Türk Dil Kurumu'nun sözlükte "abartı gurur, kuşku, sanrı, güvensizlik ve bencillikle ilgili olan bir ruh hastalığı" şeklinde ifade ettiği paranoya, literatürde en genel anlamıyla aşırı endişe veya korkuyla karakterize edilen, beraberinde orantısız kuruntular barındıran psikolojik bir rahatsızlık olarak tarif ediliyor.
Modern dünyanın geçtiği süreçler göz önünde bulundurulduğunda, Paranoid Kişilik Bozukluğu yani paranoyanın, geniş kitlelerin şu ya da bu şekilde tabii olarak ilişki kurabileceği bir durum olduğu çok açık. Her yeni güne yeni şoklarla uyandığımız şu zamanlarda komplo teorilerine taş çıkartan gelişmeler karşısında paranoyak olmak işten bile değil.
Savaşlar, ekonomik çöküntüler, terör saldırıları ve salgın hastalıklar, son yüz yılın hemen tüm toplumlarının korkulu rüyası hâline geldi. Bireyin kendini güvende hissetme duygusu, kamu karşısında mahremiyetini koruma arzusu, kişisel hak ve özgürlüklerin teminat altına alınması talebi bir bakıma bu küresel "saldırıların" sonucu olarak da okunabilir.
Öyle ya, birileri özel hayatımızın içine dâhil olabiliyor hatta çeşitli enstrümanlarla bilinç ve belleğimizi bile izlemeye çalışıyor, yeri geldiğinde mahremiyetimizi ihlal edip bizi büsbütün savunmasız bırakabiliyorsa bu olasılıklar karşısında tedirgin olmak, hemen her şeyden kuşku duymak da kaçınılmaz oluyor. Sosyal ağlar ve kimi kamu aygıtları üzerinden yaşanan tartışmalar bu kaygıların bütünüyle yersiz olmadığını adeta kanıtlar nitelikte.
Dünyanın yaşadığı yeni ve en büyük felaketlerden olan Covid-19 virüsü, zaten güvenini kaybetmiş olan insanoğlunu sonsuz olasılıklardan oluşan bir belirsizliğin kucağına itti. Virüs kimyasal bir saldırı mıydı? Uluslararası güçler, insan sağlığını hiç düşünmeden bir savaş alanına mı dönüştürdü? Olan bitenler ilaç kartellerinin bir oyunu mu? Birileri Yeni Dünya Düzeni için yeni bir nüfus mühendisliği mi yapıyor?
Elbette sinemadan kaçmaz!
Bu soruların açık ve net bir cevabı olmadığı gibi, süreçte yaşanan pek çok spekülasyon belki de zihinlerde dolaşan pek çok olasılığın aslında yaşanıyor olduğu ihtimalini güçlendiriyor bile. Hastalık ve ölümler dışında adeta hiçbir bilginin kesin olmaması yeterince ürkütücü değil mi?
İşte bütün bu olaylar karşısında bireysel ya da toplumsal kaygıların artmış olması, kimi kaygıların psikolojik hatta fizyolojik hasarlara yol açması, var olan kuşku ve güvensizliğin hepten yoğunlaşması, dünyayı psikolojik buhranın eşiğine getirdi.
Hâlâ devam eden çok boyutlu sürecin, aşı umudunu dahi komplo teorilerine kurban ettiği düşünülecek olursa kitlesel sonuçların kitlesel paranoyayı tetiklemesi işten bile değil. Söz konusu süreçlerin, özellikle de Koronavirüs salgınının, dünyada paranoid kişisel bozukluğu vakalarını tetiklediği üzerine çok sayıda araştırma ve bilimsel çalışma yapıldı bile.
"İnsanoğlu paranoyak olmasın da ne yapsın" dedirten olayların gölgesinde yaşanan çok sayıda vakıa elbette diğer konularda olduğu gibi, sinemanın ilgi alanına çoktan girdi. Kitlesel ya da bireysel travmaların yol açtığı paranoid vakalar, sinemanın en cazip konuları olarak çok sayıda filmde ele alındı. Kimi yönetmenler meselenin toplumsal boyutunu merkeze alırken kimileri de konunun daha kişisel taraflarıyla ilgilenmeyi tercih etti.
Sinemanın erken yıllarından itibaren işlenmeye başlayan paranoya, "tür"ler üzerinden kendisine yer buldu. Korku hikâyelerine konu olanlar kadar, gerilim ve dram türlerinden de sıkı filmlere rastlamak mümkün.
Psikolojik rahatsızlıkları anlatmanın getirdiği doğal sonuçlara bağlı olarak paranoya temalı filmlerin neredeyse tamamında eş güdümlü olarak şizofreni, çeşitli kişilik bozuklukları ve psikolojik travmaların yanı sıra dinî semboller ile inanışlara dair muhtelif ayrıntılar, kimi mistik disiplinler ve popüler bazı inanışlar da bu filmlerde sıklıkla ele alınır oldu.
Paranoya yapımlarının buluşma noktaları
Çok az özgün yapımın dışında kalan filmlerin ekseriyetle buluştuğu bazı ortak noktalar var. Bu ortak noktaların belli başlı olanlarını birlikte hatırlayalım.
İlk örneklerinden bu yana psikolojik gerilim türünün neredeyse tamamında, finale doğru olayların başat aktörde noktalandığını ve film boyunca kurban görüntüsü verilen karakterin aslında tüm eylemlerin asıl faili olduğunu görürüz. Bu yöntemin temelde bir özeleştiri, muhasebe amaçlı olup olmadığı elbette başka bir yazının konusu…
Bununla beraber, paranoyanın ileri safhada şizofreniye evrilmesi gerçeğinden de hareketle, bu temadaki filmlerde kahramanın çok kişiliğe bürünmesi, çok kimlikli kahramanın senaryo açısından dişil niteliğe sahip olması avantajını da doğuruyor. Bu da hikâyenin gerilim eşliğinde ilerlemesi, seyircinin çok karakterli (ya da katmanlı) kahramanın gerçekleştirdiği olayları finalde öğrenmesi, filme heyecanın yanı sıra teknik anlamda da ayrı bir derinlik ve özgünlük kazandırıyor.
Diğer bir önemli ortak nokta hiç kuşkusuz hemen hepsinde adeta olayların düğümlendiği rüyalar. Hastalığın seyrinde de önemli bir yeri olan rüyalar, paranoya temalı filmlerde gizem yarattığı kadar söz konusu gizemin anlaşılması ve çözülmesinde de yardımcı faktör olarak çıkıyor karşımıza. Fizikötesi olgular olan rüyalar, insan aklı ve duyularının hissetmekte, anlamakta güçlük çektiği bu gizemli olayların anlaşılması için kaçınılmaz bir anahtar oluyor. Çoğu gizemli rüyalarla başlayan paranoid hikâyelerin finalleri de yine rüyaların yardımıyla açıklık kazanıyor.
Dinî sembol ve inanışların belirgin biçimde yansıdığı psikolojik gerilim filmleri ve özelde paranoya temalı filmlerde, bu sembol ve inanışlar kimi zaman hastalığın sebeplerinden gösterilirken kimi zaman da kahramanın kısmi ya da nihai kurtuluşunda olumlu rol üstlenir. Hollywood ve Uzakdoğu yapımlarında ekseriyetle olumlu rol biçilen mistik ve dinî unsurlar, her coğrafyanın kendine özgü anlayışlarıyla şekillenebiliyor. Söz gelimi melekler ortak semboller olurken, kimi zaman kötü ruhlar olarak tasvir edilen kötücül karakter ve hortlak vb. olgular İslam toplumlarında cin olarak karşılığını buluyor.
Dört filmde dört paranoya hikâyesi
Sinemanın erken dönem filmlerine (örneğin İhtiras Tramvayı-1951, Küçük Bebeğe Ne Oldu?-1962, Kurtların Saati-1968, Etki Altında Bir Kadın-1974 vb.) kısmi ya da bütün planda yansıyan paranoya ruhsal saplantı ve hastalıklarla birlikte konu olduğu gibi ilerleyen süreçte pek çok yapımın ana teması olarak kendine yer buldu. Bu yazıda paranoyayı büyük ölçüde konu alan dünya sinemasından, 2000 sonrası dört filme değinmekle yetineceğiz.
Makinist-2004
Hemen öncesinde Acil Arama ve Son Seans filmlerine imza atan Brad Anderson'ın yönettiği 2004 yapımı Makinist, özellikle ünlü oyuncu Christian Bale'in unutulmaz performansıyla hafızalara kazınan bir psikolojik gerilim filmi oldu. Bale'in 28 kilo vererek Trevor Reznik isimli insomania hastasını canlandırdığı filmde, bir süre sonra paranoyanın etkisiyle yaşamı alt üst olan ana karakterin yaşadıklarına tanık oluyoruz.
Trevor'un uykusuzluk ve paranoyanın yoğunlaşmasıyla bir süre sonra çekilmez hâle gelen hayatı gizemli bir dizi olayın eşlik etmesiyle daha da karmaşıklaşır. Hemen herkesten ve her şeyden kuşku duyan genç adam, kafasında kurguladığı senaryoların etkisiyle saldırganlaşıp çevresine zarar vermeye başlayan birine dönüşür.
Finale doğru Trevor'un dağınık hâldeki parçaları bir araya getirmesiyle birlikte, işyeri ve özel hayatında yaşananların kendisinin kazara sebep olduğu bir cinayetten kaynaklandığını anlar. Gerçekçi diyalogları ve özgün kurgusuyla son derece başarılı bir gerilim filmi olan Makinist, paranoyanın yol açtığı psikolojik ve fizyolojik yıkımı çarpıcı bir dille beyazperdeye taşıyor.
23 Numara-2007
Sinemanın başarılı ve en az canlandırdığı karakterlerindeki gibi aykırı, ele avuca sığmaz isimlerinden, usta oyuncu Jim Carrey'nin başrolünü üstlendiği 2017 yapımı 23 Numara, merkezine bu gizemli rakam etrafında gelişen olayları anlatan bir başka psikolojik gerilim filmi. Walter (Carrey), eşinin doğum gününde hediye ettiği kitaptan etkilenerek orada anlatılanları kendi hayatıyla eşleştirmeye başlar. Bir süre sonra tuhaf biçimde benzer şeyler yaşamaya başlayan genç adam, kitaptaki semboller ve özellikle de 23 sayısının kendi yaşamındaki yansımalarını sorgulamaya başlar.
Bu sorgulamalar sonu gelmeyen kuşku ve korkularla gelişir, çevresini düşman görmeye başlayan genç adam gördüğü rüyaların da etkisiyle yoğun bir koşturmacanın içine girer. Psikolojik atakların eşlik ettiği gerginlikler sonucunda, içindeki sesleri dinleyerek gizemi çözmeye çalışır. Geldiği noktada yaşanan tüm olayların sorumlusunun kendisi olduğunu ve okuduğu kitabın da yine kendisi tarafından yazıldığını öğrenir.
Gerek rüya gerekse diğer sembollerle bu türün klişelerini doğru biçimde kullanan yönetmen Joel Schumacher, Telefon Kulübesi ve Sonun Başlangıcı filmlerinde olduğu gibi, 23 Numara'da da hikâyesini bazı toplumsal sorunlarla beslemeyi de ihmal etmiyor.
Zindan Adası-2010
Çağdaş sinemanın babalarından Martin Scorsese'nin görkemli atmosferi ve katmanlı senaryosuyla büyük beğeni toplayan 2009 yapımı filmi Zindan Adası (Shutter Island), başrolleri paylaşan Leornado Di Caprio, Ben Kingsley ve Mark Ruffalo'nun başarılı performanslarıyla da uzun süre konuşulmuştu. Dennis Lehane'nin aynı adlı romanından uyarlanan film, 1954 yılına ait bir hikâyenin izini sürüyor.
Akıl hastalarının kapatıldığı Ashcliffe adasına giden iki federal polisin soruşturma amacıyla başlattığı inceleme bir süre sonra çeşitli iddiaların karıştığı çok boyutlu bir olaylar zincirine dönüşür. Siyasi, idari ve askerî boyutlarıyla geniş bir skalaya yayılan hikâye, flashback'lerle politik tarihe de dokunarak kimi tartışmalı konuları kişisel hikâyeler üzerinden aktarmaya başlıyor.
Olayın kahramanı Teddy Daniels'ın bir süre sonra artan kuşku ve tedirginlikleriyle yoğun bir gerilim temposu yakalayan olay örgüsü, Teddy'nin geçmişte yaşadığı olayları da hatırlamaya başlamasıyla travmatik bir boyut kazanır. Herkesin düşman ve tehlike arz ettiği bir adada yapayalnız kalan Teddy, direnci kırılıp teslim olmaya karar verdiğinde bütün yaşananların kendi hayal ürünü olduğunu anlar.
Daha acı olanı ise paranoyanın beslediği trajedinin kaynağında kendi aile dramının yatmasıdır. Senaryodan kurgusuna, görüntü yönetiminden sanat yönetimine kadar hemen her aşamasıyla usta işi bir yapım olan Zindan Adası, paranoyanın tüm yönleriyle ele alındığı bir film olmasıyla da dikkate değer.
Siyah Kuğu-2010
Paranoyanın güçlü biçimde yansıdığı son dönemin önemli yönetmenlerden Darren Aronofsky imzası taşıyan Siyah Kuğu (Black Swan), başrol oyuncusu Natalie Portman'a En İyi Kadın Oyuncu Oscar'ını getiren dönemin önemli yapımlarındandı. Gerçek bir yaşam öyküsüne dayanan filmde, beyaz ve siyah kuğuyu birlikte canlandırabilecek bir balerin adayı olan Nina'nın (Portman) bu yolda yaşadığı sert kişisel dönüşüm konu ediliyor.
Annesinin yaşadığı travmaların da etkisiyle içe kapanık bir karakter olan Nina, çok arzuladığı kuğu rolü için arkadaşıyla rekabete girer. Bir süre sonra çığırından çıkan rekabet duygusu Nina'nın karanlık dünyasından bazı duyguların ortaya çıkmasına sebep olur. Oyunculuk performansları kadar kareografi ve müzikleriyle de dikkat çeken filmde paranoid bir vakıanın çeşitli evreleri, başarılı biçimde perdeye taşınıyor.
Sinemamıza yansıyan paranoya
Geçmiş örnekleri ayrıca üzerinde durulması gereken etraflı bir konu olduğundan, son dönem Türk sinemasında psikolojik gerilim türüne ait, kısmi de olsa paranoyanın yer bulduğu bazı filmlerden kısaca söz etmekte yarar var.
Tunç Başaran'ın önemli filmlerinden Kaçıklık Diploması (1998), baskıcı ailesinin de etkisiyle âşık olduğu adama kendisini kaptıran genç bir kadının adım adım travmatik sona ilerleyişini kendi dönemi açısından etkileyici bir biçimde yansıtıyor.
Taylan Biraderler imzasını taşıyan Küçük Kıyamet, olası bir deprem senaryosundan hareketle, yaşanan korku ve tedirginliği bir ailenin hikâyesi üzerinden anlatıyor. Başak Köklükaya, Binnur Kaya ve Cansel Elçin'in başrollerini paylaştığı film çeşitli psikolojik rahatsızlıkları da paranoyaya eşgüdümlü olarak ele alıyor.
Çağan Irmak'ın bir anne-oğul ilişkisini masaya yatırdığı filmi Karanlıktakiler, anne rolündeki Meral Çetinkaya'nın müthiş performansıyla adından uzun süre söz ettirmişti. Geçmişte yaşadığı bazı sorunlar nedeniyle paranoyak olan annesiyle iletişimi sürdürmeye çalışan bir gencin yaşadıklarına odaklanan film gerek senaryosu ve gerekse atmosferiyle ele aldığı meselenin hakkını ziyadesiyle teslim eden bir yapım.
Tolga Karaçelik'in bir grup mürettebatın denizin ortasında demir atan gemide sıkışıp kalmalarını anlattığı filmi Sarmaşık, karakterlerin aşırı güvensizlik ve tedirginlik ortamında kalışı ve bir süre sonra şiddet sarmalına kapılışlarını etkileyici bir dille anlatıyor. 2015 yapımı Sarmaşık'la aynı yıl çekilen Emin Alper'in Abluka'sı, paranoyayı ana karakter üzerinden güçlü bir biçimde ele alan son dönem yerli yapımlardan.
Murat Düzgünoğlu'nun reenkarnasyonu merkeze aldığı filmi Halef (2018) karakterlerin yaşadığı psikolojik gerilimi ve güvensizlik ortamı başarıyla resmederken kuşku ve sanrıların yol açtığı psikolojik açmazları ustaca beyazperdeye yansıtıyor. Komedi filmlerinden tanıdığımız Orçun Benli'nin radikal bir tarz değişikliğiyle çektiği Gelincik (2020), kişisel gelgitler ve paranoid şizofren kişiliğe sahip ana karakter polisin trajik öyküsünü başarılı biçimde seyirciye yansıtıyor.