Her şeyden önce toplumsal cinsiyet kavramını doğru anlamamız gerekiyor. Başladığı yerle şu an kullanıldığı şekli biraz farklı. "Gender" (toplumsal cinsiyet) başlangıçta biyolojik cinsiyetle ona yüklenen toplumsal rolleri ayırt etmek ve toplumsal kültürün kadın ve erkek rollerine etkisini analiz etmekte kullanılıyordu. Bu ifade 90'lı yıllardan beri sadece kadın ve erkek rollerinin kültürel olduğunu değil, biyolojik manada da kadın ve erkek cinsinin olmadığı; birer kültürel kurgu olduğu tezini savunuyor.
Dışarıdan kavramları ithal ediyoruz ancak bunun arkasında yatan felsefeyi tanımıyoruz. Sorunları Batı gözü ve ölçüsüyle değerlendiremeyiz. Bizim kadınımızın sorunuyla Amerika'daki kadının, bizim erkeğimizin sorunuyla Avrupa'daki erkeğin sorunu bir değil. Batı'daki hâkim paradigmanın kendi tarihi, felsefi ve toplumsal gerçekliklerinin ve kurgularının bir sonucu olarak ortaya çıkan hiçbir kavram bizim dertlerimize çare olamayacaktır. "Gender" tartışmaları doğuştan gelen cinsiyeti tartışmaya açar. Simon de Beauvoir ve Judith Butler teorik olarak; John Money de deneysel olarak bunu yapmıştır. Temel kabul şudur: Kadın doğulmaz, kadın olunur; erkek doğulmaz, erkek olunur. Dolayısı ile kadın ve erkek cinsiyetine bir fıtrat değil, bir süreç gibi bakarlar.
Aydınlanma ile "Tanrı'nın kovulması", merkeze insanın alınmasıyla birlikte her şeyi insan tanımlar oldu. Cinsiyet meselesinde de artık kadın kimdir, erkek nedir ile ilgili kadim öğretilerin, dinlerin ve geleneklerin söyledikleri verili hakikatler olarak görülmekten çıktı. Dolayısı ile kadınlık ve erkeklik değiştirilebilir kurgular, tecrübe ile inşa edilebilir gerçeklikler olarak anlaşıldı. Nitekim şu an sanırım 50'nin üzerinde cinsiyet tanımı var. Heteroseksüellik, homoseksüellik yahut biseksüellik bütün bu cinsiyet tanımlarında aslında insan bedeni istenildiği zaman çıkarılıp atılabilecek bir maske muamelesi gördü. Avrupa'da şu an anne babalık, kadınlık ve erkeklikten bağımsız olarak ebeveyn 1- ebeveyn 2 şeklinde tanımlanarak çehre değiştiriyor.
Burada işin temel mihenk noktası şu; erkek ve kadının yaradılıştan gelen bir varoluşla değil sonradan kurgulanan bir şeymiş gibi algılanması. Bugün Avrupa'da cinsellik bilgisi derslerinde çocukların "heteroseksüellikleri"ni sorgulamaları bunun bir dayatma olabileceği yönünde eğitimler veriliyor. O yüzden ben bu kavramlarla yola çıkmayı baştan yanlış buluyorum. Bizim kavram devşirmeden kendi gerçeklik zeminimizi inşa etmemiz gerekiyor.
Kullanışlı bir sopa: LGBTI aktivizmi
Bununla birlikte en başta aktivizm olarak LGBTI'yi doğru anlamak gerek. LGBTI Avrupa'da yeni bir aktivizm değil; 68'lerin tabuları yıkan söylemi eşliğinde kendine yer buldu. Biyolojik cinsiyetin sorgulanmasına kadar giden tezlerle paralel olarak yürüdü ve ideolojik alt yapısı oluşturuldu. Zaman içinde giderek aynı bir sopa gibi çok kullanışlı ve işlevsel bir araca dönüştü. LGBTI aktivizmi önce tahammül, sonra hoşgörü talep etti toplumlardan. Sonrasındaysa ayrımcılığa karşı olma iddiası taşırken kendisi bir dayatmaya evrildi. Bu ve diğer pek çok gelişmeyle birlikte, toplumların, kadim değerlerin, dinlerin sabitelerinin hedef alındığını ve cinsiyetsiz bir topluma doğru gidilmek istenildiğini düşünüyorum.
Genel olarak Avrupa'ya baktığımız zaman bazı şeyler var ki bunlar "marka suç" hâline getirildi. Bunları ağzınıza aldığınız andan itibaren hemen suçlu sandalyesine oturtulursunuz. Bunlardan birisi "antisemitizm"dir. Yahudi dinine ya da Yahudi ırkına karşı düşmanlık ya da bir nefret suçu olmanın dışında, İsrail devletine en ufak bir eleştiri dahi antisemitizm kapsamında değerlendirilir. Bu yönüyle bir marka suçtur. Diğer yandan"homofobi"denen şey de öyle. LGBTI ile ilgili ufak bir eleştiri ya da bir soru işareti dahi hemen bu sopayla susturulur ve aforoz edilirsiniz. Böylelikle istenmeyen gruplar ötekileştirilir.
Bu zannedildiği gibi bireysel özgürlüğün savunusu değil, örgütlü ve agresif bir toplu saldırıdır. En açık ifadesini dillere yönelik yıkıcı taleplerinde bulur. Goethe'nin kitapları cinsiyetçi olduğu iddiasıyla taşlanır; kadim Alman dili, kadın ve erkek zamir ekleri atılarak cinsiyetsizleştirilir. Bahsedilen dayatmalar hep tepeden devlet eliyle geldiği hâlde bu hareketlere çok özgürlükçü ve sivil bir hareketmiş gibi algılanması tuhaftır.
Mesela Almanya'da bu yıl bir yasa çıkarıldı. Bu yasaya göre Almanya'da ister 18 yaşından küçük olsun ister yetişkin olsun eşcinsel duygular hisseden ve sadece "Bana ne oluyor?" diye danışmak için bile doktora giden bir çocuğa hekimin herhangi bir terapi sunması, çocuğun sorgulamasını teşvik edecek şekilde konuşması yasaklandı. Bunun 1 yıl hapis, 30 bin Euro kadar da para cezası var. Doktor, kendisine gelen çocuğa ya da yetişkine şöyle diyecek: "Sen böyle iyisin, sana kendini tuhaf hissettiren şey toplumun tabu ve baskılarıdır." Dolayısıyla kişi böyle bir şüphe içerisinde olduğunda bunun kesinlikle sorgulanamaz bir şey olduğu ona söylenir. Hâlbuki travmalar sonucu bu eğilimi gösteren ve bununla halleşmek isteyen pek çok kişi var. Çok ilginçtir; Tanrı ayetleri, kadim değerler, gelenekler her şey sorgulanabiliyor ama bu örgütsel yapılar LGBTI dogmalarını sorgulatmıyor.
Asıl sorun politik jargona dönüşmesi
LGBTI meselesinin heteroseksüelliği, iki cinsliliği ve erkekleri hedef alan yönüne dikkat kesilmek gerekir. Amerika Psikoloji Derneği yenilerde erkekliği toksik bir hastalık olarak tanımladı. Şu an LGBTI jargonuna bakarsanız erkekliğin kötülendiğini görürsünüz. Bu oldukça tehlikeli çünkü erkekliği ötekileştiren zihniyet elbette kadını nihayetinde insanı da ötekileştirecek, onu bir kurguya indirgeyecektir çünkü hedef fıtratın ve aile yapısının tasfiyesi.
LGBTI aktivizmine dünya genelinde de baktığımız zaman, oldukça tepeden inme ve devletçi olduğunu görürsünüz. Bunu devletlere dayatan BM oldu. 1995 yılında bir kadın konferansında bununla ilgili kararlar alındı ve Avrupa devletlerine gender meselesini ajandalarına almaları için talepte bulunuldu. Almanya'da bu 1999 yılında yapıldı. Açıkçası demokratik süreçlerde oluşmuş karar aşamaları söz konusu değil. Oldukça tepeden inme. Bakıyorsunuz bununla ilgili okullara, kültür bakanlıklarına talimatlar veriliyor. Ama nedense sanki toplumun uzlaştığı bir kararmış gibi propagandası yapılıyor.
LGBTI aktivizmi esasında sadece eleştirel yaklaşan kişilere karşı değil, LGBTI bireyler üzerinde de bir saltanat yaratıyor. Sanki bu grup homojen bir yapıymış gibi, hepsinin ortak ahlaki ilkeleri varmış da bunlarda uzlaşılmış gibi onlar adına konuşuluyor. Evlilik, çocuk adaptasyonu gibi pek çok şey… Sanki ortada ortak talepler, ortak duyarlılıklar, ortak ahlak varmış gibi hareket ediliyor. Bunun böyle olduğunu düşünmek hayli zor. Dolayısıyla eşcinsellik durumunu yaşayan adına da bir zorbalık yapıldığını, anti-demokratik bir yapı olduğu ortada. Bu örgütlerin sözcülüğünü yapan kişiler eşcinsel bireylerin dezavantajlı durumunu kullanarak onlar adına konuşuyorlar. Ayrıca kimse kendi cinsel kimliğinin ve mahreminin kamuya mal edilmesini talep edemez buna dair ayrıcalıklı muamele bekleyemez. Acaba eşcinsel bireyler adına konuşan örgütlere bu hakkı ve meşruiyeti kim verdi?
Camilere bile uzanan bir araç
Bugün kadim gelenekler ve dinlerin bile bu yeni paradigma ile yeniden yorumlandığını görebiliyoruz. Özellikle Avrupa'da LGBTI siyasi bir araca dönüşmüş durumda. Burada şunu da görüyoruz; Avrupa'da liberal camiler adı altında LGBTI'li camiler, kadın imamlar türemeye başladı. Camilerde yer alan "kadın imam"ların- aslında hiçbiri imam değil, öyle bir eğitimleri yokprofillerine baktığımızda seküler, mutlak surette başörtüsü ve din deyince akla geleneksel manada ne geliyorsa ona karşı; hatta bizzat İslam karşıtı şahıslar olduklarını görüyoruz. Oldukça radikal bir hareket söz konusu... Bu da bize bunun siyasi bir proje olduğunu düşündürüyor.
Adeta mevcut geleneksel yapıları ve hâlihazırdaki camileri ötekileştirmeye vazifelendirilmişler. Kendilerini "liberal", "demokratik", "eşitlikçi" gibi olumlu sıfatlarla tanımlarken diğerlerini gerici, radikal yapılar gibi lanse ediyorlar. Bu şekilde camiler "kadın düşmanı", "gerici" gibi birçok yafta ve marka suçla tasfiye edilmek isteniyor; ayrımcılık için meşru hedef hâline getiriliyor, Müslümanlar ise ötekileştirmek isteniyor.
Almanya'da, Fransa'da, Danimarka'da, İsveç'te bir anda Müslüman olup birkaç ay içinde imamlık sertifikası alan ve imamlık yapan insanlar mevcut. Örneğin Almanya'da kendini imam diye tanımlayan birisi en büyük hayalini "LGBTI camisi" olarak açıklıyordu. Oysa öyle bir şey kesinlikle kabul edilemez çünkü bizim camilerimiz cinsiyet üzerinden ötekileştirilemez ve ayrıştırılamaz. Bu din içerisinde bölücülüktür çünkü bizim camilerimiz ayrımcı değildir. Cami girişinde kimseye ne siyasi tercihi ne de cinsiyeti sorulur. Biz bunu camide değil, hiçbir yerde sormayız. Bu bizim mahrem alanımızdır.
Mahrem alan üzerinden ayrıcalık talebi
Zaten sorun böyle mahrem alanlar üzerinden ayrıcalıklar, özel muameleler talep etmekle başlıyor. Yoksa insanlar dört duvar arasından yaşadıklarıyla bireysel hesapları kimi ilgilendirir? Ne siyaset ne toplum ne de camiler bununla ilgilenmiyor. Türk toplumu ve Türk devleti ilgilenmemiştir. Biz öğretmenin ve ya doktorun dört duvar arasında ne yaşadığını biliyor muyuz? Hayır. Soruyor muyuz? Hayır. Camiye gidiyoruz, yanında namaz kıldığımız kişiyi sorgulamıyoruz.
Az çok dünyayı görmüş birisi olarak söylüyorum; Anadolu'daki hoşgörüyü çok az yerde bulursunuz. Köylerde, kasabalarda bir şekilde toplum bu farklılığı kendi içinde emer, bunu o kişiye zarar vermeden yapar. Türkiye'de bazı şarkıcılar, modacılar, bazı isimler toplum tarafından kabul görmüşler. Ama siz bunu gelip kamuda insanlara dayatırsanız buna müsaade etmez. Aklı başında kimse de bunu talep etmemiştir.
Bireysel cinsel kimlikleri tartışırken LGBTI aktivizminin ayırt edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Eşcinselliğin bir cinsel kimlik olarak ne olduğuna dair tartışmaları uzman kişiler yapacaklardır ve yapmaları gerekir. "Ben buyum" diyen birine söyleyecek sözünüz olmalı, diğer yandan örgütlü hareketleri karşılayacak kabiliyetiniz de olmalı. Ancak şu an karşı karşıya kaldığımız LGBTI aktivizmi her cepheden bize doğru geliyor. Çok katmanlı olarak felsefesiyle, psikolojik kuramlarıyla, siyasetiyle, hukukuyla, tıbbıyla geliyor. O kadar çok yerden geliyor ki bu sadece dini argümanlarla, Kuran-ı Kerim'in tanımladığı günah kavramıyla karşılanamaz. Bu, belki bu hareketler için kullanılan bireyleri de hedef alıyor gibi olur ki LGBTI aktivizmi bireysel değil; örgütlü, küresel bir lobi faaliyetidir. Siz bunu kendi perspektiflerinizle, göz ardı edilen yönleriyle bunu tartışmaya açmalısınız. Yoksa hep savunmada kalırsınız.
Konuyu yüksek sesle tartışılamaz kılan esas nokta ise pek çok kişinin zannettiği gibi bunun muhafazakâr çevrelerde bir tabu olması değil. Bunu tartışılmaz kılan en büyük etken yine LGBTI lobisidir çünkü ağzınızı açtığınız anda bu konuda örgütlü bir linçle karşılaşabiliyorsunuz. İnsanlar bu riski almak istemiyorlar. Hem meseleye hâkim değiller, sunacak argümanları çok fazla yok hem de ağzınızı açtığınız anda oldukça örgütlü bir yapıyla baş etmek zorundasınız.
Diğer yandan şöyle bir durum gözlemliyorum; toplum konuşmadığı ve bilmediği ama maruz kaldığı tuhaflıkları sulandırıyor. Yerli dizilerde, filmlerde ya da sosyal medyada LGBTI bir şirinleştirme, sempatik hâle getirme ve kahkahaya boğarak sulandırılma suretiyle kendine yer buluyor. Oysa bu mesele ciddiyetle konuşulmalıdır, kahkahalar eşliğinde sulandırılarak değil.
Meselenin bir de pedofili boyutu var...
LGBTI aktivizminin talepleri Türkiye'de "iki insan birbirini sevmiş"e indirgeniyor. Bu söylem meselenin anlaşılmadığını gösterir. Hukuki sonuçlarına hazır ve razı mısınız? Örneğin eşcinsel evlilikler; çocuk adaptasyonu, kimliklerde üçüncü dördüncü cinsler; Avrupa'da olduğu gibi anne baba yerine birinci ebeveyn/ikinci ebeveyn, çocuk cinselliği, LGBTI camileri, cinsiyetçi denilerek Türkçe'nin budanması gibi. Çünkü mesele oraya gelecektir. Zira Avrupa'da geldiği aşama budur. Bu aşama çocuklarla da doğrudan ilgilidir.
Dünya Sağlık Örgütü'ne göre "pedofili" bir hastalık. Şu an Alman yasalarına göre 14 yaşından küçük çocuklarla birlikte olan ya da bu yaş grubuna ilgi duyanlar "pedofil" olarak tanımlanıyor ama bu hep böyle değildi. Pedofoli 1970'li yıllarda, özellikle tüm tabuların yıkıldığı o 68 kuşağı döneminde bugün görüldüğü gibi sakıncalı görülmüyordu. Özellikle Avrupa'da o dönemde kurulan gey ve lezbiyen örgütler çocuk cinselliğini cinsel özgürlük kapsamı içinde değerlendirirlerdi. Pedofoli dernekleri ve LGBTI dernekleri ittifak içindeydi.
Mesela çok itibarlı bilinen Jean Paul Sartre, Simon de Beauvoir ve Deleuze gibi bazı filozofların da imzasıyla Le Monde ve Liberation gazetelerinde pedofilinin de içine girdiği bütün cinsel özgürlükleri savunan bir bildiri çıktı. Dolayısıyla bu meseleye bir sorun olarak bakılmıyordu ve eşcinsellikle birlikte görülüyordu. Hatta Almanya'da Yeşiller Partisi'nin "pedofili hareketi" adıyla bunu yasallaştırmaya çalışan bir çalışması vardı.
1980'li yıllarda kadın hareketinden ve dünyadan gelen itirazlar nedeniyle hem LGBTI hem de Avrupa solu ve Yeşiller pedofili hareketiyle aralarına mesafe koydu. Tamamen politik ve taktik sebeplerle diyebiliriz. LGBTI lobisi zamanla pedofiliyi savunmanın kendilerine itibar kaybettirdiğini ve siyaset alanlarını daralttığını düşündü. Bu nedenle bu konuda geri adım atıldı. Aslında Almanya'da pedofili tartışmaları sürerken 1970'li ve 80'li yıllarda şöyle deniyordu; "Esasında pedofili bir anomali değildir, bir suç ya da kötü bir şey değildir. Toplum bunu kültürel olarak dışladığı için anomali gibi bir muamele görmektedir."
Şunu biliyoruz ki bu konu sürekli gündeme geliyor ve gelmeye devam edecek. Özellikle Avrupa'da.. Sabiteleriniz yoksa dün propagandasını yaptığınız pedofoli bugün suç olur. Yarın ne olur bilinmez. Çocuk ve yetişkin cinselliği tamamen haz odaklı düşünülür ve bu bağlamda aradaki ilişki karşılıklı rıza varsa, hazzı maksimize ediyorsa meşru bulunur. Tüm argümanlar bu yöndedir.