Modernleşme yolunda en fazla önem atfettiğimiz kurumların başında gelen üniversiteler, hâlen medeniyet seviyesini yakalama yolundaki öncülerimiz olarak görülüyor. Bu açıdan ağır bir misyonla vazifelendirilmiş oldukları malum, zira bu misyon üniversitelere hem ideolojik hem politik hem de kültürel vazifeler yüklüyor. Nitekim ülkemizde üniversiteler kuruluşundan itibaren belli bir modernlik anlayışını hedef olarak benimsemiş; bunu kültürel olarak içselleştirerek toplum adına idealleştirmiş ve politik alanda eyleme dökülecek araçları üretmek için vazifelendirilmiş bir grup insanın oluşturduğu organizasyonlar olarak öngörülmüştür.
Modernleştirici misyonuyla kurulmuş olan üniversitelerin daha baştan norm olarak benimsediği ve etkinliklerini kendisine göre şekillendirdiği bir modernizm ön kabulüne sahip olduğunu ve bu açıdan nesnel olmadığını söyleyebiliriz. Ayrıca evrensel kabulde üniversiteden beklendiği üzere nesnel bilimsel gerçeklerin peşinde koşulacağı, bilginin objektif kriterler ve yöntemler eşliğinde üretileceği yerler olduğu söylemi de tecrübe ettiğimiz gerçekle pek uyumlu değil.
Hele de uzun yıllar hâkim olmuş ve hâlen etkisini gördüğümüz pozitivizmin bir din, tebliğcilerinin (profesörler) peygamber, kurumlarının da sorgulanamaz dinî otoriteler gibi algılanmaya devam ettiği ülkemizde üretilmiş bilginin tarafsız olduğuna ikna olmamız oldukça zor. Kaldı ki, pozitivizm eleştirilerine dair bir literatür oluşmuş, bilim sosyolojisi ve bilim felsefesi sahalarında çalışmalar ortaya konmuş, tek tipçi modernlik anlayışı kıyasıya eleştirildikten sonra hâlâ bilimsel bilgi kategorisinin kutsal vahiy bilgisi gibi hakikatinin sorgulanamaz oluşuna dair naif beklentinin üniversite mensuplarınca dillendirilmeye devam edişi hiç inandırıcı değil. Hele Foucault'nun gözümüzü açtığı bilgi ve iktidar arasındaki ilişkiye dair, iktidar ilişkilerini var saymayan bir bilginin ve bilgi alanının var olamayacağı uyarısı ortadayken. Bu yazıda ülkemizde üniversite denince akla gelen bilimsel bilgi, fikir özgürlüğü gibi konularda söylem düzeyinde çok yaygın olan bazı mitleri ele almaya çalışacağız.,
Nereden nereye
19'uncu yüzyılda sosyal bilimler inşa edilirken başlı başına bir dünya düzeninin tesisine hizmet edecek şekilde oluşturuldu. Sosyal bilimlerin 19'uncu yüzyılda gelişen liberal kapitalist dünya sistemin ihtiyaçlarına göre örgütlendiğini söyleyen Wallerstein, siyaset, ekonomi ve sosyolojinin konuları ve yöntemleri ayrı alanlar olarak bölünmesini o döneme egemen liberal ideolojinin bir sonucu olarak değerlendirdi. Dolayısıyla üstünlüğünü koruyan bu disipliner ayrışma kapitalist dünya sistemin devamını sağlamakta ve dünya sistem genişlerken içine dâhil olan ülkelerin entegrasyonunda önemli roller üstlenmekteydi.
Wallerstein ayrıca 19'uncu yüzyılda asıl olan gelişmenin ayrı ayrı toplumlar değil birkaç yüzyıldır oluşmakta olan dünya sistemi olduğunu söyler. Yani kapitalist dünya ekonomi bir kez yaratılınca güçlenmiş ve tüm dünyaya yayılmıştır. (Tam burada Teoman Duralı'nın çağdaş küresel medeniyetin oluşum ve yayılma sürecine dair yazdıklarını hatırlamakta fayda var.) Parçalanan veya (yeniden) inşa olan toplumlar kapitalist dünya sistemine dâhil edilmiş, herkes bu görev dağılımının bir parçası hâline getirilmiş ve bu süreçte çeşitli kurumlar işlev görmüştü. Türkiye'de akademi tam da böyle bir dönemde kapitalist dünya sistemine uyum göstermek üzere imparatorluk bakiyesi bir halkı ulusa dönüştürmek üzere dizayn edildi.
Hüsamettin Aslan'ın işaret ettiği gibi Batı'da yükseliş aşamasında kurulan üniversiteler bizim coğrafyamızda tam da krizlerle boğuştuğumuz dönemde çöküşten kurtulma umudu olarak ortaya çıktı; iç mekanizmaların ürünü olmayan, bilim ve teknoloji üretmek üzere değil de Türk milletini "bilime" göre yeniden dizayn etmek üzere kuruldu. Bu açıdan üniversitenin oluşumu ile ulus devletin oluşumu birbirine çok şey borçluydu.
Cumhuriyetin meşruiyet zeminini oluşturacak ideolojik temeli üretmekle vazifelendirilen üniversite mensupları dinin yerini alan bilimin ışığında, Batının ayak izlerini takip ederek modernleşecek olan toplumun önderleri, mürşitleri olacaklardı. Böyle bir vasatta ne üniversiteler özerk kurumlar olabildi, ne üniversite mensupları nesnel rekabet süreçlerinden geçerek liyakate göre akademide yer edindi ne de üretilen bilgi objektif oldu.
Otoriter politikaların söylemsel inşacıları
Batı'da bilim paradigmaları, post modernite, çok kültürlülük, pozitivizm eleştirilerinin yoğun olduğu dönemlerde bile Türkiye'de akademi tek tipçi modernist ideolojiye söylem takviyesi yapmakla ve uygulamada makbul olmayanı dışlamakla, mesela başörtüsü yasaklarıyla meşguldü.
Prof. Muzaffer Sencer, Prof. Cahit Tanyol gibi akademisyenler alanları olan sosyolojiden çok Kemalist ideolojinin iktidarını tahkim edecek söylemi üretirken, akademik faaliyet yapmak yerine cadı avına çıkan Prof. Kemal Gürüz, Prof. Nur Serter gibi isimler ise laik cumhuriyet adına başörtülü öğrencileri en kaba ve yoz biçimde aşağılıyordu. Kısaca, 20'nci yüzyılda üniversite özerk bilim kurumlarının mensupları olarak değil, seküler bir ulus inşasına adanmış devletin otoriter politikalarının söylemsel alandaki inşacısı ve eylemsel alandaki uygulayıcısı olarak görev aldılar.
Ancak devlet ve üniversiteler arasındaki ilişki her zaman pürüzsüz seyretmedi, misyona uygun olmadığı var sayılan kişiler üniversite kadrolarından uzak tutulurken, misyonu dışına çıktığı düşünülen üniversite mensupları görevden uzaklaştırıldı. Darülfünun'un kapatılmasıyla görevlerine son verilen müderrislerin ardından soğuk savaş döneminde sol eğilimli akademisyenlere yönelen tasfiye süreci 1990'larda dindar kimliğin üniversiteden uzaklaştırılmasıyla devam etti. Sadece 28 Şubat döneminde 418 öğretim görevlisi irticai faaliyet gerekçesiyle fişlendi, 139 yükseköğrenim personeli kılık kıyafet gerekçesiyle görevden uzaklaştırıldı. (Eğitimbirsen, Rakamlarla 28 Şubat Raporu, 2014)
Şunu da belirtmek gerekir ki, Türkiye'de üniversiteleri ve akademik durumu analiz ederken tek belirleyici olarak devletle kurulan ilişkiden bahsetmek artık yeterli değil. Yıllar içinde artan üniversite sayıları ve vakıf üniversitelerindeki artış, akademik yönelimlerde, ilişkilerde ve zihinlerde farklılaşmalar doğurdu. Üniversitelerin küresel epistemik merkezlerle kurdukları ilişkilerdeki yoğunlaşma, yurt dışında eğitim alan akademisyenlerin yurda dönüp görev alması, özellikle Amerikan ağırlıklı etkinin artışı ve uluslararası standartlara ulaşma çabası vb. gibi faktörler üniversitelerimizin bugününe dair üzerinde düşünülmesi gereken hususlar. Dolayısıyla bugün üniversiteler üzerindeki devlet denetimi tek baskı kurucu güç olmaktan çıkmış görünüyor.
Cemaatin modern biçimi olarak akademi
Kapitalist dünya sistemine dâhil oluş aşamasından geçişte mevcut cemaat bağları yıkılırken yeni cemaat bağları oluştu. Aslan'ın isabetli şekilde tespit ettiği üzere 19'uncu yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılış döneminde ulema sınıfının oluşturduğu klasik epistemik cemaatten farklı olarak, Avrupa merkezli beslenen bir modern epistemik cemaat oluştu ve bu yeni oluşum modernleşme adına toplumu Batılılaştırmayı görev edindi.
Günümüze kadar etkisinde olduğumuz bu epistemik cemaatin merkezleri Batı başkentleriyken, Türkiye'deki epistemik cemaat çevrede olan, edilgen durumdaki entelektüel taşra olarak kaldı. Her ne kadar kaliteli ve özgün eserler veren akademisyenlerin varlığı inkâr edilemese de ülkemiz akademisine dair Aslan'ın bu tespitini yanlışlayacak bir büyük gelişme henüz yaşanmış değil. Taşralılığın dışa vurumu en basit hâliyle merkezde üretilene duyulan hayranlığı ve bağımlılığı beraberinde getirir. Bizim akademimiz de Batıda üretilen bilgiye bağımlıdır. Öyle ki kendi toplumunu ele alacağında bile kendisinin üretmediği ama kendisi için üretilmiş kavramları tercih eder. Dolayısıyla yalnız dışarıdan gelen oryantalist yaklaşım değil, aynı zamanda içeride mevcut olan içselleştirilmiş bir oto-oryantalizm de akademide kendini belli eder. Bu durum akademik tembelliğe yol açmıştır. Böylece araştırma konuları, konuların ele alınışı, kullanılan yöntemler (ele alınan mesele kendisini ilgilendirse bile) hep merkezin yol göstericiliğinde şekillenir. Bu durum, 20'nci yüzyılın ikinci yarısında yükselen post kolonyalist, feminist ve eleştirel kuramların etkisinin artışına, Batı merkezci epistemolojiye yönelen akademik tepki ve alternatif kuramların ortaya çıkışına rağmen büyük oranda böyle olmaya devam etmiştir.
Sonuç olarak standart koyucu merkez, çevrede kalan akademilere kendi bakışını ve çıkarını çoğu zaman zorlanmadan dâhil etmiştir/etmektedir. Dünya sistemin merkeze oranla çevrede kalan kısmındaki akademisyenler ise merkezin söylemine dâhil olarak evrensel bilim camiasının parçası oldukları hissini yaşamak ve merkez tarafından meşru muhatap olarak alınmak ister ki bu bağlılık akademisyenin kariyer basamakları için kritik öneme sahiptir.
Peter Berger kültürel küreselleşme sürecinde belli söylemlerin tüm dünyaya yayılmasını sağlayan bir "akademisyenler kulübü"nden bahsederken merkezi Batı'da (özellikle de ABD) bulunan bu aydınlar grubuna dâhil olmanın belli görüş ve davranışların kabulünü gerektirdiğini belirtir. Feminizm, çevrecilik, son zamanlarda eşcinsellik gibi icat edilmiş söylemler akademisyenler kulübüne dahil olmanın giriş vizesini belirleyecek konular arasındadır. Yani akademik camiaya dâhil olmak için yalnızca akademik yetkinliğe değil aynı zamanda hangi ideolojik yaklaşıma sahip olunduğu da önemli.
Bu ise akademik ve fikri özgürlükle ilintili daha genel bir soruna işaret eder ve sanıldığının aksine bu konu sadece ülkemizde tartışılan bir mesele değil. Batı akademilerinde bu konuda süregelen bir huzursuzluk olduğu bilinmektedir. Özellikle sınıf, etnisite, bioetik ve cinsel ahlak gibi konularda Amerikan üniversitelerinde fikir özgürlüğünün gün geçtikçe kısıtlanmakta olduğuna yönelik akademinin içinden yükselen şikayetler son yıllarda artış gösteriyor. Dolayısıyla küresel epistemik merkezin kendi içindeki bir ideolojik eleme sürecinden de bahsedilebilir.
Akademik özgürlük nerede?
Meşru bilginin ne olduğunu belirleme yetkisine sahip olan kapitalist dünya sistemiyle uyum içindeki küresel akademik camia, belli konularda üretilmiş ve makbul görülen hegemonik söylemin dışına çıkan arayışları, bilimsel araştırmaları, akademik bilgi üretim girişimlerini bilimsel bilgi alanı dışında tutmaya özen gösterir. Buna en iyi örnek, gün geçtikçe gündemi daha fazla işgal etmekte olan eşcinsellik konusunun akademik alanda ele alınış biçimi verilebilir.
Bugün artık uluslararası akademik ortamlarda eşcinsellik konusunda hâkim olan haklar söylemi dışında veya ona aykırı olabilecek görüş bildirmek veya eşcinsel hareketin önermelerini sorgulayacak bir bilimsel araştırmanın sonucunu ortaya koymak kariyer endişesi olan bir akademisyen için göze alınması zor bir risk taşır. Zira karşılığında hedef hâline getirilme, hakarete uğrama, itibarsızlaştırılma ve hatta meslekten edilme gibi türlü şekilde muameleye uğrama ihtimali yüksektir. Nitekim psikolog ve akademisyen Prof. J. Michael Bailey, transseksüeller üzerine yaptığı araştırmayı The Man Who Would be Queen: The Science of Gender-Bending and Transexualism başlığıyla kitap olarak yayınladığında akademi tarafından desteklenen LGBT aktivizminin saldırısına uğradı, hatta çalışması nedeniyle üniversitesi tarafından soruşturmaya maruz bırakıldı. Sinir bilimci Dr. Debra Soh ve evrimci biyolog Colin Wright gibi genç akademisyenler de LGBT argümanlarının bilimsel geçerliliği olmadığını savundukları için akademiden dışlandı ve üniversitedeki görevlerini bırakmak zorunda kadılar. Soh, görevinden ayrıldıktan sonra gazeteci olarak kaleme aldığı ve cinsiyet bağlamında bilimsel gerçeklerin aslında LGBT iddialarını yalanladığını savunduğu The End of Gender adlı kitabının sonuç bölümünde (The end of academic freedom) akademik özgürlüğün kalmadığını yazdı.
Ülkemizde de üniversite çevrelerinin eşcinsellikle ilgili olarak Batılı akademik merkezlerde üretilen argümanları aynıyla sahiplendikleri ve aynı söylemlerin çevredeki üreticisi oldukları bir gerçek. LGBT önermeleri Türkiye'de de çoğu zaman eleştirel süreçlere tabi tutulmadan üzerinde sanki mutabakat oluşmuş gibi bilimsel gerçekler olarak kabul edilmekte ve bu kabuller üzerine bir söylem inşa edilmekte. Aksi yönde görüş beyan etmek bilim dışı, gerici, dünyadan kopmuş olmakla özdeşleştirileceği için farklı görüşlerin ve araştırmaların önü kapatılıyor. Böylece alan büyük oranda aktivistlere ve işbirliği yaptıkları merkezin vesayetindeki bağlı/bağımlı akademisyenlere kalıyor.
Görünen o ki, dünya akademi camiası sanıldığı kadar özgür olmadığı gibi Türkiye'deki üniversiteler de küresel epistemik merkezde üretilen normları dillendirmek konusunda sanıldığı kadar baskıcı değil. Ülkemizde İslamofobik söylemlerde bulunmak, terörist sempatizanlığı yapmak, eşcinsel aktivizminin içinde bulunmak, toprak bütünlüğünü tartışmaya açmak akademik özgürlük olarak görülmekte ve akademisyenler bu nev'i görüşlerini ne kadar bilimsel olduğu tartışılır olsa da yayınlarıyla ortaya koyabilmektedir. Bu sözde fikir özgürlüğünü hak ediyor, çünkü epistemik merkez tarafından meşru görülüyor ve destekleniyor. Oysa aynı fikir özgürlüğü LGBT söylemine karşıt fikirler için geçerli değil ya da din siyaset ilişkileri bağlamında bazı konuların akademik düzlemde tartışılması bile uygun değil, zira buna hem epistemik merkez hem de merkeze bağlı/bağımlı seküler toplum inşasına adanmış Türk akademisi karşı.
Kısaca, akademik özgürlüğe dair yapılacak bir mücadele küresel kapitalist dünya sisteminin epistemik vesayetini göz ardı ettiği sürece gerçek bir fikir özgürlüğü mücadelesi olamayacak. Gerçek anlamda bir fikir hürriyeti ve akademik özerklik savunusu sadece devletin üniversiteler üzerindeki rolünü eleştirmekle yetinemez, işin bu tarafı görünür olandır ve küresel epistemik merkez tarafından destek görür. Oysa daha derinde yer alan, zihinleri formatlayan ve varsayımlarda gizli olan, her akademisyenin hissettiği ama dillendirmediği bir kontrol ve sansür düzeni işlemektedir ki bu çoğu zaman epistemik merkezin kontrolündedir. Kanaatimce gerçek bir akademik hürriyet mücadelesi epistemik merkezin iktidarını sorgulama ve fikri bağımsızlığı elde etme çabasından ayrı düşünülemez.