Batılı birçok uzmanın yıllardır dile getirdiği gibi küresel sistemin merkezi çöktü. Bu uzmanlardan biri olan NYT yazarı Roger Cohen de 2015'ten beri deniz aşırı ülkelerde operasyon yapma gücü azalan ABD'nin dünyadan çekildiğini yazanlardan biri. Bu nedenle emperyalist merkezlerde yeni bir planlama söz konusu. Kimi tarihçiler Batı'nın bu revizyonist çabalarını "Bizans stratejisi" diye niteliyor.
Zira hegemonik ölümü gerçekleşen ABD liderliğindeki Atlantik bloku, tahtını bırakmamak için her tür haydutluk ve sabotaja başvurmaktan çekinmiyor. Zaten şu sıralar Batılı analist ve akademisyenlerin en büyük uğraşı da "çöküş yönetimi", "güç devri" ve "hasar tespiti" ile ilgili konular.
Bizans ve Roma'dan örnekler veren analizciler, özellikle Batı'nın çöküşünün yanlış idare edilmesindeki ölümcül hatalara dikkat çekiyor. Örneğin Avustralyalı David Kilcullen'in The Dragons and the Snakes: How the Rest Learned to Fight the West (Ejderha ve Yılanlar: Dünyanın Geri Kalanı Batı ile Mücadeleyi Nasıl Öğrendi) adlı kitabı, Atlantik'in yıkılış trajedisinden ne tür avantajlar elde edebileceğine yoğunlaşmış. Yazara göre ABD ve Avrupa'nın ölümünü geciktirmenin tek çaresi var o da Bizans stratejisini devreye sokmak. Çünkü Bizans, izlediği kaotik siyasetle Roma'nın çöküşünden sonra bin yıl daha yaşayabildi. Avustralyalı stratejiste göre 21'inci yüzyıldaki Batı dünyası da eğer Bizans'ı örnek alırsa ölümünü mümkün mertebe erteleyebilir.
Ancak bu stratejiyi uygulamanın biri kirli, diğeri daha az kirli iki yolu var. Kirli yöntem yeni aktörlerin güçlenmesini siber savaş, ekonomik casusluk, medya manipülasyonu, siyasi suikast, terör saldırıları ve nükleer şantaj gibi her tür oyuna başvurarak geciktirmeye dayanıyor. Oswald Spengler ve Arnold Toynbee gibi tarihçilerin teorize ettiği ikinci yol ise hegemonyanın devri için Atlantik içinden bir aktörün öne çıkarılmasını empoze ediyor. Ne var ki ABD'nin Türkiye, Çin ve Rusya gibi yükselen güçlere karşı izlediği kirli stratejiler bir sonuca ulaşamadı. Kazdığı kuyuya düşen ABD ve Avrupa'nın başvurduğu her sabotaj bir bumerang gibi yine kendisine yöneliyor. Özellikle de Türkiye'ye karşı devreye sokulan bütün senaryoların çökmesi kirli plan sahiplerini kara kara düşündürüyor.
Batı, Türkiye'yi Bizans oyunlarıyla kuşatma ve frenleme stratejisinden asla vazgeçmez. Unutmayalım ki 1071'deki Malazgirt Zaferi'nin üzerinden tam 949 yıl geçmesine rağmen hâlâ Haçlı zihniyetinin Bizans oyunlarıyla uğraşıyoruz.
Bu anlamda bugünün dünden farkı yok. Geçmişte olduğu gibi yine topyekûn ve sistematik bir Haçlı saldırısı ile karşı karşıyayız. Ehl-i Salîb'in neo-nazi ve neo-faşist torunları söz konusu Türkiye ve İslam olunca yine hiç bir ilkeyi ve kutsalı tanımıyor. Çünkü Batılı analizciler bile Türkiye'nin kontrol edilememesinin ABD liderliğindeki eski dünya düzeninin çöküşünü daha da hızlandıracağını itiraf ediyor.
Kuşku yok ki Türkiye'nin son dönemlerde Suriye, Doğu Akdeniz, Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Kafkasya'da küresel ve bölgesel dengeleri yeniden şekillendiren destansı hamleleri, emperyalist merkezlerde ülkemize yönelik stratejilerin yeniden gözden geçirilmesine yol açıyor. Zira örgütler üzerinden devam eden "terörle savaş" dönemi bitti. Yeni bir mücadele dönemine giriyoruz. Yöntem ve araçları tamamen değişen klasik vekâlet savaşlarının yeni aktörleri artık devletlerin bizzat kendileri…
Siyasal Hristiyan ideolojinin asıl hedefi neden Türkiye?
Küresel güç rekabetinin merkezi Pasifik Okyanusu, Güney Çin Denizi ve Basra Körfezi'nden zengin enerji yataklarının bulunduğu Kuzey Afrika, Doğu Akdeniz, Kafkasya ve Orta ve Güney Asya'ya kayıyor. Bölge ülkeleri ile büyük güçlerin birbirleriyle mücadele ettiği en sıcak cepheye dönüşen bu alanlarda Batı dünyasının en hayati amacı Karadeniz, Ortadoğu ve Kafkasya'da başaramadıkları Türkiye'ye yönelik kuşatmayı Doğu Akdeniz'den gerçekleştirmek.
Ancak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın dediği gibi Türkiye sahip olduğu siyasi, ekonomik ve askerî gücüyle kendisine dayatılan ahlaksız haritaları birer birer yırtıp atıyor. Batı da çok iyi biliyor ki Türkiye sadece Trakya ve Anadolu'dan ibaret değil. Ülkemizin millî, tarihi, ekonomik ve jeo-kültürel güvenliğinin Halep, Bağdat, Saray Bosna, Kırım, Bakü, Kerkük, Musul, Tebriz, Beyrut, Trablus, Mogadişu, Kabil, İslamabad'dan başladığını gayet iyi biliyorlar.
İşte bu yeni paradigma ile hareket eden "Yeni Türkiye" gerçeği Batı dünyasının adeta uykularını kaçırıyor. Atlantik'teki panik giderek artıyor. Bu bağlamda Libya ve Doğu Akdeniz krizlerinde Yunanistan ile değil aslında yedi düvelle yeni bir istiklal ve istikbal savaşı veriyoruz. Nitekim 15 Temmuz darbe girişimi ve Gezi kalkışmasında olduğu gibi ABD ve Avrupa ile İsrail ve BAE gibi bölgesel taşeronları Doğu Akdeniz'de yine tek blok hâlinde Türkiye'ye karşı mevzilenmiş durumdalar.
Bu bizi şaşırtmıyor. Zira İngiliz, Ermeni, Yunan, Yahudi, Fransız, Alman ve Amerikalı siyasilerle onların beşinci kol faaliyetlerini yürüten medyadaki besleme kalemlerinin Türkofobi sendromu ile yaptıkları analizlerde Türkler ve Türkiye hakkında olumlu anlamda sadra şifa tek satır bile bulmak zor. Çünkü Haçlı Savaşları'nın başladığı 11'inci yüzyıldan bu yana aynı sinsi mihraklardan aynı kirli teolojiden ve aynı histerik travmalardan beslenen yeminli Türkiye düşmanı bir "Siyasal Hristiyan" ideoloji var.
"Yeni bin yılın Selahaddin'i"
Osmanlı ve Selçuklu'dan ödü kopan Batı boşuna Başkan Erdoğan'ı "Yeni bin yılın Fatih'i ve Selahaddin'i" olarak lanse etmiyor. Zira Erdoğan'ın ezber bozan hamlelerinin sadece İslam dünyasına değil vesayet altındaki diğer milletlere de ilham verdiğini görüyorlar. Kaynağını "'Fetih Medeniyeti" tasavvurundan alan Yeni Türkiye'nin izlediği siyaset ister istemez hem Batı'da hem kolonyal laik beyinlerde pavlovcu kimyasal reaksiyonlara yol açıyor. Özellikle Ayasofya'nın yeniden ibadete açılması Batı'daki travmaları daha da derinleştirdi. Ayasofya'nın özgürleşmesi bizim için bir bakıma rehin alınmış eski Türkiye'yi yeniden fethetmenin ve bağımsızlığımızı yeniden kazanmanın sembolüdür. Batı için ise bu açılış, büyük bir meydan okumaydı. Zaten Atlantik dünyası, Yeni Türkiye'nin attığı her adımı bir meydan okuma olarak algılıyor.
Daha 2006'da The Cultural Roots of American Islamicism (Amerikan İslamcılığının Kültürel Temelleri) kitabını yazan profesör Timothy Marr, "Akdeniz, Afrika ve Asya'nın başka yerlerindeki İslam'ın yükselişi (yani Türkiye'nin yükselişi) Amerika'nın kendine has demokratik ilkelerini ve Hristiyan değerlerini dünyaya yayma arzusuna meydan okumadır" diyordu.
Şunu unutmayalım ki Batı'nın sömürgecilik, ırkçılık ve jakoben faşizminin pekişmesinde '"İslam ve Osmanlı despotizmi" diye sunulan manipüle edilmiş Türk algısı kilit öneme sahip. Batı dünyası sömürgeci ve ırkçı temellerini İslam ve Osmanlı despotizmi çarpıtmasıyla meşrulaştırdı. Bu kültürel tüccarlık üzerine kendi liberal ve sosyalist sömürge sistemlerini inşa ettiler.
Neredeyse bütün büyük aktörlerin ana hedefi olan ve enerji havzalarıyla nakil yollarının kalbindeki Türkiye, üç kıtayı birleştiren konumuyla ister istemez her türlü küresel güç hesapla(ş)malarında ya "hedef alınan düşman ülke" ya da "hizaya sokulması istenen müttefik ülke" sıfatıyla yer alıyor.Zira ülkemiz, uluslararası güç hiyerarşisini etkileyen en önemli faktör konumundaki enerji jeo-politiğinde sadece vazgeçilmez bir güzergâh değil aynı zamanda siyasi ve kültürel dinamikleriyle "by-pass" edilmesi çok zor olan tarihî bir aktör pozisyonunda.
Bir asrı daha kaybetme lüksümüz yok!
Yeni bir dünyanın jeo-politik haritaları oluşuyor. Küresel ve bölgesel hegemonyalar el değiştiriyor. ABD'nin hedef seçtiği Rusya, Çin ve İran'ın çevrelenmesinde Türkiye coğrafi ve kültürel açıdan hayati önemde bir aktör… Türkiye'yi kontrol edemeyen Batı'nın rakiplerini hizaya sokması imkânsız görünüyor. Bu nedenle, ABD ve müttefikleri kendi stratejilerini hayata geçirmek için önce Türkiye'yi rehin almak zorunda. Ancak direnen Türkiye bütün hesapları bozuyor. Eğer boyun eğersek ikinci bir Sevr ile karşı karşıya kalır ve geçen asır gibi bu asrı da kaybederiz.
Asıl sistematik iftiraların siyasiler dışında küresel çapta medyayı ve ekonomiyi de kontrol eden üst akıl konumundaki lobilerden geldiğini unutmayalım. Zira Suriye, Irak ve Katar'daki hamleleriyle Erdoğan, Ortadoğu'daki Yahudi lobisinin bütün kirli planlarını bozduğu için zaten hedefteydi. Libya, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz'deki başarılarıyla bu kez Yunan lobisinin tekerine çomak soktu. Son olarak da Dağlık Karabağ savaşında işgalci Erivan'a darbeler indiren Erdoğan ABD, Rusya ve Fransa'da güçlü bir konuma sahip Ermeni lobisinin şimşeklerini üzerine çekti. Bu üç lobi şimdi eş zamanlı bir şekilde nefes dahi almadan Erdoğan'a saldırıyor. Biri dinlenirken diğeri kılıcı alıyor eline. Batı'daki siyasileri, medyayı ve ekonomiyi kontrol eden üç lobi de Türkiye karşıtlığında adeta Haçlı ittifakı yapmış durumda. Eş zamanlı hareket edip aynı tezviratları farklı kıtalarda aynı algı operasyonları ve klişelerle gündeme getiriyorlar.
Hâsılı kelam, bir asır önce Anadolu parantezine alınan Türkiye son yirmi yılda yaptığı ezber bozan hamlelerle bu emperyalist boyunduruğu zor da olsa kırmayı başardı. Osmanlı'nın mirası üzerinde yükselen ve kuzey ile güneydeki iki hilalin birleşmesiyle bir dolunayı andıran Yeni Türkiye'nin yeni jeo-politik ekseni hareket noktası olarak Basra Körfezi'nden Kuzey Afrika'ya Kızıldeniz'den Balkanlar ve Orta Asya'ya kadar geniş bir coğrafyayı kapsıyor.
Dışarıdan empoze edilen ithal güvenlik konseptleri yerine kendi tarihi ve sosyo-kültürel kodlarını önceleyen Türkiye, artık "Türkiye yapımı yerli ve millî bir diplomasi" izliyor. Bölgemizde ve küresel dengelerdeki ağırlığı her geçen gün artan bu diplomasi hamlesi üç stratejik temel üzerinde yükseliyor. İlki güçlenen yerli savunma sanayi projeleri. Yerli üretim SİHA'ların teknolojisi bugün ABD ve Çin ile aynı düzeyde. SİHA'lar Suriye ve Libya'da da görüldüğü üzere Türk Hava Kuvvetleri'nin en önemli silahlarından biri konumunda.
Yeni askerî güç stratejileri, Türkiye'nin eskiden Ortadoğu'da yumuşak gücüyle kurduğu hegemonik pozisyonunu daha da pekiştiriyor. Özellikle son dönemlerdeki askerî hamleler emperyal aktörlerin Irak, Katar, Somali, Suriye, Dağlık Karabağ ve Libya'daki oyunlarını birer birer bozdu.
Bu savaşta tarafsızlara yer yok
Bir bakıma savunmadan taarruza geçen Yeni Türkiye, I. Dünya Savaşı'ndan sonra ülkemize ve tarihimize giydirilen deli gömleklerini parçalamaya başladı. Bu da Türkiye'nin jeo-politik eksenini yeniden tanımlamasıyla mümkün oldu. Ve artık eksen Batı değil Türkiye'nin millî çıkarları. Başta tarihi Osmanlı coğrafyası olmak üzere bütün dünyadır.
İslam dünyası ile bölgesinin lider ülkesi olan Türkiye her krizde daha da büyüyerek küresel bir güce dönüşüyor. Bunu gördükçe kuduruyorlar. Zira Yeni Türkiye'nin bileğini bükemeyeceklerinin farkındalar. İşte bu yüzden dünya yıkılsa bir araya gelemeyecek odaklar tıpkı Gezi ve 15 Temmuz darbe girişiminde olduğu gibi yine Türkiye'ye karşı aynı anda kılıç çekiyor. Pavlovcu refleksle hareket eden bu iç ve dış düşmanlar ülkemize ve lideri Sayın Erdoğan'a karşı yine tek yumruk halindeler. Soros'un milisleriyle Ergenekoncular, burjuvalarla sosyalistler, muhafazakârlarla siyonist- evanjelikler, darbeci FETÖcülerle liberaller ve ulusalcı CHP ile PKK'lılar Yeni Türkiye'nin Reis'ine karşı omuz omuzalar.
Şimdi Batı'daki kirli odakların Türkiye'ye saldırmasındaki bu Türkofobik ve İslamofobik senkronizasyon bir tesadüf olabilir mi? Elbette hayır. Batı'daki Türkiye düşmanlığı geçmişte olduğu gibi günümüzde de iki fay üzerinden ve artık açıktan sürdürülüyor.
Bu faylardan ilki siyasi, askerî ve ekonomik mücadeleyi önceleyen jeo-politik hat. Diğeri ise Türkiye'ye karşı dinî, hukuki ve tarihî çarpıtmaları devreye sokan jeo-kültürel hat... Bu iki strateji yoluyla eş güdüm hâline devam ettirilen sistematik bir Türkofobi sözkonusu. Bir de Yeni Zelanda'da iki camiyi basarak 49 masum insanı katleden terörist Brenton Tarrant'ın silahının kabzası üzerindeki "Turkofagos" (Türk yiyici) ifadesinde de görüldüğü üzere, gizli servisler eliyle yürütülen Türkiye karşıtı sistemli bir terörist çalışma var.
Fakat Batı'nın ve Siyasal Hristiyan ideolojinin başvurduğu stratejiler artık bir sonuç vermiyor. Türkiye ezber bozan çıkışlarıyla Haçlı zihniyetinin şeytanlaştırma projelerini birer birer akamete uğratıyor. Yenildikçe daha da öfkelenen emperyalist merkezler ve taşeronları artık can havliyle her kirli yönteme başvurmaktan çekinmiyor. Herkes her şeyi görüyor. İlke ve kuraldan yoksun amansız bir mücadele çağına daha giriyoruz. İşte bu yüzden herkes safını iyi seçmeli. Çünkü bu savaşta tarafsızlara yer yok.