Barış Ertem: Türkiye sekülerlerinin ''merkezi kaybetme'' fobisi

Türkiye sekülerlerinin merkezi kaybetme fobisi
Giriş Tarihi: 24.2.2021 15:36 Son Güncelleme: 24.2.2021 15:36
Cumhuriyet döneminde merkez ile çevre arasındaki dikotomi devam eder. Merkezi temsil eden seküleraydınlanmacı azınlık bürokrat grup, kendi “modernleşme”sini çevreye benimsetmeye çabalar, bunu yaparken de genellikle uzlaşmaikna yerine zorlama ve tasfiye yöntemlerini tercih eder.

Günümüz siyaset literatüründe sıkça kullanılan "merkez-çevre yaklaşımı", ABD'li sosyolog Edward Shils tarafından 1975'te Center and Periphery: Essays in Macrosociology (Merkez ve Çevre: Makrososyolojide Denemeler) adlı çalışmayla kavramsallaştırıldı. Shils'e göre, her toplum bir merkez ve bir de çevreden oluşur. Merkez, özetle etki yeteneği güçlü ve kurumlar üzerinde otorite sahibi olandır. Merkezin temel taşıyıcısı olan devlet, otoritesini diğer kesimlere (çevreye) seçkinler (genellikle bürokratlar) aracılığı ile ulaştırır. Merkez, yönetsel ile ilişkili olandır ve çevre, merkezin belirleyiciliği altındadır.

Bu durumlarıyla merkez ve çevre kavramları, özellikle Türkiye siyaset söylemi ve siyaset bilimi alanında genellikle yöneten ve yönetilen arasındaki hiyerarşik ilişkinin ifade edilmesi amacıyla kullanılır. Buna göre, siyasi, kültürel, bürokratik, iktisadi vb. olarak iktidar ve yönetsel olan seçkinci azınlık merkez, bu merkezin dışında kalan "diğer" çoğunluk ise çevredir. Kısacası merkez, icra ve otorite konumundayken çevre, merkez dışında kalan ve konumunu merkeze göre belirleyen tüm "diğerleri"dir.

Shils'e göre, merkez ile çevre arasında sürekli bir çatışma söz konusu değildir. Çevre, değerleri, talepleri ya da beklentilerinin merkez tarafından dikkate alındığına inandıkça, uyumlu bir davranış geliştirmeye ve bu görüntünün korunmasına özen göstermeye devam eder.

Batı toplumlarında durum, genellikle yukarıda tarif edildiği gibidir. Burjuva sınıfının iki katman arasında bir gerilimi engellemesi ve merkezin, çevrenin taleplerine duyarlı olması, bu bütünleşik görünümün önemli sebepleri arasında sayılabilir.

Bunlarla birlikte, yine Batı toplumlarında merkez ile çevrenin değerleri (kutsalları) arasında ortak paydalar bulunması da iki katman arasında bir yabancılaşmayı engeller. Ayrıca, merkezin çevre üzerinde aşırı otorite tesis etmeye çalışmıyor olması da önemlidir. Merkezin çevreye yönelik "saygılı" ve denge koruyucu tavrı, çevrenin merkeze karşı zorlayıcı girişimlerde bulunmamasını sağlar.

Türkiye siyasetinde yöneten-yönetilen

Türkiye siyasetinin merkez-çevre yaklaşımı açısından görünümü ise Batı toplumlarından farklıdır. Geçirdiği tarihi süreç sonucu sınıfsal ayrımı oldukça azalmış olan Türkiye'de yöneten-yönetilen ilişkisi ağırlık kazanır. Padişah ve çevresindeki bürokrasi (yöneten) merkez konumundayken, bunların dışında kalan geniş kitle, yani kısaca tebaa, (yönetilen) çevre konumundadır. Padişahın en temel meşruiyet kaynağı olan din, genel olarak tebaa tarafından da paylaşılan bir değer olduğundan, merkez ile çevre arasında kısmen bir uzlaşma söz konusudur.

Söz konusu bu merkez-çevre ilişkisi, Osmanlı Devleti'nin modernleşme, daha uygun bir ifadeyle Batılılaşma sürecine girdiği yaklaşık son 150 yılında değişime uğramaya başlar. Özellikle 1800'lü yıllarla birlikte ortaya çıkmaya başlayan seküler Yeni Osmanlı-Jön Türk bürokrasisi, sonraki yıllarda padişahın otoritesini aşındırmaya ve devlet yönetiminde hızla güç kazanır. Merkezde ortaya çıkan bu yeni seküler eğilim, çevre ile merkez arasındaki en güçlü uzlaştırıcı sayılabilecek dinin etkisini azaltmaya, dolayısıyla iki katman arasında gerginlik artmaya başlar. Aslında bu aşamadan sonra, dinin ya da "dinî söylem"in merkez ile çevre arasındaki temel çatışma alanlarından biri olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Özellikle 1908'de II. Meşrutiyet'in ilânı ve 1909'da Sultan II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesiyle birlikte meşruiyetini geleneksel kaynaklar, özellikle de din üzerinden sağlayan padişah otoritesinin iyice zayıflaması ve otoritenin yukarıda anılan yeni seçkinci-seküler bürokrat sınıfına geçmesi, Türkiye siyasetinde merkez-çevre ilişkileri açısından önemli bir kırılma noktası olur. Bu tarihten sonra ülkede iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki bürokrasisinin, meşruiyetini geleneksel kaynaklardan farklı kaynaklara dayandırmaya çalışması ve özellikle gittikçe artan seküler söylem, Osmanlı ülkesinde merkez ile çevre arasında değerler açısından ortak bir payda bulunmasını iyice zorlaştırır, kaçınılmaz olarak katmanlar arasında bir dikotomi başlar.

Osmanlı varlığının son 10 yılında devam eden bu durum, kendisini Millî Mücadele döneminde de gösterir; Birinci Meclis (I. TBMM), Mustafa Kemal Paşa'nın liderliğindeki "Birinci Grup" ile ona muhalif ve genellikle eşraf tarafından desteklenen "İkinci Grup" arasındaki çatışmaya sahne olur. Nitekim bu durumun bir sonucu olarak Nisan 1923'te Meclis'in feshedilerek milletvekili seçimlerinin yeniden yapılmasına karar verilir ve İkinci Grup tasfiye edilir.

Cumhuriyet döneminde merkez-çevre dikotomisi

Özetlenen sürecin bir sonucu olarak kabul edilebilecek erken Cumhuriyet döneminde de merkez ile çevre arasındaki dikotomi devam eder. Artık tümüyle merkezi temsil eden seküleraydınlanmacı azınlık bürokrat grup, kendi "modernleşme"sini çevreye benimsetmeye çabalar, bunu yaparken de genellikle uzlaşma-ikna yerine zorlama ve tasfiye yöntemlerini tercih eder. Çevrenin rızası olmadan çevrenin dizaynedilmesi olarak özetlenebilecek bu süreç, çevre ile merkez arasındaki gerginliğin sürekli tırmanmasına sebep olacaktır.

Bu durum, aynı zamanda ileride kaçınılmaz bir temsil ve meşruiyet krizi anlamına gelecektir. Tek partili sistemle birlikte otoriter gücü iyice artan merkez karşısında politika üretme, muhalefet etme ya da siyasî temsil yeteneklerinden mahrum kalan çevrenin siyaset üretme denemesi olarak tanımlanabilecek Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (1924) ve ilkine göre daha yapay olarak kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası (1930) deneyimleri de kısa ömürlü ve başarısız olur, çevre, merkez tarafından zorlayıcı bir şekilde siyaset dışında tutulur. Bu açıdan, 1946 ve 1950 yılları Türkiye'de merkez-çevre ilişkisi açısından diğer bir önemli kırılma noktası teşkil eder. 1946 yılında kurulan Demokrat Parti, önceki iki denemeyle karşılaştırılırsa, çevrenin merkez karşısında ideolojik olarak örgütlenerek ürettiği en güçlü siyaset ürünü olur. Merkez-çevre ilişkisini "Türkiye siyasetini açıklayabilecek bir anahtar" olarak tanımlayan Şerif Mardin'e göre, savaş sonrası zorunlu olarak artırılan tarım üretimi ve çevreyi oluşturan önemli katmanlardan olan kırsal kesimin zenginleşmeye başlaması vb. etkilerle güçlü bir toplumsal destek sağlayan Demokrat Parti, 1950 Genel Seçimlerini kazanarak tek başına iktidara gelir.

Yine Şerif Mardin'e göre, bu tarihten sonra CHP "bürokratik merkez", Demokrat Parti ise "demokratik çevre" konumundadır. İcraatlarına Arapça Ezan ve ibadete yeniden izin verilmesi gibi merkez ile çevre arasındaki en güçlü gerilim noktası olan din konusunda başlayan Demokrat Parti'nin, 27 Mayıs 1960'ta gerçekleşen askerî darbeyle iktidardan uzaklaştırılması, merkez ile çevre arasındaki gerilimin tırmanarak devam ettiğini gösterir. Darbe sonrası göreve başlayan geçici "Kurucu Meclis" ve yürürlüğe giren 1961 Anayasası'nı merkezin çevreye karşı güçlendirilmesi olarak değerlendirmek mümkündür.

Yöneten ile yönetilen arasındaki gerilim

Merkezin bu müdahalesi, çevrenin de kemikleşmesini sağlar. 1961'de yapılan genel seçimlerde, Demokrat Parti tabanı üzerine kurulmuş Adalet Partisi (AP) ve Yeni Türkiye Partisi'nin (YTP) toplam oylarının yüzde 50'ye yakın olması, çevrenin bu davranışının bir sonucudur. Bu tabloyu gören darbecilerin, 21 Ekim Protokolü ile siyasete tekrar müdahale ederek bir AP-YTP koalisyonunu engellemesi, CHP lideri İsmet İnönü'nün Başbakan olduğu bir koalisyon hükümeti kurdurması ve Orgeneral Cemal Gürsel'in cumhurbaşkanı olarak seçtirilmesi de merkezin tepkisi olur. Özetle, Türkiye siyasetinde merkez ile çevre arasındaki gerilim, 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra çok daha görünür boyutlarda devam eder.

Bu gerilim, 1965'te seçimleri kazanarak tek başına iktidara gelen Adalet Partisi'nin, 12 Mart 1971'de askerî müdahaleyle iktidardan uzaklaştırılmasıyla kendisini tekrarlar. Seçkinci merkez, "siyasetin dışında tutulması gereken" çevrenin siyaset üreterek iktidara yaklaşmasını askerî bürokrasiyi kullanarak engeller.

Çevrenin 1950'den beri sürekli merkezi zorlaması, özellikle merkezdeki seçkinci bürokrat azınlıkta bir "fobi" hâline gelir, çevrenin muhafazakâr katmanının siyasî temsilcisi olarak tanımlanabilecek Necmettin Erbakan'ın 1970 yılında Millî Nizam Partisi'ni (MNP) kurması, bu fobiyi pekiştirir. Nitekim 12 Mart müdahalesinden sonra henüz 1 yıllık MNP'nin kapatılması rastlantı değildir.

Çevrenin, çıkar ve değerlerini merkeze taşıma çabası 1971'den sonra da devam eder, Erbakan Millî Selamet Partisi'ni (MSP) kurarken, Süleyman Demirel de AP ile muhalefetini sürdürür. Özellikle 1975'te kurulan AP-MSP-MHP Koalisyonu (Milliyetçi Cephe) ile muhafazakârların hükümette görünür olmaya başlaması ve çevrenin bürokratik kadrolaşma girişimleri, 12 Eylül 1980'deki darbeyle merkez tarafından bir kez daha güç yoluyla engellenir.

Türkiye siyasetinde seçkinci merkezin çevreyi siyasî iktidar alanından uzaklaştırmayı son kez 28 Şubat 1997'de başardığını söylemek yanlış olmaz. 1996'da kurulan "Refahyol" Koalisyon Hükümeti ile iktidara gelen Erbakan, oldukça güçlü bir askerî bürokrasi, jüristokrasi ve medya müdahalesi süreciyle iktidardan düşürülür, merkez kendisini çevreye karşı bir kez daha korumayı başarır.

Erdoğan-AK Parti iktidarı ve merkez-çevre ilişkisinin dönüşümü

28 Şubat sürecinde İBB Başkanlığı görevinden alınmış olan Recep Tayyip Erdoğan'ın, Refah Partisi'nin kapatılmasından sonraki süreçte kendi partisini kurmaya karar vererek 2001'de Adalet ve Kalkınma Partisi'ni (AK Parti) kurması ve 2002'deki seçimleri kazanarak tek başına iktidar olmasıyla, Cumhuriyet dönemi Türkiye siyaseti merkezçevre ilişkisinde yeni bir süreç başlar.

Özellikle 28 Şubat sürecini yaşamış bir siyasetçi olarak önemli bir deneyim ve öğrenmişlik sahibi olan Erdoğan, yüzde 34 olan oy desteğini artırmak için yoğun bir mesai harcar. Kazanmış olduğu deneyimin de etkisiyle merkeze topyekûn karşı çıkmak yerine merkez ile çevre arasında bir uyum oluşturmaya çalışan Erdoğan, çevreden gelen bir siyasî aktör olarak çevrenin ihtiyaçlarını karşılayacak ve dolayısıyla kendi siyasî yaşam alanını da sağlamlaştıracak sürekli bir reform hareketi içerisinde olur. Erdoğan'ın, partisinin 2003'teki I. Olağan Kongresi'nde yer verdiği "toplumsal merkezin değer ve taleplerini siyasetin merkezine taşımak ve bu suretle devlet ile toplum arasında oluşan mesafenin doğurduğu problemleri gidermek" ifadesi bu açıdan son derece bilinçli ve önemlidir.

Bu süreci yine kendi ifadesiyle "muhafazakâr eksenli çağdaş parti" kimliğiyle yürüten Erdoğan, toplumsal desteğini düzenli olarak artırarak merkezçevre ilişkisinde büyük bir dönüşüm sağlayacak yetkiye sahip olur. 2007'de AK Parti içerisinden, yani çevreden bir siyasetçinin cumhurbaşkanı olması, 2010 Referandumu ve 2011 seçimlerinde elde edilen yüzde 50'ye yakın oy oranı, çevrenin AK Parti aracılığıyla merkeze taşınması ve merkezde konumlanabilmesini sağlar. 2014'te Erdoğan'ın cumhurbaşkanı seçilmesi ve 2018'de yürürlüğe giren Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, merkez-çevre ilişkilerindeki bu devrimsel dönüşümü pekiştirir.

İktidarını kaybeden merkezin geleneksel siyasî kanadı, bu sürece uyum sağlayamaz, çevreye taşınamaz, AK Parti'ye karşı etkili bir muhalefet üretemez. Bu süreçte AK Parti'ye yönelik gerçekleşen kapatma davası ve iki askerî müdahale girişimi, merkezin mevcut dönüşümü tersine çevirmek için gösterdiği çabalardan bazıları olarak değerlendirilebilir. Merkezin seküler-seçkinci siyasî kanadının iktidarı kaybetme ve çevreye "itilme" fobisi sonucu, Erdoğan ve AK Parti, merkezin yaklaşık 100 yıldır çevreye karşı kullandığı tüm direnme araçlarıyla 15 yıl içerisinde karşılaşır ve galip gelmeyi başarır.

Erdoğan'ın kazanmış olduğu deneyim, süreci doğru yönetmesi ve toplumsal desteğini canlı tutmayı başarması, merkezçevre ilişkisindeki dönüşümün devamını sağlamıştır.

BİZE ULAŞIN