Aslında hep bir hikâyemiz olsun isteriz. Kendimizi ya kökleri çok derinlerde olan ya da şimdi ve burada cereyan eden hikâyelere sığdırırız. Mesela ya anneannemizin anlattığı masallara ya da bir filmde kendimize benzettiğimiz kahramanın hikâyesine sığınırız. Esasında her birimiz sığınacak bir yer ararız. Her birimiz kişisel öykülerini bir yere dayandırmak, o dayanak noktasında soluklanmak isteriz. Kimi zaman hikâyeler çatışır, kavga eder. Birdenbire kendimizi yaslandığımız o büyük hikâyenin neferleri olarak buluruz.
Son günlerde daha çok duymaya başladığımız "queer" söylemleri de bir çeşit "yeni hikâye arayışı" aslında. Ve bu anlatının bilinçli ve bilinçsiz, örgütlü ve örgütsüz planlı ve plansız biçimlerde çoğaldığını görüyoruz son zamanlarda. Buraya nasıl geldik sorusu kafamın içinde yankılanıyor. Dönüp baktığımda dünyanın tarihsel öyküsüne, tarihin başka bir döneminde değil de neden şimdi yaygınlaştı bu kavram ve çevresinde şekillenen hikâye diye sormadan edemiyorum. Sonra meselenin aslında çok daha büyük bir bunalımın bugün bize yansıyan bir parçası olduğunu görüyorum. Esasında bu bir kimlik bunalımı...
Meseleyi tek tek fertler özelinde ele aldığımızda kimse günahın ve tercihlerin kişiselliği ilkesinden yana bir şüphe duymuyor aslında. Gel gelelim mesele fertlerin mahrem hayatları ve tercihleri ile ilgili bir durum olarak kalmıyor. Hatta mevcut tüm kimlikleri reddeden bir ideolojinin propagandası ve bu propagandanın bilhassa düşman olarak belirlediği hayatlara kendini dayatması, dahası onları kışkırtması olarak vuku buluyor. Tüm bu kışkırtma sonucunda yaşananlar ise yine düşmanlık hanesine yazılıp keskin ayrımlar, hatta düşman hattının değerlerini ortadan kaldırmak üzerinden bir söylem almış başını gidiyor. Hâl böyle olunca insan soruyor, buraya nasıl geldik?
Queer propagandanın satır aralarını anlayabilmek için öncelikle biraz "queer teori"yi bilmek gerekiyor. Son yirmi yıla kadar "garip, tuhaf, yamuk" anlamlarına gelen ve esasında bir küfür olarak da kullanılan kelime, kuramla birlikte bir anlam değişimine uğruyor. Teorinin ortaya çıkışı ve siyaseten başvurulan bir kaynak hâline gelişi aslında kadınların konumunu toplumsal cinsiyet rolleri üzerinden sorgulayan Judith Butler'ın Cinsiyet Belası kitabıyla başlıyor. Butler, kitabının haddini aşan bir boyut kazandığını daha sonra itiraf ediyor.
Kadınların temel haklarını mevcut ataerkil kodlar üzerinden değerlendiren kitap, zamanla queer'in kendisini üzerine inşa ettiği "cinsiyete dayanan tüm kimlikleri reddetme" düşüncesine öncülük ediyor. Feminist söylemden beslenirken daha sonra beden ve kimlik tartışmalarının içine yol alan post feminist düşünürler, Michel Foucault'nun, iktidarın beden üzerinde etki sahibi olduğu ve bedenin bir siyasi araç olarak kullanıldığı düşüncesinden hareketle kendilerini bir müddet sonra 80'lerde ortaya çıkan gey ve lezbiyen hareketle birleşmiş bir hâlde bulurlar.
Cinsel yönelimlerden siyasi malzeme
Queer, cinselliğin akışkan olduğunu savunur. Kadın ve erkek kategorilerinin belirli iktidarlarca çizilen göreceli sınırlar olduğu düşüncesinden yola çıkar. Böyle bakıldığında meselesi ilk etapta yalnızca belirli azınlıkların hakları olduğu düşünülen teori, esasında kadın-erkek gibi klasik anlamda var olan tüm betimleme ve sınırları ortadan kaldırma amacını taşır. İşler bu raddeye geldiğinde ise, mesele bir azınlık hakları savunusundan çıkar ve çok daha üst siyasi, ekonomik ve politik meselelere eklemlenebilen siyasi bir argümana dönüşür.
Bu durumu, post modern kültürel teorinin bir parçası olması nedeniyle, teorinin esas derdinin 19'uncu yüzyıldan günümüze kadar uzanan ulus-devletleşme süreciyle ortaya çıkan tek tip Batılı beyaz adam ve kadın imgesiyle bir hesaplaşma olarak yorumlayanlar da var. Yani aslında mesele 19'uncu yüzyıldan 1960'lara kadar uzanan bir "tek tipleştirici ulus-devlet ve modernizm" ilkesiyle hesaplaşma.
Kolonyalist beyaz adama karşı isyan eden siyahilerin öfkesine, 68 kuşağı denilen "beyaz, Doğu mistisizmine meraklı, serbest cinsellik ve uyuşturucu müptelası" neslin eklemlenmesi bir tesadüf değildi. O güne kadar Batı medeniyetinin ilerleme fikriyle hedef koyduğu her türlü büyük anlatının altında ezilen yeni nesil kendini böyle bir "hiçliğin" içine atarak bu duruma karşı bir tepki ortaya koymuştu. Benzer bir durum 80'lerde modernizme karşı yükselen post modern öfke olarak, yani sabitlerin, kuralların ve sınırların dinsel ve metafizik anlatısını kaybeden neslin, kendini rölativizmin kollarına atmasıyla yaşanır. Böylece ekonomiden politikaya, sosyal hayattan kadın-erkek gibi doğal ayrımlara kadar her şey sorgulamaya açılır.
Queer teori tam da burada devreye girer. Bunun için eşcinsellik kullanışlı bir araç işlevi görür. Bir nevi güçlerini birleştirdiler diye de okunabilir ama esasında haklarının talep edildiği iddia edilen "interseks" kişiler veya çeşitli sebeplerle gey ya da lezbiyen olmayı tercih edenler sıkı bir savaş örgütlenmesinde öne sürülen grup olurlar, böylece mesele cinsel yönelimlerin siyasi bir malzeme hâline getirildiği bir savaş arenasına dönüşür.
Queer kavramı 80'lere kadar gey ve lezbiyen hareketle birlikte anılsa da, bu yıllardan sonra bu hareketi de kapsayan daha geniş bir iktidar ve öznelliğin sorgulanma alanına dönüşmesi de aslında durumu özetler. Queer kavramının tanımlanmasındaki belirsizlik ve esneklik, onun kurucu özelliklerinden biri olarak ifade ediliyor. Bu tanımlama gösteriyor ki queer, aslında çok daha muğlak bir "karşı ideoloji" olarak varlık buluyor. Yani üzerine inşa olduğu temel ilkeleri yok, daha ziyade "ne olmadığı" ile var oluyor. Böylece de aslında siyasette, toplumsal hayatın her veçhesinde, hatta ekonomi gibi alanlarda bir karşı çıkma aracı olarak kullanılan bir kılıf işlevi görüyor. Geçmişle ilgili hesaplaşılmak istenen ne varsa hepsi "cinsel" kimliklere yükleniyor ve bu kimlikler üzerinden iktidar, siyaset, ekonomi ve dahası eleştiriye tabi tutuluyor.
Eşcinsel propaganda platformu
Belirsiz ve sınırları muğlak bir ideolojinin propagandası da çok değişken olabiliyor. Propagandanın yollarından biri de, onu sıradan insan hikayelerinin ve sıradan söylemlerin içine yerleştirmek. Sıradan gibi görünen cümleler, bilinçli bir kullanımla bir ideolojinin propagandasına zemin hazırlayan birer söyleme dönüşebilir. Hatta bazen, belirli kışkırtma eylemleri ile söylem üretilmek istenen mesele gündeme taşınabilir. Ferdi bir olayın politik bir söyleme evirilmesi meselesi elbette çeşitli mecralarda propaganda ile mümkün hâle gelir. Bugün tüm dünyada milyonlarca kullanıcısı olan ve son günlerde adı sıkça "eşcinsel propaganda" ile anılan dizi ve film platformu Netflix buna iyi bir örnek olabilir.
Dünya genelinde 183 milyon kullanıcısı olan bir dijital dizi platformu olan Netflix son yıllarda LGBTI ögelerini dizi ve filmlerin içine, hikâyelerine hiçbir katkısı olmadığı hâlde yerleştirdiği ile ilgili çok fazla tepki toplamaya başladı. Tüm dünyada bu tepkiler pek çok farklı ideolojik görüşten de geldi. Pek çok insan hikâyeye bir katkısı olmadığı hâlde eşcinsel karakterler yerleştirilen filmler ve dizilerden rahatsız olduklarını belirtti. Özellikle çocuk içeriği olan ya da çocuklarla birlikte izlenebilir olan film ve dizilerde rastlanan karakterler büyük tepki aldı.
Örneğin 3 Altında: Arcadia Hikâyeleri adlı animasyon, bu nedenle büyük tepki topladı. Ya da, yetim bir kızın öyküsü olarak insanın içini ısıtan Anne with an E adlı Netflix yapımı dizi, ilerleyen sezonlarda hikâyenin gidişatı açısından gereksiz, hatta tutarsız bile kaçan bir çocuk LGBTI birey yerleştirilerek pek çok kişide "yine mi propaganda" hissi uyandırdı... Bu nedenle pek çok internet ortamında, sözlüklerde, sosyal medyada konuyla ilgili şakalar, espriler aldı başını gitti. Ancak Netflix bu tepkilerin hiçbirini dikkate almadı, 2019'un ilk çeyreğinde 100 binin üzerinde kullanıcı kaybetmesine rağmen bu politikayı sürdürmeye devam etti.
Yine geçtiğimiz aylarda Brezilya'da yayınlanan Netflix yapımı bir filmde Hz. İsa'nın eşcinsel olarak tasvir edilmesi Brezilya halkından büyük tepki aldı. Dizinin kaldırılması için şikayet maillerinin ardı arkası kesilmedi. Şikayetlere rağmen dizi kaldırılmayınca aşırı bir grup dizinin yapım şirketine molotoflu saldırı düzenledi. Tüm bunlar yaşanırken Netflix sessizliğini korudu. Esasında, neredeyse bu durumu bilinçli bir şekilde düzenlemiş ve mevcut tepkilerin sınırını ölçmek için özellikle sessizce takip ediyor izlenimi verdi. Brezilyalı milletvekili Eduardo Bolsanaro, "İfade özgürlüğünü destekliyoruz, fakat bunun için halkın yüzde 86'sının inancına saldırmaya değer miydi?" ifadeleriyle meselenin özgürlükler ve hak olmaktan çıkıp kişilerin değerlerine saygısızlığa ulaştığının altını çizdi.
Meselenin düğümlendiği nokta
Son günlerde ülkemizde adını bir sosyal medya tartışmasıyla duyduğumuz Aşk 101 dizisi de LGBTI bağlamında gündem yaratan dizilerden bir diğeri. Dizinin adına açılan sahte bir hesaptan dizinin karakterlerinden biri olan Osman'ın eşcinsel olduğuna gönderme yapılan bir tweet atıldı. Bunun sonucunda sosyal medyada tepkiler çoğaldı. Diziye baktığımızda ise bunun yalan olduğu ortaya çıktı. Ancak bu dizinin, hem de içerisinde henüz böyle bir karakter yokken, yayınlanmadan önce bu şekilde gündeme gelmesi diziyi ister istemez daha başka bir dikkatle izlemeyi beraberinde getirdi.
Aslında yaşanan bu durum aklıma, filmleriyle adını dünya sinemasına yazdıran İranlı yönetmen Abbas Kiyarüstemi'nin 2014'te düzenlenen Altın Portakal Film Festivali'nde yaptığı konuşmayı getirdi. Kendisine "sansür hakkında ne düşünüyorsunuz" diye soran katılımcıya Kiyarüstemi; "Yönetmenler zeki ve akıllı olmalı ki, varsa bir sansür kurulu dahi, hem ona uygun olacak şekilde hem de anlatmak istediklerini çok güzel ifade edebildikleri filmler yapmalılar. Benim kastettiğim hiçbir şeye itiraz etmemek, düşüncelerini bastırmak değil, benim önemsediğim itirazın yöntemi... Eğer otoritenin sansürleyeceğini bile bile o yönde bir anlatım tarzı tercih ediyorsanız, yani şunu söylüyorsanız; 'ben bir film yapacağım, sizin otorite ve diktatörlüğünüze itiraz edeceğim ve siz de bunu yayınlayacaksınız.' Bu durumda acaba onlar mı iktidar siz mi iktidarsınız? Kendi ülkemdeki tecrübeden bahsedeyim. Bizim ülkemizde en kötü filmleri yapan yönetmenler sırf iktidar karşıtlığı etiketini kullanarak en iyi filmleri yaptıklarını söylediler ve o filmler de dünyayı gezdi. Ve bunlar aslında İran sinemasına en kötü etkiyi bırakan filmlerdi..." Kiyarüstemi'nin dikkat çektiği nokta aslında meselenin düğümlendiği nokta.
"Kötü ne? Buna kim karar veriyor?"
Gelelim Aşk 101 dizisine. Diziyi, sıradan bir gençlik dizisi olarak görebiliriz ki pek çok açıdan öyle. Dizide belli aralıklarla tekrarlanan şu cümlelere bir bakalım: "Sarı şeritleri geçiyor musun? Hâlâ kural tanımaz biri misin? Düzene uyum sağlayanlardan mı oldun? Farklı olmak cezalandırılır. Değişiksen git, sırayı bozma, sıradan ol denir. Kötü ne? Buna kim karar veriyor? Annem öyle söyledi demek ki doğru; ne saçma denklem bu? Sizce iyi nedir hocam? İyi olmak düzene ayak uydurmak mıdır? En sıradan olan şey iyi mi demektir?"
Dizideki genel atmosferi anlamak adına alt alta dizdiğimiz bu cümleler aslında her gün duymaya alıştığımız sıradan söylemler. Hatta son zamanların en gözde söylemleri: "Kendin ol, farklı ol, sıradan olma." Dizide bu karakterler üzerinden farklı olmak ve sıradan olmak bir karşıtlık içinde sunuluyor. Farklı olmanın altı ise, ne yazık ki genellikle suç teşkil eden durumlarla dolduruluyor ve adına "farklılık" dediğiniz anda suçu meşrulaştıran bir işlev görüyor.
Tüm bu söylemler bir araya geldiğinde ise "sınırları ve kuralları yıkmak" gibi temel mottolarla aslında alıcısına bir hikâye sunuyor. O hikâye bugün sınırları muğlak, kimliksizliği, sınırsızlığı, ilkesizliği kendisine söylem zemini olarak seçen her anlatının kolaylıkla eklemleneceği bir imkân aynı zamanda.
Ağacı kökünden kesmek
Bu ve buna benzer propagandaya dönüşen söylemler ise siz evinizde tüm sıradanlığınızla otururken ve bu sıradanlıkla ilgili herhangi bir sorununuz yokken birdenbire sizi kendisine değerleri alt üst edilmesi gereken bir düşman ilan edebiliyor... Kimlik bunalımından kolaylıkla kimliksizlik öyküsüne eklemlenen herkes -genellikle gençler- bir anda sizi sıradan olmakla itham ediyor. Sonra "hayır ben böyle mutluyum sizinle ilgilenmiyorum, umurumda değilsiniz" dediğiniz anda hikayenin mağdur ve azınlık tarafı devreye giriyor ve sizi onlara saygı göstermemekle, anlamamakla itham edebiliyor... Dahası neferlerine sesleneceği yeni ürünlerinin reklamını, sizin tüm bu olası tepkileriniz üzerinden yapabiliyor. Kiyarüstemi'nin cümleleri burada yeniden devreye girebilir...
Tüm bunlar olup biterken, nedense içinde yaşadığımız dünya bana Anayurt Oteli'nin Zebercet'ini anımsatıyor... Geçmişi olmayan, şimdinin içinde savrulan Zebercet'ler... Yusuf Atılgan'ın, tarihini silip atan ilk dönem aydınlarını temsilen yazdığı Zebercet, şimdilerde bana içinde yaşadığımız postmodern sürecin anlamsızlaşma, görecelileşme ve kimliksizleşme atmosferi içinde, rüzgarın önünde savrulan yapraklar misali bizleri hatırlatıyor bana. Bir arkadaşım çok yaşlı bir ağaçla çekindiği fotoğrafının altına şöyle yazmıştı: "Onun kökleri sağlam, benimse ayaklarım her an kayabilir..."
Geçmişi, geleneği, kültürel formları, ritüelleri canavar ilan ettikten sonra yerine ikame edecek herhangi bir şeyi olmayan tüm bu ideolojiler aslında bize böyle hissettiriyor, bir nevi Zebercetleştiriyor. Sırtını kökleri derin bir ağaca yaslamak değersizleştiriliyor. O ağacın kurumuş dallarını budayıp o ağaçla birlikte yaşamak anlamsızlaştırılıyor. Ağacı kökünden kesmek ise yüceltiliyor. Herkes "farklı olan, sıradan olmayan" olmak isterken aslında farkında olmadan kültürel bir narsizmin taşıyıcıları oluyor.
Tüm bunlar basit, sıradan gibi görünen söylemlerin satır aralarında vuku buluyor. Ancak her şeyin ötesinde şunu da unutmamak gerekiyor, hikâyeler ancak ona ihtiyaç duyanlar sayesinde anlam ve değer bulur, buraya odaklanmak, anlamı nerede yitirdiğimize bakmak, neden yeni hikayeler aradığımızı sormak ve belki de önce neden rüzgarın önünde savrulduğumuzu bulmak gerekiyordur.