onda vahdet-i vücudu bulmamız zordur. Kişisel kanaatim öyle bir düşünceye varmanın ancak bir takım zorlamalarla ve dolaylı bir şekilde imkân dâhilinde bulunacağıdır.

Vahdet-i vücud düşüncesinin iki dayanağı vardır: Birincisi Tanrı ile varlık arasında ayniyet kurarak Tanrı'yı Mutlak Varlık saymaktır. Bunu kabul etmeden vahdet-i vücuddan söz etmek mümkün değildir. Yunus'u bu meyanda nasıl bir kanaati sahip olduğunu tespit zordur. Şimdilik meselenin bu kısmını bir yana bırakırsak, ikinci sorun olan ayan-ı sabiteye bakmamız gerekir.

Ayan-ı sabite insan veya âlem -kesret- ile Mutlak Varlık'ın ilişkisine odaklanır.

Tasavvuf tarihinde söylenmiş en paradoksal ve en çetin cevap budur; öyle ki onu bir cevap olmaktan daha çok kadim bir sorunun daha büyük ve çözülmez bir soruna evrilmesi diye kabul edebiliriz. "Ayan-ı sabite" büyük bir soruda metafiziği ikmal ve itmam için bulunmuş bir kavrama benziyor: Sorunu çözmek değil daha büyük bir soruna bağlayarak bizi orada tutmaktır kavramın amacı.

Bununla birlikte biz bu büyük sorunun izlerini takip ederek "kısmi" cevaplar bulabiliriz ki tasavvuf tarihinde dile gelen bilgiler bu cevaplardan ibarettir. Bu cevaplar ile öncelikle yanlışın ne olduğunu anlarken "ayan-ı sabite sorusu" yolunda yürümeye devam ederiz.

Yunus'ta bu şekilde bir soru bulamayız, daha doğrusu insanın ezeliliği onda kadim bir soru değil, kolayca verilebilen bir cevaptır. Onun hemen cevaba yönelmesi insanın dikkatini dağıtan en önemli yönlerden birisidir: Niçin bunu çözümsüz bir mesele olarak görmek yerine, anlaşılır bir cevaba döndürdü ki?

Yunus'un aşk anlayışı ezeli insan fikrinin neticesi idi, bunda kuşku yok; öte yandan bu insan anlayışı kelâmcıların muhalefet eksenli Tanrı-insan telakkisinin eleştirisi idi, bunda da tereddüt yok. Fakat buradan hareketle bir metafizik inşa edebilmemiz mümkün görünmüyor. Yunus'un düşüncesi kendisinden önce gelen metafizikçilere bizi muhtaç bırakan bir şiir olarak kalmış görünüyor.

BİZE ULAŞIN