Ercan Yıldırım: İlmî tasfiye geleneği

İlmî tasfiye geleneği
Giriş Tarihi: 17.3.2021 12:49 Son Güncelleme: 17.3.2021 12:49
Türkiye’de Meşrutiyet’ten itibaren başlayan arındırma faaliyetleri, Tevhid-i Tedrisat Kanunu sonrası, 1933’te, 40’larda, 27 Mayıs ile başlayan 28 Şubat ile devam eden darbe dönemlerinde aynı şekilde sürer.

Tarihimiz bir açıdan tasfiyelerin de tarihidir. Bizde tasfiye geleneği çok yönlü, çok boyutlu biçimde işler, belki en bilindik ve göz önündeki siyasi tasfiyeler olsa da askerî, ilmî, bürokratik sahadaki tasfiyeler en az siyasi arındırmalar kadar mühim. Zaten tasfiyelerin en başta gelen gerekçesi "bozulma"dır, ilmî geleneğimiz de, askerî ve idari yapımız da hep bozulmayla anılmıştır.

Bozulma anlatısı esasında askeriye ve kalemiyede öncelikle meşruiyet gerekçesini oluşturur, yönetici sınıfın dejenerasyonu en sonda yer alır. Bu açıdan mesela klasik Osmanlı düzeninin Avrupa karşısında geri kalmasının çok taraflılığına rağmen Batı ilmini yakalayamadığı iddiasıyla medreseler "tüm çöküşün anası" gibi gösterilmeye çalışılır.

Avrupa ilminin pozitif karakterinin medreselerde "güncellenememesi" ve "uyarlanamaması" İslam âleminin kağşamasını getirir. Osmanlı'nın en güçlü zamanını yaşadığı 16'ncı yüzyılda bile suhte isyanları, medreselerin bozulmasının bir sonucu olur. Tabi bu bozulma esasında medeniyetin büyüklüğüne bağlı konforla ilgilidir; tüm sahalar gibi ilmiye de geniş imkânlara kavuştuğu için "iç çekişme"ler yaşar. Bu da "yer kapma", makam sevdası nedeniyle siyaset yapmaya girişmekten ötürü yaşanır, sonuçta liyakat ve ehliyete dayalı Osmanlı düzeni ve ilmiye geleneğinden sapma, ceza kesilmesini beraberinde getirir.

16'ncı asırda Bostanzade ve Hoca Saadettin arasındaki çekişme, ilmiyeyi tekeline alma ve aile fertlerini makamlara getirme azmi, ilmî kıyafetler yerine askerî kisvelere bürünmeleri, kavuklarını irileştirip haşmetli görüntülerini daha da katlamaları, örfi hukukun etkisinin artışıyla pratik ihtiyaçların kitabi olanı gölgede bırakması, Şeyhülislam'ın kolayca azledilmesinin ilmiyenin otoritesini sarsması, makamların rüşvetle verilmesi, vazifelerde ilmi derinliğin değil iltimasın rol oynaması bozulmaları tasfiyeleri beraberinde getirir.

Akademinin, ulemanın, aydın ve düşünürün "siyasete girmesi", yer kapma, makam peşine düşme, akrabalarına öncelik verme çabası tarihin belli dönemine değil geneline münhasırdır. Önceliği ilmî çalışmalara vermesi gereken ulema-akademisyen siyaset yapmaya, para ve kariyer peşine düşmeye daha da önemlisi memur olmaya kalkıp memuriyetin dışına çıkmaya başlayınca tasfiyeye uğrar. Özellikle siyasi yönü güçlü bizim gibi ülkelerde "tarafgirlik" siyasal alanın aktifliği akademiyi, üniversiteyi hep kontrol edilecek noktaya getirir.

Zihniyet değişimi ve tasfiyeler

İç meseleler, ilim adamlarının kendi aralarındaki sorunları tolere edilebilirken medeniyetle karşılaşmanın getirdiği buhran çok daha ciddi, köklü meseleler açar. Bu açıdan esasında medreselerin bozulması Tanzimat sonrasına rastlarken siyasi yönü ağır tasfiye geleneği de Meşrutiyetle birlikte başlar. Bunda modernizme açık, laik, seküler, pozitivist eğilimlerin artışı, modernleşmeci hocaların etkinliği barizdir... Akademide tasfiyelerle kadrolaşmalar da elbette birbirini doğuracak düzeyde olur. Yeni kadrolar, yeni bölümler bir yanıyla tasfiye görevi de görür. Rus havzasından gelen düşünürler, bilhassa II. Abdülhamit'in Avrupa'ya gönderdiği isimler memlekete "yeni" fikirlerle gelir, "eski"yi de dışlarlar hâliyle...

Tercümeler, Avrupa'ya okumaya gidenler, başka coğrafyalardan gelenler, yeni kurulan bölümlere seçilenler, siyasi ve ilmî görüşleri "makbul" görülmeyenler tasfiyelerin hedefinde olur. Türkiye'de Meşrutiyet'ten itibaren başlayan arındırma faaliyetleri, Tevhid-i Tedrisat Kanunu sonrası, 1933'te, 40'larda, 27 Mayıs ile başlayan 28 Şubat ile devam eden darbe dönemlerinde devam eder.

Akademinin tasfiyesi aynı zamanda her tür geleneğin kesilmesini de beraberinde getirir. 1924'te Hilafetin ilgasıyla Osmanlı, İslam zihniyetini ortadan kaldırmaya matuf ciddi adımlar atılır, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile medreseler kapatılırken laik, seküler Batı tipi eğitim sistemine geçilir. Artık ülkede yeni tür üniversite için ilk çalışmalar yapılırken yeni siyasal alan, yeni ilim anlayışı, yeni insan modeli de benimsenir.

Cumhuriyet idaresi medreseyi, klasik ilim anlayışını çok yüzeysel, seviyesiz bir dil ve argüman yığınıyla tasfiye eder. "Çağdışı, mürteci, karanlık, örümcek kafa" gibi ifadeler eğitimden sosyal yaşama kadar sıklıkla kullanılır: "Okullarımıza gelince, bunlar da ta son zamanlara kadar işkence evleriydi. Falaka, öğretmenin asık yüzü, mihaniki ezberler, kuru tahtalar üzerinde sürünmeler, resimsiz, müziksiz, oyunsuz, oyuncaksız bu soğuk ve havası bozulmuş binalar, çocukların yüzleri gibi ruhlarını da soldurur, sarartır. Bu gibi şartlar içinde büyüyen bir çocuğun ruhunda şenlik, sevinç ve ferahlık kaynakları kurur, hayatla parlayan minimini gözleri birkaç yıl sonra söner ve neşe uyuşukluğa döner." (Ahmet Ağaoğlu, Üç Medeniyet) Bu tezlerle, savunmaya varan kötüleyici, karalayıcı ifadelerle Kemalist idare 479 medreseyi "tek bir emirle, tek günde" "sedd ve ilga" eder, buralarda eğitim gören 16 bin öğrenciden yaşı uygun olanları yeni okullara aktarır.

Belki süreç içinde medrese talebelerinin de genel söyleme uygun biçimde "daha kaliteli eğitim alacakları" fikri cazip gelmiş, propagandaya katılmış olabilirler fakat işin aslını bilenler tasfiyenin büyüklüğü ve zihniyet farkını idrak edenler de ciddi direniş gösteremezler.

Kabul etmek gerekir ki Cumhuriyet dönemindeki tasfiyelerin, yeni kadroların, yeni kurumların hiçbiri Osmanlı'daki yüksek eğitime yaklaşamaz, seviye gittikçe düşer. Üniversiteye kadar "ladini" eğitim alan talebenin, İlahiyatta "din adamı" olması tabiidir ki beklenemez:

"İslam dininin muhtaç olduğu yüksek diyanet mütehassısı ve din âlimi yetiştirmek üzere, Darülfünun'da bir İlahiyat Fakültesi kurulmasını emreden Tevhid-i Tedrisat Kanunu, kapattığı dinî öğretim müesseseleri ayarında bir müessese kurmuyordu, sadece İslami sahada yüksek diyanet mütehassısı adamların kökünü kurutuyordu." (Ali Fuat Başgil, Din ve Laiklik)

Hilafetin ilgasından sonra işler artık kendi doğal akışında ilerleme yerine ya parti ya da Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal'in talebiyle yerine gelmektedir: "Recep ben bir adamı alır yükseltirim. Fakat o hazmedemez, vaziyeti takdir edemezse ve bilhassa kerameti de kendinden bilirse, bir gün kaldırır atarım ve benim attığım paçavra olur." Hakikaten de bu yönetim tarzı dil devriminden 1933 tasfiyesine kadar her alanda sürer, tabi Recep Peker de bundan nasibini alır, kudretli parti genel sekreteri kendini Mahmut Esat Bozkurt, Hikmet Bayur, Yusuf Kemal Tengirşek ile birlikte üniversitelerde, harp okullarında "devrim tarihi profesörü" namıyla ders verirken bulur!

1933 Olayı

1933 Darülfünun tasfiyesi Türk tarihinin en mühim hadiselerinin başında gelir. Sıradan bir üniversite arındırmasının ötesinde 1933 yılı Tek Parti anlayışının kurumlaşma, ilmî manada kökleşme, ideolojik yönden temellenme aşamasını ifade eder. Cumhuriyet döneminde kalitenin, seviyenin, derinliğin akademik hayattan çekilmesi, siyasi tutumların, devrevi ideolojik yönelimlerin üniversitede anında kendini göstermesi 1933'te "sistemleştirilir."

1933 olayının kökleri Hilafetin ilgasına, eğitim ve dil devrimlerine akabinde de 1932 yılındaki Türk Tarih Kongresi'ne dayanır. Tarih kongresi tam manasıyla bir tasfiye toplantısına dönüşür. Kongre yalnızca bir zihniyeti, tarih anlayışını, felsefesini değil kadroları da yenilediği gibi, akademinin, fikir hayatının yeni düzene tam intibakını sağlamada işlevsel rol oynar. Tarih kongresi Kemalizmin ürettiği tarih anlayışının belirginleştirilip eğitime, siyasal alana aktarılması kadar Batı tezlerine karşı bir savunma hattı özelliği de gösterir. Halil İnalcık Tarih Tezi'ni Mustafa Kemal'in "altı asırlık Haçlı mücadelesi dolayısıyla Türk imajının son derece karanlık çizgilerle çizilmesi"ne karşı yaptığını savunur.

1933'ün hususi özelliği yanlış yapsa, bazı konularda çok bariz hatalar içerse, ilmi ve metodik sorunlar çıkarsa da resmi söylemin ilim adamları tarafından kabul edilmesi zorunluluğunu adeta kaideye dönüştürür. Kongrede savunulan tezleri, argümanları, metodları kabul etmeyenler, itirazsız, şartsız benimsemeyenler "tarih-kamu dışına" çıkarılır.

Osmanlı bakiyesi tarihçilerin etkin olduğu kongre Maarif Bakanı Reşit Galib'in kontrolünde yapılır. Tarihçi olmayan Reşit Galib ortaya atılan teze muhalif kalan herkesi dışlar, en ufak eleştiriyi bile "engelleme" olarak kabul eder. Hatta Fuat Köprülü kongrede savunulan görüşlerin dayandığı kaynakları yetersiz bulur, kritiğini yaparken korkusundan sık sık Afet İnan'a "hemfikir olduğumuz hâlde" diye başlamayı ihmal etmez. Zeki Velidi Togan tezin Orta Asya'da kuruyan göle dayandırılmasını mantıki ve tarihsel bir hata olarak yorumlar, iddiası yüzünden resmî tarihe karşı çıkınca "gereği yapılır", yurtdışına çıkar, hatta vatan hizmeti diye tesmiye edilen tezle ilgili kanaatleri nedeniyle Ahmet Refik'e "ben tarih bilmiyorum" dedirtilir.

Kongreyi yapan kadro aynı zamanda 1933 üniversite reformunu ve DTCF'nin kuruluşunu gerçekleştirmiştir. 1933 yılında 240 öğretim üyesinden 157'sinin vazifesine son verilir. Darülfünun hocalarının mesela kız-erkek meselesine hâlâ eski zihniyetle yaklaşması, Kemalist devrimin gerisinde kalmaları, devrimi içselleştirmemeleri arındırmanın gerekçesini oluşturur.

Kapsamlı bir zihniyet değişikliği bu tasfiyeleri izaha kavuşturur ama öyle örnekler var ki iç hesaplaşmanın "tasfiye furyası"na eklemlenmesiyle alakasız arındırmaların da yapılabildiği gözlenmiştir. Kamplar arasındaki mücadeleler aynı ideolojiyi savunanların bile birbirini tasfiye etmesine neden olabilir; sistemle, Kemalizmle hiç sorunu olmayan Ahmet Ağaoğlu'nun başına gelen gibi... Kadro'cular savundukları devletçilik, yönetim katında karşılık gördüğü için liberalizmden vazgeçmeyen Ahmet Ağaoğlu'nu önce TBMM mebusluğundan sonra da 1933 temizliğinde profesörlü kadrosundan eder mesela.

Aslına bakılırsa 1933 tasfiyesindeki gerekçeler sarih değil çok tuhaftır, İsviçreli bir profesörün hocaların yetersizliğiyle ilgili rapor verdiği ileri sürülürken kimisi de yaşlılık gibi nedenlerle yollanır. Ferid Kam, Babanzade, Refik Altınay gibi pek çok kıymetli isim durumu kendilerine yediremezler, kabuklarına çekilerek dünyaya küskün veda ederler. Ferid Kam vaziyeti şu dörtlükle anlatır: "Eğer maksud ise tekmil-i zillet / Heman tahsil-i ilme eyle gayret / Koğulduk akıbet Darülfünun'dan / Budur bizde mükafat-ı fazilet."

10 yıllık tasfiye rutini

Türk Tarih Tezi'nin yerleştirilmesi açısından yurtdışından hocalar İstanbul Üniversitesi'ne getirildiği gibi yeni bir üniversite ile olması gerekirken "sağlam hami" ile atılmaktan kurtulan Ahmet Hamdi Tanpınar'ın hikâyesi de "tasfiye çuvalı"nın keyfiliğe açıklığını çok bariz anlatır. Belki de bu konudaki en net yaklaşımlardan biri 27 Mayıs'ta yaşanır. 147'liler solcu oldukları için üniversiteden el çektirilirken bunların gerçekten solcu olup olmadığı hep tartışılır.

Darbenin aktörlerinden Alparslan Türkeş'in açıklamaları üniversitedeki tasfiyelerin "açık suça" dayanmadığı, Osmanlı'nın en ihtişamlı döneminde de yaşanan "iç çekişmelerden" de kaynaklandığını gösterir: "Bu profesörlerin tasfiyesinde, daha ziyade yine üniversite kadrosundaki diğer bir kısım profesörün verdiği raporlar, tavsiyeler rol oynamıştır. Çünkü biz üniversiteyi tanımıyorduk. Birçok profesörün aşırı solcu, partizan veya ilmen başarısız olduğu veya ahlak bakımından birtakım zaafları bulunduğu hakkında çeşitli raporlar yine üniversiteden verildi. Bunun üzerine bu 147 kişinin listesi hazırlandı."

Türkiye'de akademi sahasındaki tasfiyeler 27 Mayıs'tan sonra hızlanır, neredeyse her on yılda bir, darbelerle beraber yeni uzaklaştırmalar gelir. 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat dönemlerinde hocalar ilmi yeterliklerine göre değil ideolojik yönelimlerine, resmi söylemin neresinde durduklarına bakılarak kampüslerden uzaklaştırılır. Hâlâ yönünü bulamayan Türkiye ilmi alanda gelişmek, derinleşmek, dünya ile yarışmak yerine kendi özerk alanını korumaya, kendi epistemik cemaatini güçlendirmeye çalışan bir siyasi ve akademik refleksle hareket ediyor.

BİZE ULAŞIN