Mehmet Hakan Kekeç: Osmanlı’yı kuran derviş

Osmanlı’yı kuran derviş
Giriş Tarihi: 21.04.2021 14:31 Son Güncelleme: 7.05.2021 14:16
Yunus Emre, içine kapalı bir derviş olmak bir yana, Osmanlı'nın kurtuluş döneminde dahi büyük pay sahibidir ve yetiştirdiği dervişler, Osman Gazi'nin hizmetinde bulunmuştur.

Ejder Okumuş, şair ve mutasavvıf Yunus Emre'yi, "olağanüstü ikindilerin adamı" şeklinde tanımlar. Onca Yunus Emre tanımı içerisinde en çok bunu beğenirim. Çünkü bu tanım Yunus Emre'yi divanının dağ gibi büyük gölgesinden (yani salt şairliğinden) kurtarma ve dönemin şartları ile birlikte okuma çabasının klas bir uzantısıdır. Peki, nasıl bir dönemdir bu dönem ki Yunus Emre'yi doğru anlamak için kesinlikle bilmek lazımdır?

13'üncü yüzyılın ikinci yarısındayız. Sezai Karakoç'un "Selçuklu medeniyeti yere düşmüş bir avize gibi dağılmış, gönüllerde metafizik yaralar açılmıştı" diye tanımladığı yüzyıl… Haçlı saldırıları, iç isyanlar ve en sonunda da 1243 Kösedağ bozgunu… Yani Moğol istilası… O eski askerî başarıları belki yeniden toparlanıp kısa vadede yakalamak mümkün olabilecektir. Ama ya gönüllerde açılan metafizik yaralar?

Adnan Erzi'nin yaptığı çalışmalardan, Yunus Emre'nin 1240 yılında dünyaya geldiğini biliyoruz. Yani diyebiliriz ki Yunus Emre adeta Anadolu'daki kaosun içerisine doğmuştur. İlk yetişkinlik dönemi, metafizik yaraların en taze olduğu, Anadolu'da Selçuklu enkazında karmaşa ve istilanın hâkimiyet sürdüğü zamanlara denk gelir…

Yunus, işte bu dönemde metafizik yaralara şu şiirleriyle temas eder:

"Müsülmânlar zamâne yatlu oldı / Helâl yinmez harâm kıymetlü oldı / Okınan Kur'ân'a kulak tutulmaz / Şeytânlar semirdi kuvvetlü oldı" Şeytanlar semirmiş ve kuvvetlenmiştir. Anlaşılan o ki İslam'ın algılanış ve yaşanışında da büyük problemler vardır. Bir de şöyle der Yunus: "İşidün iy ulular âhir zamân olısar / Sag müsülmân seyrekdür ol da gümân olısar / Gitdi begler mürveti binmişler birer atı / Yidügi yohsul eti içdügi kan olısar". Bilemiyorum, dönemin o karanlık ruhu daha güzel ne şekilde anlatılabilirdi?

Osmanlı'nın kuruluşunda pay sahibi

Moğol istilası ve karmaşasının yaşandığı 13'üncü yüzyıl, aynı zamanda Anadolu'da tasavvuf hareketlerinin tarikatlar vasıtasıyla kurumsallaştığı da bir dönemdir. Neden? Selçuklu medeniyeti ve merkezi otorite dağılmıştır. Yerel beyler kendi davası ve dünyalığı peşinde hâkimiyet alanları oluşturma gayretinde, insanlar umutsuz, yoksul… Mutasavvıflar ve tekkeler çevresinde kitleselleşme -belki de sırf hayatta kalma- gayretiyle sadece dervişlerden müteşekkil olmayan takipçiler oluşmuştur.

Zaten Yunus Emre de bunu en iyi çözüm olarak sunar ve der ki: "İy Yûnus imdi senün ışkıla geçsün günün / Sevdügün kişi senün cânuna cân olısar". Yani Yunus kendine, çarenin aşk ile meşgul olmak olduğunu telkin eder. Bunun salt Yunus'a ait bir düşünce olduğunu söyleyemeyiz. Hacı Bektaş-ı Veli, Sultan Veled, Şeyh Edebali, Şeyh Osman, Abdal Musa, Geyikli Baba, Mevlâna, Ahi Evran ve sair mutasavvıfların yaşadığı dönemdir 13'üncü yüzyıl… Bu da bir tesadüf olmasa gerektir.

Yunus Emre, dünya yaşantısında da düzen ve huzuru tesis etmek için evvel ahireti hatırlamak gerektiği konusunda nettir: "İy dünyâya aldanan hayırla ihsân kanı / Unutdun âhireti şefkatla îmân kanı / Kimde ki şefkat vardur rahmet dahı andadur / Şimdi bir gönli açuk sünnî müsülmân kanı". Bu dizeler aynı zamanda Yunus Emre hakkında yapılan mezhep tartışmalarını da bitirmektedir. Fakat konumuz bu değil, devam edelim.

Tüm bu ifadelerim gözünüzün önüne, dünyadan el etek çekmiş, içine kapalı şekilde tehlikenin geçmesini bekleyen bir derviş getirebilir. Tabii bu büyük bir yanılgı olur. Öncelikle Yunus Emre hakkındaki iddiamı özetlemek isterim: Yunus Emre, içine kapalı bir derviş olmak bir yana, Osmanlı'nın kuruluş döneminde dahi büyük pay sahibidir ve yetiştirdiği dervişler, Osman Gazi'nin hizmetinde bulunmuştur.

Yunus Emre Rufaî'dir

Yunus Emre'nin tasavvufi yaşantı ile estetize edilmiş "proaktif" duruşunu algılayabilmek ve buradan Osmanlı Kuruluş Dönemi'ne uzanabilmemiz için, şairimizin yaşantısı hakkında biraz daha fikir sahibi olmalıyız. Öncelikle tarikatı… Konumuz olmadığı için detaylarına girmeyeceğim; Yunus Emre Rufaî tarikatındadır. Bektaşî, Mevlevî ya da Vefaî denir ki bilhassa çağdaş kaynak İbnü's-Serrâc'tan yola çıkarak bulunan son deliller bunların hepsinin yanlış olduğunu ispat etmektedir.

Zaten Yunus bir şiirinde silsilesini verir: "Yûnus'a Tapdug u Saltug u Barak'dandur nasîb / Çün gönülden cûş kıldı ben niçe pinhân alam". Sarı Saltık'ın Barak Baba'nın şeyhi, Tapduk Emre'nin de Yunus'un mürşidi olduğunu biliyoruz. Bu şiirin bir silsile olduğuna dair şüphe yoktur ki Saltık-name'de Sarı Saltık'ın Anadolu'ya döndüğünde önce Akşehirli Rufaî şeyhi Nasıruddin (Nasreddin Hoca'nın ta kendisidir), ardından da hemen Tapduk Emre'yi ziyaret etmek istemesi manidardır.

İbnü's-Serrâc Rufaî dervişlerini (ki kendisi de bir Rıfai olmaklabirlikte aslında kadıdır) müvelleh olarak tanımlar. Yani modern araştırmacıların sağa sola bir yere yerleştiremeyip heterodoks şeklinde tanımladığı dervişler, İbnü's-Serrâc'ın çok daha isabetli tanımıyla müvellehtirler ve aşktan adeta şaşkına dönmüşlerdir. Gözleri dünyayı görmez. Sarı Saltık vasıtasıyla biliyoruz ki bu dervişler savaştan çekinmezler.

Sarı Saltık kendisinden keramet isteyen bir gayrimüslime, ölüyü diriltemeyeceğini ama isterse diriyi öldürebileceğini söyleyerek nazikçe tehdit eder. Bu dervişler işte bu ödedikleri bedellere "gönüller yapmak" der. Çünkü evvel gönüllerin rehabilitesi gerekmektedir. Osman Turan bu hareketlerin merkezi olarak tekke ve türbeleri öne çıkarır. Erol Güngör'ün veli türbelerini Anadolu'nun tapusu görmesi boş yere değildir. Sarı Saltık'ın birçok yerde makamı olması da elbette boş yere değildir. Gaza ettiği her yerde bıraktığı bir efsane ve hatırası vardır. Tıpkı Yunus Emre gibi… Peki, gönüller yapmanın gaza olduğu sonucuna nereden vardık?

"Sevi" dediği Allah sevgisidir

Yunus'un söylediğidir, işitelim: "Benüm bunda karârum yok ben bunda gitmege geldüm / Bezirgânam metâ'um çok alana satmaga geldüm / Ben gelmedüm da'vîyiçün benüm işüm seviyiçün / Dostun evi gönüllerdür gönüller yapmaga geldüm". Bu dizeler ne yazık ki, Yunus Emre'yi seküler, hümanist ya da salt melankolik edebiyatçı kafesinden kurtarmak isteyen yorumcularda dahi yanılgılara neden olur.

Yunus'un burada "sevi" dediği şüphesiz Allah sevgisidir. Allah dosttur ve sevilir. O dostun evi de gönüllerdir. Çünkü Allah semâvat ve zemine sığamamış, ama mümin kulunun gönlüne sığmıştır. Müminler dava denen dünya kavgasının peşinden gitmemelidir. Allah yolunda hareket etmelidir. Çünkü meydan artık Allah yolunda, gönüller yapmak adına hareket edenlerindir:

"Harâmîden benüm korkum kayum yok / Bu zûr u bu kuvvet Hak'dan benümdür / Ebu Bekr ü 'Ömer ol dîn ulusı / 'Aliyy-i Murtaza 'Osmân benümdür / Topı kim alısar çevgânumuzdan / Bu çevgân topıla meydân benümdür." Burada Yunus Emre tarafından cihat etmiş dört halife ismi sayılır ve meydanın artık gazilerin olduğu ilan edilmiştir.
Yunus Emre'nin proaktif şeyhler yetiştirmiş tarikatı ve "sevi"den anladığını aktardık. Şimdi yaşadığı coğrafyaya bakalım. Menkıbelerin neredeyse ortak olduğu nadir detaylardan biri, Yunus Emre'nin Sakarya nehri civarında yaşamış olmasıdır. Mehmet Kaplan, divanından yola çıkararak Yunus Emre'nin tabiat ile iç içeliğine dikkat çeker. Ve buradan yola çıkarak, birbirinin devamı denen alp ile gazi tipinin ayrımını yapar.

Alp tipi tamamen konar-göçerdir, nebatattan ziyade mahlûkatla iç içedir ve hareketi tek geçim kaynağı olan yağma ve ganimet toplama üzeredir. Gazi ise artık yerleşik toplumun bir figürüdür. Tabii yerleşik olmanın getirdiği bir nebatat ilgisi vardır: "Pâdişâhın hikmeti gör neyledi / Od u su toprag u yile söyledi / Bismillah deyüp getürdi toprağı / Ol arada hâzır oldu ol dağı".

Buradan anlayabiliriz ki, Yunus Emre, alp ile gazi ayrımının başladığı noktada bir kırılmadır. Bir gazi erendir. Gazi erenden kast edilen hakkında ipucu da neredeyse aynı dönemde yaşamış olan Aşık Paşa'nın Garibnamesi'ndedir. Aşık Paşa gazilerin bulunması gereken özellikleri hakkında 20 madde sayar. İlk 10 tanesi zahiridir. At, kılıç, yoldaş vs. Son 10 tanesi ise manevi özelliklerdir. Bu da Garibname'yi bir seyr ü süluk kitabı yapar. Gazi eren olmak için bu 20 madde olmazsa olmazdır.

Gazilerin manevi eğiticisi

Osman Gazi'nin en önemli seferlerinden biri Köse Mihal ve Samsa Çavuş ile birlikte çıktığı Sakarya seferidir (ki birkaç yıl sonra tekrarlar). Sakarya nehri civarında kendilerine gazi erenler katılmış, hatta fethedilen yerlerde ihtida eden Rumlar da olmuştur ki Köse Mihal zaten bir Bizans tekfurudur. 1321 yılına kadar Sakarya nehri civarında yaşayan Yunus Emre'nin, o döneme kadar iki defa büyük Sakarya seferine çıkmış Osman Gazi'den habersiz olduğu düşünülemez.

Hiç şüphe yok ki bu civarda yaşayan gazi erenlerin mürşidi Yunus Emre olmalıdır. Zira daha o dönemden itibaren tekkelerde şöhret sahibi olmuş ve ilahileri ezberlenmiştir. Bunu kendisi de ifade eder. Döneminde yakaladığı şöhreti Yunus Emre ve Tasavvuf kitabında Abdulbaki Gölpınarlı işler. Zaten şiirlerinde ağırlıkla yanına gelenleri hevese kapılmamaları, bu yolun zor olduğu yönünde uyarır: "Görmez misin Mustafâ'yı niçe bekledi vefâyı / Ümmetiçün ol safâyı ümmet ana irse gerek / Beklerisen dîn gayretin virmegil nefse murâdın / Yûnus Nebî salâvâtın 'ışkıla degürse gerek".

Yunus Emre burada tıpkı Şeyh Edebali gibi gazileri manevi yönde eğiten (yani Aşık Paşa'nın saydığı ikinci 10 şart) bilge bir figürdür. Döneme dair elimizde yeterince bilgi belge olmadığı için Osman Gazi ile Yunus Emre arasında doğrudan bir bağıntı kuramıyoruz. Konu hakkındaki düşüncelerim daha ziyade bir önem okuması ve bunun üzerine bina edilen bir hikâye etme gayretidir.

BİZE ULAŞIN