Birol Biçer: Üniversitenin sorunlu kısa tarihçesi

Üniversitenin sorunlu kısa tarihçesi
Giriş Tarihi: 19.3.2021 12:24 Son Güncelleme: 19.3.2021 12:24

Dünyayı değiştirmek için kullanabileceğiniz en güçlü silah eğitimdir" der Güney Afrikalı özgürlük ve ayrımcılıkla mücadele sembolü Nelson Mandela. Şüphesiz "irfan mektebi" bir kenara bu "silah"ın en üst kademesini üniversite teşkil eder. Akademi ya da üniversite deyince mecazi de olsa "silah" benzetmesi hiç hoş kaçmıyor aslında ancak yakın tarihimizde birçok hâlini bildiğimiz üniversitelere gerçek silahın girdiği ya da yükseköğretimin kendi halkına karşı silah olarak doğrultulduğu dönemleri de görmedik değil. Toplumun aydınlanması, bilimin gelişmesi, ihtisas alanlarının inkişafı için kaçınılmaz bir kurum belki ama sorun ve sıkıntılardan da azade değil. Bu meseleler etrafında kısa bir akademi/üniversite turu yapmak ilginç olabilir.

DARBE DÖNEMLERİNE İLHAM KAYNAĞI OLAN BÜYÜK AKADEMİK TASFİYE

Cumhuriyet yönetimi ilk on yılında birçok alanda inkılaplar gerçekleştirerek Batılılaşma yönünde adımlar atıyordu. Akademi hayatı da bunlardan payını 31 Mayıs 1933'te yayınlanan Üniversite Reformu Kararnamesi ile aldı. Modern bir üniversitenin kurulmasını öngören bu kararname aynı zamanda Türkiye'de ilk modern üniversite olarak açılan Darülfünun'un da kapatılmasını öngörüyordu. Bu kapatma kararı aynı zamanda Osmanlı'dan kalan Darülfünun akademik kadrolarının çoğunun emekli edilmesi anlamına geliyordu. Böylelikle "Osmanlı'da Kültürel Modernleşmenin Odağı" olan en büyük yükseköğretim kurumu kapanmakla kalmadı, beraberinde ülkenin yetişmiş en önemli akademik kadrolarının büyük bir kısmı da tasfiye edildi. Aslında ülkemizde modern üniversitelerin kuruluşunu hazırlamak adına ciddi bir birikim sağlamış olan Darülfünun'un kapatılma gerekçesi "inkılabın ruhuna uygun" modern bir üniversitenin kurulmasıydı. Ancak yapılan akademisyen kıyımı ülkenin yetişmiş akademik potansiyelinin önemli bir kısmının harcanmasını da beraberinde getirdi. O dönemin profesör, doçent ve araştırma görevlileri seviyesindeki 157 kişi tasfiye edildi: Bu rakam ülkedeki akademik kadroların yarısı anlamına geliyordu. Ülkemiz sonraki dönemlerde, özellikle darbe dönemlerinde bu tasfiyenin benzerlerini sıkça görecek ve yetişmiş akademik beyinlerin atıl bırakılmasına ya da beyin göçü ile yurt dışına kaçırılmasına sıkça şahit olacaktı.

SÜRGÜN AKADEMİSYENLERLE KURULAN YENİ ÜNİVERSİTELER

Tasfiye edilen akademideki boşluk nasıl mı dolduruldu? İroniktir; cumhuriyetin imdadına bu konuda dolaylı olarak Nazilerin yükselişi yetişecekti. Almanya'da Hitler önderliğinde yükselen Nasyonal Sosyalizm ile birlikte Almanya'da işlerini kaybeden ya da sürgüne gönderilen Yahudi akademisyenler çağdaş üniversitelerin kurulması için Türkiye'ye getirilmeye başlandı. Üniversite Reformu Kararnamesi'nin daha ilk yılında Alman Yahudi'si ya da Nazi muhalifi olan 80'in üzerinde profesörün Darülfünun'dan dönüştürülen İstanbul Üniversitesi'nde işe alınmasıyla üniversite tarihimizde yeni bir sayfa açılmış oldu. Bunlara zamanla Avusturya ve Naziler tarafından işgal edilen ülkelerden kaçan Batılı bilim adamları da dâhil olacaktı. Bu profesörlere zamanla eklenen öğretim görevlileri, teknisyenler ve aileleriyle birlikte akademik göçmenlerin sayısı 500'e kadar ulaştı. Bu bilim adamı ve akademisyenlerin büyük kısmı II. Dünya Savaşı'ndan sonra Batı'ya göç edecekti. Ancak aralarında İ.Ü.: Astronomi Bölümü kurucusu Erwin Freundlich, İ.Ü. Psikoloji bölümü kurucusu Wilhelm Peters, İ.Ü. Fizik Fakültesi kurucusu Friedrich Dessauer, Ankara'nın kamu binalarının çoğunu tasarlayan mimar Clemens Holtzmeister, ülkemizde kooperatif sistemini kuran Hans Wilbrandt, telif hakkı sistemini kuran hukukçu Ernst Hirsch gibi isimlerin bulunduğu bu akademisyenler Türkiye'nin modern üniversitelerinin kuruluşunda kayda değer izler bırakacaktı.

ÖĞRENCİ OLAYLARININ KISA TARİHÇESİ: SİYASET KAMPÜSÜ HİÇ TERK ETMEDİ

Max Weber'in ömrü vefa edip de ülkemizdeki durumu görseydi muhtemelen ünlü eseri Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu'ndaki "Siyasetin bir üniversite sınıfında yeri yoktur" tespitinde bulunmazdı. Oysa askerî akademiler başta olmak üzere üniversite-siyaset ilişkisi bizde hiç eksik olmadı. 80 öncesi dönemde gençlik kesimleri arasında ciddi bir anarşi ve terör noktasına ulaşan öğrenci olaylarınınsa başlı başına bir tarihi var ülkemizde. Osmanlı döneminde geçmişte medrese öğrencilerinin neden olduğu bazı karmaşa dönemleri bir kenara bırakılırsa modern dönem öğrenci olaylarının tarihini Tanzimat sonrasına kadar uzatmak mümkün. Bu kısa tarihi Doç. Dr. Talip Can'ın "Yükseköğretimde Öğrenci Olayları" adlı çalışmasından okumak mümkün. Buna göre Türkiye'de ilk öğrenci hareketi 1876'da medrese talebeleri arasından çıkan Talebe-i Ulum Hareketi'dir. O dönemin sadrazamı ve şeyhülislamı aleyhinde ayaklanan medrese talebeleri neticede her ikisinin de düşmesine neden olur. Aynı yıl içinde bu defa Serasker Hüseyin Avni Paşa elebaşılığında ayaklanan Harbiye öğrencileri ve bunlara katılan Bahriye ve Askerî Tıbbiye öğrencilerinin isyanının sonucunda ise Sultan Abdülaziz tahttan indirilir ve yerine V. Murat geçirilir. Harbiyeli ve Tıbbiyeli öğrenciler Meşrutiyetin ilanında da hükümet merkezi Bâb-ı Ali'de büyük gösterilerle boy gösterirler. Balkan devletlerinin Osmanlı'ya karşı isyanları döneminde de ilk modern üniversite denemesi olan Darülfünun'un öğrencileri Balkan Savaşlarına kadar uzun soluklu protesto eylemlerinde bulunurlar. 1919'da İzmir'in işgali ve millî şuuru harekete geçirmeye yönelik meşhur Fatih ve Sultanahmet mitinglerinde de üniversite gençliğinin aktif olduğu görülür.

CUMHURİYET DÖNEMİNDE ÖĞRENCİ OLAYLARI

Cumhuriyet tarihinin kayda değer ilk üniversite gençliği protestoları ise genç Türkiye'nin ilanından bir yıl sonra 1924'te gerçekleşir. O dönemin üniversite öğrencileri tarafından kurulan Darülfünun Talebe Birliği ilk protesto gösterilerini tramvay şirketine karşı düzenler. Sonraki yıllarda zaman zaman mitinglere dönüşen öğrenci protestoları millî hassasiyetlere dayanır. 1940'larda yükselmeye başlayan Turancı eğilimler İstanbul Üniversitesi'nde "İlerici Gençler Birliği" adlı yeni bir gençlik örgütlenmesini ortaya çıkarır. Bu örgütlenme aynı zamanda üniversite gençliği arasındaki ilk cepheleşmeyi temsil eder. Bu dönemde Ankara'ya da sıçrayan üniversite öğrenci hareketleri 1947'de Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nden solcu öğretim üyelerinin atılmasını talep eden öğrenci mitinglerine sahne olur. İdeolojik kamplaşma artık iyiden iyiye kendini göstermektedir. Milliyetçi gençlik komünizme karşı daha o günlerden tepkilidir ve bu tepkilerini 1947'de üç büyük şehirde gerçekleştirdikleri komünizm aleyhtarı büyük mitinglerle gösterirler. 1950'lerde üniversite gençleri arasında iç siyaset kaynaklı ideolojik ayrışma giderek yükselirken bunun en büyük yansıması 1960'ta gerçekleşir. Tahriklerle yıl boyu Demokrat Parti iktidarı aleyhine bol bol gösteriler düzenleyen öğrencilerin protestoları ve meydanlarda yürüyüşleri 1961 Darbesi'ne giden yolun da taşlarını döşer. Dünyada 1968 yılı öğrenci olayları ile zirvesine ulaşan süreç ise Türkiye'de bilhassa üniversite öğrencileri arasında sol eğilimlerin yükselişine ve bir süre sonra şiddet ve anarşinin kontrolden çıkışına varacaktır. 1970-80 arasında üniversitelerde kritik şekilde yükselen öğrenci eylemleri, sağ-sol çatışmaları sokaklara da taşar ve ciddi bir anarşi-terör hüviyetine bürünür. Bu şiddet dönemi öğrencileri de aşarak toplumsal anarşi boyutuna kadar varır. Bu durum 12 Eylül 1980'de gerçekleşen askerî darbenin de başlıca gerekçesini oluşturur.

28 ŞUBAT AKADEMİSİ: POST-MODERN DARBE KAMPÜSTE

"Demokrasi, bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam edilirse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler çıkar." diyen Antik Çağ felsefe üstadı Eflatun bu gerçeği 28 Şubatçılardan tam 2 bin 400 yıl önce görmüştü. Yakın tarihimizde kolay kolay unutulmayacak bir ayrımcılık ve insan hakları ihlali faciası olarak geçen bir devre oldu 28 Şubat Süreci. Devlet ve sistem üzerine ipotek koyduğunu düşünen dayatmacı bir zihniyetin en az "bin yıl" sürmesini öngördüğü bu süreç toplumu birçok alanda travmaya sürükledi. Ancak 28 Şubatçıların kendi toplumlarına karşı açtığı psikolojik savaş ve cadı avının en büyük muharebesi akademik alanda yani üniversitelerde yaşandı. 1997'de yükseköğretim kurumlarında başörtüsü yasağı üzerinden başlatılan bu savaş önce amfi kapılarından daha sonra kampüs kapılarından içeri sokulmayan, diploma törenlerine alınmayan, "ikna odaları"nda örtüsünü açmaya zorlanan, bazen üniversite koridorlarında iğreti görünüşlü peruklarla dolaşan bazen de akademi önünde oturma eylemleriyle tepki gösterirken coplanan öğrenci manzaraları ile hafızalara kazındı. Üniversite'de başörtülü kız ve sakallı erkeklere yönelik bu baskıcı yasak ancak 10 yıl sonra 2007'de kaldırılabildi. Bunun diğer ayağı olan ve İmam-Hatipli öğrencilerin üniversite yolunu kapatmaya yönelik katsayı uygulaması da bundan iki yıl sonra kalktı. Arkasında ise eğitim hakkından mahrum bırakılmış 10 bini aşkın öğrenci ve fena hâlde yaralanmış bir toplumsal vicdan bıraktı. Maddi imkânı olan az bir kesim eğitimlerini sürdürmek için çareyi yurt dışında yabancı üniversitelerde ararken, bu öğrencilerin büyük çoğunluğu ancak manevi imkânlarına sığınıp 10 yıl boyunca sabrettiler. Bunlara bölümlerini dereceyle bitiren en başarılı öğrenciler de dâhildi. Evrensel, modern, objektif, insancıl değerler ve insan hakları üzerine kurulduğu iddia edilen üniversitelerimizin tarihine böyle bir dönem de kaydedilmiş oldu "netekim".

AKADEMİNİN HİZMETİNDE BEREKETLİ(!) BİR SEKTÖR: TEZ PAZARI

Ülkemizdeki akademik hayatla ilgili değişmeyen tartışmalardan biri orijinal akademik çalışmaların azlığıysa diğeri de bunlarda yer verilen usulsüz alıntılar yani intihaller. "Usulsüz alıntı" tabirinin büyük ölçüde "akademik bilgi hırsızlığı"nın kibarca ifadesi olduğunu da arada not düşelim. Uzun yıllardan beri bitmeyen bu soruna çözüm yoluna çözüm önerileri de yok değil. Ancak bu çözüm de akademiden değil dışından. Akademik üretimdeki kıtlığı bereketlendirmek isteyen girişimciler sonunda işi sipariş üzerine lisans ve doktora tezi yazımına vardırdı. Bu hizmet(!) o kadar rağbet gördü ki sonunda ülkemizde bir tez yazım sektörüne dönüştü. Bu sektörün akıllı girişimcilerinin verdiği ilanlara internette açık açık rastlamak işten bile değil: "Literatür taranır, makale tamamlanır, yüksek lisans ya da doktora tezi yazılır, intihal raporu hazırlanır." İnternet ve ya bir tanıdık üzerinden bu tez yazım müesseseleriyle görüşüp istenilen alanda ödev, makale ya da tezi ücret karşılığı yazdırmak artık bir tuşun ucunda. Üstelik söz konusu hizmetin konusunda uzman akademisyenlere yaptırıldığı garantisi de veriliyor. Ayrıca pazarlık da söz konusu olabiliyor. Tüm bunları nereden bildiğimizi sorarsanız üşenmeyip kendilerini tez yazdıracak öğrenci ya da akademisyen gibi göstererek tez yazım ilanlarını veren girişimcilerle görüşen ve verdikleri hizmetin tüm detaylarını öğrenen gazetecilerin haberlerinden.

AKADEMİK TEZLERDE İNTİHAL ORANIMIZ

Türkiye'de akademik çalışma sayısında kayda değer bir yükseliş var. Bunun sebeplerinden biri üniversite sayısının son yıllarda hızla artmış olması. YÖK Ulusal Tez Merkezi'ne gönderilen tez sayısının 1999'da 11 bin iken, 2004'te 16 bine, 2014'te ise 25 binin üzerine çıkması bu nicel artışı doğruluyor. Ancak yüksek lisans ve doktora tezlerinin nitelikleri ve bilhassa intihallerle ilgili tartışmalar da bir o kadar artmış görünüyor. Akademi dünyasının bu konuda içinde bulunduğu durumu yine bir akademik çalışma tasvir ediyor. 2016 yılında araştırma görevlisi Ziya Toprak tarafından yapılan "Türkiye'de Akademik Yazı: İntihal ve Özgünlük" araştırması durumu veriler üzerinde, bilimsel araştırma modeliyle ve nesnel olarak gözler önüne seren tek örnek. 5 yıl önce hayli ses getiren ve konusunda tek olan bu araştırmayı hatırlamakta fayda var. Baştan söyleyelim; sonuçlar ibret verici. Ülkemizde 2007-2016 arasında sosyal bilimler ve eğitim bilimleri alanında yazılmış 600 makaleyi Turnitin adlı intihal denetleme programı ile mercek altına alan Toprak'ın araştırmasının sonuçları ibret vericiydi: Tezlerin benzerlik oranı yüzde 28,7, ağır intihal içerme oranı ise yüzde 34,5 idi. Araştırmaya göre doktora tezlerinin yüzde 26'sında, yüksek lisans tezlerinin ise yüzde 36'sında açık intihal mevcuttu. Vakıf üniversitelerinde intihal oranı yüzde 46, kamu üniversitelerinde bu oran yüzde 31 idi. Yine aynı araştırmaya göre bilimsel çalışmaların özgünlüğünü gösteren benzerlik indeksinde yüzde 15 olan dünya ortalaması ülkemizde yüzde 28,5 oranına ulaşıyordu.

MİLENYUMLA BİRLİKTE ÇIKIŞA GEÇEN ÜNİVERSİTE PATLAMASI

Darülfünun'un İstanbul Üniversitesi'ne dönüştürülmesiyle açılan ilk cumhuriyet üniversitesinden sonraki 50 yıllık süreçte 18 üniversite daha açıldı. 8 yeni devlet üniversitesinin açıldığı 82'de bu rakam 27'ye ulaştı. Liberalizm etkilerinin gözlenmeye başladığı bu yıllarda ülkemiz ilk vakıf üniversitesi ile tanıştı: 1984'te açılan Bilkent Üniversitesi. 1992 adeta bir üniversite patlamasına sahne oldu ve bu yıl içerisinde 24 yeni üniversite daha kuruldu. Takip eden süreçte 2006 yılına kadar çoğu vakıf olmak üzere 24 üniversite daha açıldı ve toplam üniversite sayısı 77'ye yükseldi. Bu tarih yeni üniversitelerin doğumunda yeni bir miladı da gösteriyordu. 2006 yılı 16, 2007 ise 22, 2008'de 15, 2009'da 10, 2010'da 17, 2011'de 9 yeni üniversite ile bu 5 yıllık süreç toplam 88 yeni üniversitenin doğumuna sahne oldu. Ülkemiz son 10 yıllık süreçte açılan 45 üniversite ile birlikte bu rakam günümüzde yükseköğrenim bilgi sistemi verilerine göre 78'i vakıflara 129'u devlete ait olmak üzere 207'ye ulaşmış durumda. Bu rakamın haricinde son 5 yıl içinde 18 üniversitenin de başka bir üniversiteye dâhil edilmek ya da isim değiştirerek kapatıldığını kaydetmekte yarar var. 2020 yılı verilerine göre Türkiye'de yükseköğretimde 3 milyon ön lisans, 4,5 milyon lisans, 297 bin yüksek lisans ve 101 bin doktora öğrencisi bulunuyor. Görüldüğü gibi ülkemizde üniversiteli öğrenci sayısı birçok Avrupa ülkesinin nüfusunu aşıyor. Nicelikte yaşanan bu hızlı yükselişin niteliğe de yansımasını diliyoruz.

AKLA HAYALE GELMEYECEK HER YÖNE ÇEKİLEN BİR REKTÖR ATAMASI

Ülkemizin bitmez tükenmez üniversite tartışmalarının günümüzdeki son halkası malumunuz Boğaziçi Üniversitesi'ne rektör atanması üzerine çıkan olaylar oldu. Mevcut mevzuata uygun olarak cumhurbaşkanlığı tarafından yapılan rektör ataması öyle noktalara çekildi, öyle saptırmalara konu oldu ki tüm Türkiye'yi meşgul etmekle kalmadı, uluslararası gündemi bile işgal etti.

Mevcut teamüller içinde yapılan bu atamaya neler karışmadı ki: LGBT propagandası, Kâbe üzerinden inançlara hakaret, dindar muhalifler, intihal tartışmaları, çevre hassasiyeti, rektörün siyasi geçmişi, geçmişte Ak Parti'den aday adayı olması, protestolarda polisin orantısız şiddet uyguladığı iddiaları… Rektöre yönelik medya linçi bir yana meseleyi siyaseten saptırmak için hazırlanan sayısız çarpıtma haberi arasında Oda TV'ce üretilen ve ardından Cumhuriyet gazetesince servis edilen "Boğaziçi'ne Amerika el koyabilir" "haber"i ise gerçekten ibretlikti.

BİZE ULAŞIN