Türkiye'de sol siyasi hareketleri, merkeze CHP'yi alarak, onun biraz solunda veya biraz sağında konumlanmış, neredeyse tamamı Kemalist yapılar olarak tarif etmek mümkündür. Solun kahir ekseriyeti, CHP ile birlikte, Millî Mücadele ruhunu örnek almıştır. Sonradan "Kurtuluş Savaşı" olarak adlandırılan Millî Mücadele dönemini, dünyanın en büyük emperyalist devletlerinin işgaline karşı verilmiş bir direniş olarak tarif eder. Bu sebepledir ki geçmişte Türk solunun alâmetifarikası "antiemperyalizm" idi.
Evrensel solun emek-sermaye çelişkisi eksenli tanım ve mücadelesi, Türk solunda ancak 1960 ve 70'li yıllarda karşılık bulabilmiştir. Ancak Türk solunun, tarihindeki en yüksek kitleselliğe ulaştığı o yıllarda dahi, harekete asıl rengini veren kavram antiemperyalizmdir. Fransa'da gençlik hareketlerinin, ABD'de Vietnam Savaşı karşıtlarının, Yunanistan'da "politeknik ayaklanması" olarak anılan öğrenci isyanlarının dünyada hızla yayılmasına yol açtığı solsosyalist fikirler, Türkiye'de 60 ve 70'lerde de yine "emperyalizme karşı bağımsızlık" ekseninde vücut bulur.
Dikkat edilirse, bugün bile Türk solunun "destan" gibi anlattığı 6. Filo karşıtı eylemler, Dolmabahçe'de ABD askerlerinin denize atılması, ODTÜ'de ABD elçisinin arabasının ters çevrilip yakılması, İngiliz ve ABD askerlerinin kaçırılması vb. eylemlerin işçi sınıfıyla, emek-sermaye çelişkisiyle pek de alakası yoktur. Nitekim dönemin solcu gençlik önderlerinin kitlesel yürüyüş ve mitingleri de örneğin Samsun'dan başlar; ellerinde genellikle Atatürk posterleri ve Türk bayrakları taşırlar.
"İlerici subaylar" daima ittifak ortakları
Hareketin temeline Millî Mücadele konulduğu için, Türk solunda ordu içindeki "ilerici subaylar" daima ittifak ortakları arasında sayılmıştır. Dönemin sol yayınlarında, devrim için kimlerle işbirliği yapılabileceği sıralanırken, asker-sivil bürokrasi içinde "ilerici" olduğu varsayılan unsurlar mutlaka yer alır. Bunun doğal sonucu ise iktidarları alaşağı etmek için darbe yapan ordunun desteklenmesi olur.
Öyle ya, mesela kalkınmaya ağırlık veren Menderes hükümetleri, ülkeyi "küçük Amerika" yapmaktan bahsetmiştir, o hâlde ordunun onları devirmesi antiemperyalist bir müdahaledir, ilericidir, desteklenmelidir. Türk solunun beslenme kaynağı CHP ise bunu zaten baştan beri resmi çizgisi olarak benimsemiştir. Yani Türk solu, kendisine şiar edindiği antiemperyalizmi bile sağlıklı bir temele oturtamamış, kendi hükümetlerinin NATO yörüngesinde kalmak için asker tarafından devrilmesini alkışlayabilmiştir.
1980 askerî darbesiyle bu çizgide bir süreliğine kırılma olur. 1971 muhtırasında askerden beklenen "sol darbe" gelmemiş, 80'de ise asker, sağ sol ayırmaksızın tüm siyasetleri dümdüz etmiş, hatta CHP'yi bile kapatmıştır. Solda artık bir tür hayal kırıklığı vardır. Tüm 80'ler "Nerede hata yaptık?" tartışmalarıyla geçse de kimse meselelerin özüne değinmemiş, özeleştiride bulunan, silaha sarılmanın yanlışlığını vurgulayan bir sol grup çıkmamıştır. Tam tersine, 21'inci yüzyılın ilk 20 yılını geride bıraktığımız bugün bile, Türk solu silaha bir tür kutsallık atfeder, silahlı hareketlere romantik bir yaklaşım içindedir.
Berlin Duvarı'nın altında kalanlar
1980'lerin sonu aynı zamanda iki kutuplu dünya sisteminin ve Soğuk Savaş'ın da sonudur. 1989'da, iki kutuplu dünyanın en belirgin simgesi olan Berlin Duvarı'nın ve sonrasında SSCB'nin yıkılışıyla birlikte Türk solunun da adeta "kıblesi" yıkılır. Sosyalizm ideolojisi tüm dünyada kaybetmiştir. Artık solcuların örgütlenmek için halka anlatacağı bir ideali yoktur.
Türk solu da hem eski kadrolarını ve dayandığı kitleyi kaybetmiş, zaten hiçbir zaman genişletemediği halk tabanından iyice uzaklaşmış, hem de örgütlenmeleri dağılmıştır. Sol, çok uzun süre, 80 öncesi "kahramanlık" hikâyelerini anlatmakla avutur kendisini.
1990'lara gelindiğinde, ortada birkaç illegal silahlı terör grubu dışında adı anılan sol örgütlenme yoktur. (Bu arada, 1980 darbesiyle kapatılıp yasaklanan siyasi partiler 1992'de yeniden açılır. Doğal olarak CHP de yeniden siyaset sahnesine döner. Fakat 1999 seçimlerinde barajı aşamayarak meclis dışında kalacaktır. Onun yerine, siyasi yasağı kalktıktan sonra CHP'ye dönmeyip kendi partisini, Demokratik Sol Parti'yi kuran, 1970'lerin "Karaoğlan"ı Bülent Ecevit meydandadır artık). Öte yandan, silahlı terör eylemleriyle sesini gitgide daha çok duyuran başka bir örgüt öne çıkmaya başlar: "Ayrılıkçı Kürt hareketi" olarak bilinen PKK.
PKK 90'lı, hatta 80'li yıllardan günümüze kadar, başta askerî hedefler olmak üzere kadın, çocuk, yaşlı, işçi, köylü ayırt etmeden katliamlar yapan bir terör grubudur. Ama hem kendisini Marksist-Leninist olarak tarif etmesi, hem de solun çoğunluğunca kabul gören, Lenin'in "Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı" ilkesi sebebiyle Türk solunda ittifak edilecek unsurların en başına yerleşmeye başlar.
Yuları PKK'ya kaptırmak
Esasında bunun temel bir başka sebebi vardır: PKK hareketinin ulaşabildiği kitlesellik. 1980 darbesinden sonra bir daha asla kitlesel hareketler kuramayan Türk solu için, Kürtler arasında yaygın bir taban kazanmış olan PKK'nın kitleselliği dayanılmaz bir cazibeye sahiptir.
Daha 1970'lerde ortaya çıkan PKK, ancak kitle tabanına sahip olduğu 1990'lardan sonra Türk solu tarafından ittifak ortağı olarak görülmeye başlanır. Kişisel kanaatime göre, Türk solu işte bu noktadan itibaren (olduğu kadarıyla) tüm özgünlüğünü kaybetmiştir. Deyim yerindeyse "yuları PKK'ya kaptırmıştır". Örneğin, 90'ların ortasında sol mücadeleye damgasını vuran kamu emekçileri örgütlenmesinin ürünü Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu'nda (KESK) her önemli pozisyona PKK çizgisindeki partilerden atamalar yapılır. Nihayetinde "altını (kitlesi, gücü) olan, kuralı koyar".
Sadece sendikal alanda değil sivil toplum kuruluşları alanında da PKK etkisi bariz biçimde hissedilir. Örneğin, 80 sonrasının ilk örgütlerinden olan İnsan Hakları Derneği neredeyse sadece "Kürt meselesi"yle ilgilenen bir kuruluşa dönüşür. Sol-PKK işbirliği, bugün artık zirve noktasına taşınmıştır. İrili ufaklı sol partiler, PKK'nın yasal siyasi kolu HDP'nin çatısı altında TBMM'ye milletvekili sokmaktadırlar. Bu işbirliğinin sona ereceğine dair herhangi bir emare de görünmüyor.
28 Şubat'ın "solorduları"
1990'lı yıllar 28 Şubat "postmodern darbesiyle" kapanırken, Türk solu 1980'in şaşkınlığıyla geçici süreyle sekteye uğrayan darbe destekçiliğine dönüş yapar. TSK'nın seçilmişlerin hükümetine verdiği muhtıra (1960'taki kadar iştiyakla olmasa da) sol tarafından alkışlanır, memnuniyetle karşılanır.
Solun darbe karşısındaki genel sloganı "Ne şeriat, ne darbe" olarak özetlenebilir. Yılların darbe geleneğine sahip silahlı kuvvetler ile zayıf koalisyon hükümeti eşit güçlermiş gibi, sözde tarafsız bir tutum takınılır. "Ne cami, ne kışla; okul, fabrika" gibi ucube sloganlar bu dönemin ürünüdür. Esasında olan şey, Türk solunun bir kolordu gibi, adeta bir "solordu" olarak TSK'nın arkasında hizaya geçişidir. Türk solu sendikal örgütlenmeleri ve STK'ları dâhil olmak üzere, 28 Şubat'ın en sembolik uygulamalarından biri olan imam hatiplerin kapatılmasına hararetle destek verir.
Böylece Türk solunun "özünde" var olan İslam düşmanlığı da ilk kez bu kadar apaçık ortaya serilmiş olur. Bu tutum 15 Temmuz 2016 darbe girişimine kadar böyle devam eder.
1997'de "Ne şeriat, ne darbe" olan sözde tarafsız slogan, 15 Temmuz'da "Yesinler birbirlerini" hâline dönüşür. Tanklar, savaş uçakları, askerî helikopterler, bombalar, ağır silahlar karşısında, elinde halka çağrı yapmaktan başka gücü bulunmayan sivil hükümeti eşitleyip yine güya tarafsız kalırlar.
Hatta darbe yenildikten sonra, CHP öncülüğünde başlatılan "kontrollü darbe", "tiyatro" gibi direnişi küçümsemeye, darbecileri kurtarmaya yönelik söylemler Türk solunun ağzında sakız olur. Üstelik darbe sonrası bir ay kadar sokaklarda süren "demokrasi nöbetleri" de "şeriatçı kitleler" aşağılamasıyla karşılanır, giderek halk düşmanlığına dönüşür.
"Renkli devrimler" çağında sol
2000'li yıllar artık dünyada "renkli devrimler" çağının başlangıcına işaret eder. ABD'nin Seattle kentinde ilk tomurcuklarını veren yeni bir hareket tarzı gelişmeye başlar. Geçmişte işçi, öğrenci, gençlik hareketleri içinde yer alan sol gruplar, şimdi ilk bakışta birbirleriyle alakasız gibi görünen çok çeşitli grupların bir araya geldiği "küreselleşme karşıtı hareket" içinde boy göstermeye başlar.
Büyük sosyalizm anlatısını çoktan kaybetmiş olan sol, 2000'lerin dünyasında mikro konularla ilgilenmeye başlar. Çevreciler, feministler, LGBT grupları, kaplumbağa severler, iklim değişimine karşı çıkanlar, azınlık hakları savunucuları vs. bir dizi konu etrafında ortak eylemler, ortak mitingler düzenlenmeye başlamıştır.
Bu yeni hareket Türkiye'de de karşılık bulmakla birlikte, bizde "temel çelişki" hâlâ askerî vesayet ile sivil siyaset arasında cereyan etmektedir. 2002 seçimlerinde adeta bir halk devrimiyle iktidara gelen ve tüm yerleşik partileri sandıkta mağlup eden AK Parti hükümetleriyle birlikte, ona (yani halka) karşı mücadele dinamikleri de harekete geçirilmiştir. Temel motif yine İslam düşmanlığıdır.
2007'deki Cumhurbaşkanlığı seçimleri dönüm noktalarından biri olur. Eşi başörtülü birinin Türkiye Cumhuriyeti'nde asla cumhurbaşkanı olamayacağını yüksek sesle dillendiren grupların başında CHP ve onun kanatları altında büyümüş Türk solu gelir.
Şeriata karşı olma kılıfı altındaki İslam düşmanlığı o kadar barizdir ki dönemin CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, üniversitelerde başörtüsü serbestliğini iptal eden Anayasa Mahkemesi kararını alkışlarken "Şeriatın kestiği parmak acımaz" diyerek milyonlarca dindar insanla alay etmekte beis görmemiştir. Ama kendisi de bir siyasi mühendislik projesinin kasetle devrilen başkanı olmaktan kurtulamayacaktır. Toplumun yarısının desteğiyle iktidara gelen bir partiye açılan kapatma davasına karşı çıkmak şöyle dursun, hem CHP, hem de etrafında kümelenen Türk solu, askeri vesayetten sonra yargı vesayetini desteklemekten de hicap duymaz.
Siyaset mühendisliğinin aparatları
İçinde bulunduğumuz son 10 yıl, Kemal Kılıçdaroğlu'nun, tam bir siyaset mühendisliğiyle, yabancı mahfillerde üretilmiş bir senaryoyla CHP'nin başına geçirilmesiyle başlayan epey karmaşık bir dönemi işaret ediyor.
Kılıçdaroğlu'nun partinin başına geçirilmesiyle birlikte, klasik CHP'de bulunduğu varsayılan ulusalcı kanadın tasfiyesi de hızlanır. "Atatürk'ün partisi" olmakla, Kuvayı Milliye'yi savunmakla övünen CHP artık hiçbir ilke gözetmeksizin, fikirsel yakınlık olup olmadığına bakmaksızın, herkesle ve her grupla işbirliği yapacak kıvama getirilmiştir.
Bugün CHP önderliğinde kurulan "beş benzemezler" ittifakının bileşenlerine bakmak bunu anlamak için yeterli. Atatürkçülerle, PKK'lılar, eskiden "şeriatçı" dedikleri SP'liler ile yine eskiden "faşist" dedikleri MHP'den ayrılan İP'liler, FETÖ'cüler ve solcular aynı potada eritildiler. Sarıldıkları tek motivasyon ise Gezi ayaklanmasından itibaren kalıcı hâle getirdikleri Erdoğan düşmanlığı oldu.
Son 15-20 yıldır, başka her şeyi bir kenara bırakıp, içeriğinin ne olduğu tam olarak anlaşılamayan bir "yaşam tarzı" mücadelesi veren Türk solu da elbette velisi CHP'yle birlikte saf tuttu. Geçmişte antiemperyalizm söylemini kimselere bırakmayan solcular, Amerika'nın Türkiye'ye uygulayacağı yaptırımlardan, Avrupa Parlamentosu'nun Türkiye aleyhine alacağı kararlardan, Türk ekonomisinin yabancılar tarafından suikasta uğramasından medet umar hâle geldi.
Son ABD seçimlerinde "küreselcilerin adayı" diye adlandırılan, "Siyonistim. Siyonist olmak için Yahudi olmak gerekmez" diyen Joe Biden'ı selamlamak için Kılıçdaroğlu'nun en ön safta koşturması bundandır. Aynı şekilde, sol-liberal yazarların tamamının umutlarını Biden ve ekibine bağlaması da bundandır.
Sözün özü, Türk solu antiemperyalizm gömleğini çoktan sırtından sıyırmış, rotasını kaybetmiş, yabancı mahreçlerde pişirilen kirli ittifakların ortasında, dizayn edilen CHP'nin peşinde oradan oraya savrulan şekilsiz bir kütleye dönüşmüştür. Elbette bu savruluş, bu dibe çöküş de siyasi tarih anlatısında utanç sayfaları olarak yerini alacaktır.