Ekrem Demirli: Dört yıl sonra 15 Temmuz şehitlerini yad ederken: İhaneti kader görmemek

Dört yıl sonra 15 Temmuz şehitlerini yad ederken: İhaneti kader görmemek
Giriş Tarihi: 17.07.2020 12:22 Son Güncelleme: 17.07.2020 12:22
15 Temmuz, ülkemizin “kilid-i mülk-i İslam” (İslam ülkesinin kilidi) olduğu gecenin adıdır. O kilit açılsaydı İslam memleketi düşecek, kilit korunduğunda istikbale umutla bakabilecekti.

Yazıları takip edenler bilir, uzmanlık alanımın dışına çıkmak istemem. Bunun birkaç istisnası oldu ki birisi mahut darbe girişimi hakkındaki yazımdı. Sorun, hepimizi ilgilendiren konu olduğu için Muhammed Bîcan Efendi'nin tespitini güncelleyerek bir yazı yazmıştım. Dergi aynı konuyu ele alınca, yeni bir yazı yazmak yerine, o yazıyı hatırlatmak istedim. Konuya dair kanaatim değişmedi, bilgilerim de artmadı. Bununla birlikte yazıda dile getirmediğim birkaç hususu eklemek istedim:

15 Temmuz üzerine birçok konu konuşuldu, fakat meselenin özüyle ilgili bir hususun sürekli ihmal edildiğini düşünüyorum. Hâlbuki benzer hadiselerle karşılaşmamak veya en azından karşılaşılınca daha az hasarla atlatabilmek için yapılması gereken şey, konuyla ilgili ciddi bir toplumsal analiz olmalı idi. Geçmişi bilmek onu değiştirme imkânı vermez; fakat geçmişi bilmek gelecek için tedbir almaya zemin teşkil ettiği ölçüde değerli olabilir. Geçmişin bilgisinden geleceğe ve ana dair tedbirler ve üretimler çıkartmadıktan sonra sadece üzüntüler veya hamaset devşirebiliriz.

Tarih üzerine birçok yazı yazılıyor, diziler çekiliyor, popüler işlerle geniş kesimlere mal ediliyor böyle ürünler. Bu meyanda -biraz da ilgi çekmek üzere- bir konu ısrarla vurgulanır: İhanetler… Düşmanla birlik olanlar, milletine ve ülkesine kast edenler o kadar yaygın şekilde konuşulur ki iş şöyle bir noktaya varıyor: Tarihimizde en çok bulunanlar hainlerdir. İhanete uğramak bu topraklardaki müşterek kaderimizdir. Buradan hareketle de haklı olarak "dostumuz yoktur' demeye doğru savruluyoruz. Meselenin haklı yönleri olmakla birlikte, tartışılması gereken noktaları daha çoktur.

İhanete uğramak kader olamaz

Öncelikle şöyle sormamız lazım: Bir millet niçin sürekli ihanet ile karşılaşır, düşmanlarımız ihanet edebilecek insanları aramızdan nasıl devşirebiliyor? İhanete uğramak tüm insanlık için müşterek kaderse yapacak bir şey yok: İnsan insanın kurdudur kipinde "insan insana haindir" der, işin içinde boğuluruz. Yok, ihanete uğramak bize mahsus ve münhasır bir "ayrıcalık" ise o zaman şunu tartışmak lazım: Kimden ne eksiğimiz var da tarihimiz hainlerin ve ihanetin tarihi hâline geliyor?

Hikâye bize başından beri şöyle anlatıldı: Çinliler askerî olarak yenildikleri Türkleri sürekli hainlerle yendiler, ihanetlerle parçaladılar. Tarihin her döneminde askerî başarılar bizi o kadar mutlu etmiştir ki diplomatik yenilgiyi bir zihin sorunu olarak görmez, onu bir kaza kabul ederiz: Cephede kazanmak bize yeter, masa başı oyunlar, planlar varsın onların olsun.

Selçuklular, Osmanlılar döneminde benzer ihanetler yaşanmıştır diye anlatıyor tarih kitapları bize. Viyana'daki bozgunu, Balkanlar'daki mağlubiyeti bu nedenle yaşadık. Avrupalılar hiçbir zaman bileğimizi bükemedi, fakat her zaman ayağımızı kaydırmanın bir yolunu bulabildi. Bilekte iyi iken ayak oyunlarında niçin kötü olduğumuzu hiç düşünmedik. Yakın tarihimiz –hakeza- ihanetlerle doludur, kitaplar böyle anlatıyor.

O zaman şunu ısrarla sormamız lazım: Bu topraklarda eksik olan nedir de en ucuza satılan insanlar olabiliyor? Diziler, sinema filmlerinde bunları izlemekten ise garip bir haz duyuyoruz. 15 Temmuz hakkında konuşmamız gereken en önemli nokta budur: İnsanlara ne oluyor da –bu kez kelimenin gerçek anlamıyla ve yoruma mahal bırakmadan- "hain" olabiliyorlar?

Bir toplumda ihanetin birçok nedeni olabilir, bunların bir kısmı ilahi nedenler arasında yer alabilir ve bunları tespit edemeyebiliriz. Bunlar istisna nedenlerdir; çoğu ihanet türü ise toplumsal nedenlerle ilgilidir ve bunları tespit edebiliriz. Artık üzerinde durmamız gereken mesele "ihanete uğramayan" veya "satılık insanı olmayan" bir toplum hâline gelebilmenin yollarını aramak olmalıdır. Bunun mutlaka bir yolu olmalıdır ve ihanete maruz kalmak bir kader olamaz.

Neden ihanet ederler?

Unutmamak lazımdır ki toplumda hainlerin varlığı o toplumun total başarısızlığı ve yetersizliğinin bir delilidir. "Sağlıklı toplum" hainlerinin sayısının sayılamayacak kadar aza indiği toplum demektir. Biz şunu tartışmadan bir yere varamayız: Varlık nedeni milletini korumak olan asker, güvenlik görevlisi, polis -hangi gerekçeyle ve kim tarafından olursa olsunmilletine nasıl ihanet edebilir?

"Kandırılmış" dediğimizde, sorunun cevabını bulmuş olduk mu? Sorunun üzerinde sosyologlar, psikologlar, tarihçiler, ilahiyatçılar vs. ciddi tezler yapmalıdır. Yirminci asrın başlarına doğru birkaç asker ihanet ederek Yunan ordusuna katılmış, askerî okullarda "eğitimde eksiklik" var diye din derslerini artıralım teklifleri yapılmıştı. Görüyoruz ki, din bilgisinin artması sorunu çözmüyor.

O zaman şu soruyu -cevabını bulamasak bile- ısrarla sormamız lazım: Bir asker, bir doktor, bir bilim adamı, bir yazar, bir bürokrat veya iş adamı niçin ihanet eder, milletini ve devletini kime ve neye satar?

Bu sorunun makul ve nesnel cevaplarını bulmadan geleceğimizden güven duyamayız.

Konfüçyus "Tarım yapanlar fakirdir ve toplumlarına sadıktırlar; tüccarlar ise güce doğru akarlar, menfaatleri için milletlerine ihanet ederler" der. Çinli bilge toplumsal birliği ve sadakati "fakir kalmada" bulmuş görünüyor: "İnsanlar zenginleştikçe çıkarları istikametinde hareket ederek toplumlarına ihanet ederler" demişti.

Konfüçyus yoksulluk, başarısızlık, mecburiyette kader birliği önermişti. Günümüzde bunun çare olması mümkün değildir: Biz başarıda, eğitimde, zenginlikte, ikbalde kader birliği yapan millet olmanın yolunu bulmak zorundayız. Unutmamak gerekir ki sürekli ihanete maruz kalmak gelişmiş ve makul bir toplumun emaresi değildir.

İhanete uğramanın kendisini de bir suç ve günah olarak görmek zorundayız. "Zalime ve mazluma yardım edin" diyen Hz. Peygamber'e (sav.) sahabe "Mazlumu anladık, peki zalime nasıl yardım edelim?" diye sorduğunda Hz. Peygamber şöyle demiştir: "Zulme imkân tanımayarak."

İSLAM ÜLKESİNİN KİLİDIİNİ KORUMAK

Doğu'dan batıya, kuzeyden güneye tüm İslam memleketi yeryüzünün en kıymetli hazinesi, memleketin her parçası da hazine üzerindeki kilit! Namahrem ellere ve necis emellere karşı kilidi korumak ise müminlere yüklenmiş bir vazife. "İslam memleketi", fiziki sınırlarıyla belirginleşen yeryüzündeki bir kara veya deniz parçasına işaret etmekle kalmaz; içinde insan, tarih ve medeniyet değerlerini barındıran iman ve maneviyat coğrafyası demektir.

Kilid-i mülk-i İslam (İslam ülkesinin kilidi) altı asır önce Muhammed Bîcan Efendi tarafından Çanakkale hakkında söylenmiş bir tabir. Muhammed Bîcan Hz. Peygamber'in ahlakı ve nitelikleri üzerine yazdığı Muhammediye ile Türklerin peygamber sevgisi temelli din anlayışlarını şekillendiren öncü isimlerden biridir. Asırlarca okunan eseri bu coğrafyada yetişen yazarlara, şairlere ve düşünürlere olduğu kadar sıradan insanlara Allah'a imanı ve peygamber sevgisini öğreterek bilgece yaşamanın yolunu gösterdi.

Eserinin bir yerinde Çanakkale ve onun kahraman evlatlarından söz ederken "kilid-i mülk-i İslam" (İslam ülkesinin kilidi) tabirini kullanır. O dönem içinde hiçbir şehir bu sıfatı almaya Çanakkale'den daha layık olamazdı. Anadolu'da ve başka yerlerde pek çok Müslüman devletin ve beyliğin birbiriyle savaştığı bir zamanda, Çanakkale küffara karşı İslam'ın bekçiliğini yapanların şehriydi. Asırlarca Avrupa'da seferden sefere koşan Müslümanlar gözlerini ilk Çanakkale'de açtı; oradan Trakya'ya, Balkanlara ve Avrupa'ya yönelerek İslam'ın değerlerini insanlığa taşıdılar.

Fetihler kilit şehirleri hep daha ileriye taşıdı, sonra gerileme vakti geldi ve med-cezir gibi nehir çıktığı yere döndü. Çanakkale Bîcan Efendi'den beş asır sonra yeniden "kilid-i mülk-i İslam" oldu. Alvarlı Efe ise Erzurum için kilid-i mülk-i İslam dedi. Ancak bu tabir ne Çanakkale ne Erzurum ne başka bir şehre mahsus bir meziyet olabilir! İslam coğrafyasının her parçası vakti geldiğinde kilid-i mülk-i İslam olacak, kilidi korumak İslam ülkesini korumak anlamına gelecekti. Sofya, Bosna, Kıbrıs, Cezayir, Kırım, Bakü, Filistin, Bağdat, Şam! Her bir şehir bir vakit kilid-i mülk-i İslam oldu.

"Evladım bunları al, Mescid-i Nebevî'ye git.."

15 Temmuz, ülkemizin kilid-i mülk-i İslam olduğu gecenin adıdır. O kilit açılsaydı İslam memleketi düşecek, kilit korunduğunda İslam memleketi istikbale umutla bakabilecekti. O kilidi korumak üzere şehit düşenler, gazi olanlar, tereddüt göstermeden sokağa çıkanlar, sadece yaşadıkları şehri korumadıklarını biliyordu. Onlar İslam memleketini ve İslam'ın istikbalini korumak için yola çıktılar.

Bu nedenle 15 Temmuz hakkında yapılan benzetmeler isabetli benzetmelerdir: 1071 Malazgirt ne ise 15 Temmuz odur, Niğbolu ne ise 15 Temmuz odur, 1453 ne ise 15 Temmuz odur. Haçova Savaşı veya Çanakkale Savaşı ne ise 15 Temmuz odur. İstiklal Harbimiz ne ise 15 Temmuz odur. Orada kim kimle savaştı ise burada aynısı oldu! Gayeler bir, değerler aynı, cepheler değişmedi! Öteki cephede de değişen bir şey yok: sadece bu kez "kiralık" zümreler kullanarak insan tasarrufunda bulundular.

Allah şehitlerimizin makamını yüksek eylesin, gazilerimize şifa versin, mülk-i İslam'ı payidar eylesin. Medine'de dinlediğim bir hadiseyi paylaşmalıyım: O gece Medineliler camilere koşmuş, sabahlara kadar Türkiye'deki kardeşlerinin muzaffer olması için dualar, niyazlar etmişler. Böyle bir hadise daha önce Medine'de belki hiç yaşanmamıştı.

Sudanlı biri yaşlı annesine Türkiye'de isyanın bastırıldığını haber verince, annesi evdeki bütün parasını çıkartarak, "Evladım! Bunları al, Mescid-i Nebeviye git, şükür sadakası olarak infak eyle" demiş. O da annesinin emri üzerine paraları almış, Mescid'e gelmiş, sadakaları dağıtmaya başlamış. Mescidi baştan sona dolaşınca, paraların bittiğini görmüş! 15 Temmuz sadece İstanbul'da, Ankara'da veya öteki şehirlerimizde verilen mücadele ile kazanılmadı elbette; Gazze'de, Bakü'de, Bosna'da, Myanmar'da, Sudan'da, Medine'de ve Mekke'de yapılan dualarla birlikte kazanıldı.

Cesaret, fütüvvet ve kahramanlık

Benzer hadise yaşanır mı, yaşanmaz mı? Yaşanan hadiseleri "Müslüman öyle şey yapmaz" diyerek bazen küçümsemek, bazen safiyane düşünmekten öngöremedik, bunu itiraf etmek gerekir. Kiralık neferlerin beterini yapabileceklerinden tereddüt ferasete yakışmaz. Her şeye rağmen öyle bir teşebbüsün iki temel nedenle başarı şansının olmadığını da söylemek gerekir: Birincisi Anadolu'nun dört bir tarafında ortaya çıkan ruh ile savaşmak artık kiralık neferlerle ve taşeronlarla yapılabilecek bir iş değil; asıl sahiplerin ortaya çıkması lazım!

İkinci neden ise şehit Ömer Halisdemir'in şahsında temessül eden cesaret, fütüvvet ve kahramanlıktır. Hz. Peygamber Hz. Ali için "Yiğit Ali"dir (La-feta illa Ali) buyurdu. Yüzyıllardır bu topraklarda bu hadis okunur, Hz. Ali'nin yiğitlikleri örneklerle anlatılırdı. Şimdi o hikâyelerin niçin okunduğunu daha iyi öğrendik: Vakti gelince bir Ömer Halisdemir çıksın diye!

Her gün birkaç şehidin kanıyla sulanan bu topraklarda Allah ona öyle bir şehitlik nasip etti ki, milletimiz ile "peygamber ocağı" arasındaki suni perdeleri yaktı geçti. Onun fütüvveti ve cesareti asırlardan beri gelen cihat ve mücadele mirasına sahip kurumun üzerine sinmiş tozları silmiştir. Herkes safını seçmiş, ne yapacağını öğrenmiştir.

Allah milletimizi ve memleketimizi afet ve sıkıntılardan muhafaza eylesin.

BİZE ULAŞIN