Geçtiğimiz yıl 15 Temmuz'un üçüncü yılı vesilesiyle yapılan tartışmalarda ilk dikkatimi çeken ve beni düşünmeye sevk eden mesele üç yılın ardından 15 Temmuz'a dair ortak bir anlatı ve ortak bir öykü oluşturma konusunda yaşadığımız sıkıntı idi. TBMM'de yapılan konuşmaların bu açıdan dikkatle takip edilmesi gerekiyor.
Geçtiğimiz yıl konuşmaların en çarpıcı sonucu, Mecliste 15 Temmuz'a dair farklı anlatıların ve öykülerin ortaya çıkmasıydı. Bu bağlamda temel olarak iki öykünün anlatımının var olduğu görüldü. Biri, hâlihazırda da Türkiye'de dolaşımda olan ve sol-Kemalist söylemin taşıyıcılığını üstlendiği darbenin "teatral" tasvirini yapan anlatıydı.
Söz konusu Kemalist anlatı, darbenin neye ve kime karşı yapıldığına dair cevabında; rejime karşı yapıldığını tekrar eden alışıldık bir reaksiyon ortaya koymuştu. Daha da önemlisi, AK Parti'nin sürekli bir biçimde suçlandığı bir söylem kendisini bu anlatının içinde tekrar ediyordu. Bu anlatının sol fraksiyonların hemen hemen bütününde daha sert bir şekilde yerleştiğini söylemek abartı olmaz.
İkinci büyük anlatı ve öykü ise geniş bir kitle içinde farklı renklerin olduğu muhafazakâr anlatıydı. Söz konusu anlatı, darbenin karşısında müstakil bir siyasal öznellik tasviri koymak suretiyle; 15 Temmuz'u daha kapsamlı bir bütünselliğin içine yerleştiriyor. Daha spesifik olarak bakıldığında, söz konusu muhafazakâr anlatı son derece yerel ve vatansever bir öznellik eşliğinde doğal bir tasvir olarak ortaya çıkmıştır. Kemalist anlatıda öteki vurgusu zaman zaman AK Parti ile eşleştirilirken; muhafazakâr anlatıda tezahür eden söylem öteki olarak darbenin arkasında olan FETÖ'yü konumlandırmıştır.
15 Temmuz darbe kalkışmasının dördüncü yılını tamamladığımız 2020 senesinde de darbeye dair ortak bir anlatının oluşturulamadığı görülmektedir. Daha önemli olan asıl husus ise söz konusu anlatıların giderek çoğalmış olmasıdır. Böylesi bir durum 15 Temmuz'un ortaya çıkardığı mirası yönetmeyi daha da zorlaştırmaktadır.
Darbeyi engellemenin anlamı
15 Temmuz'un mirasını ortak bir anlatıyla geleceğe aktarmanın en önemli yollarından biri darbenin başarısız kılınmasının anlamının ne olduğunun keşfedilmesidir. Bir başka anlatımla, darbe gerçekleşmiş olsaydı Türkiye nasıl bir süreç ile karşı karşıya kalmış olacaktı sorusu hayati derecede önemlidir.
Bu manada üç düzeyde tahlil yapmak mümkündür. Bunlar arasında, sosyo-politik ve tarihsel olarak ulusal, dış politika pratikleri bağlamında bölgesel ve Türkiye'nin uluslararası siyaseti bağlamında da küresel düzeyler yer almaktadır. Ancak bu değerlendirmeyi yapmadan önce, acaba gerçekleşmiş olsaydı bu üç analiz düzeyi üzerinden nasıl bir Türkiye ile karşı karşıya kalabilirdik sorusunun cevabını vermek gerekir.
İç siyaset bağlamında, eğer darbe gerçekleşmiş olsaydı, gerçeklikle ilişkisi bulunmayan bir rejimle; yani otoriter bir ara rejim dönemiyle Türkiye'nin karşılaşma ihtimali çok muhtemeldi. Bu, özellikle de Arap Baharının başarısızlığa uğradığı bir dönemde, çok da şaşırılmayacak bir durum olarak da karşımıza çıkabilirdi; zira böylesi bir Türkiye'nin hızlı bir şekilde Batı'dan onay alması mümkün olabilirdi.
Bölgesel siyaset açısından bakıldığında ise, çok içe kapanan bir dönemin Türkiye açısından başlayacağını rahatlıkla söyleyebilirdik. Yani, darbe sonrası Türkiye'nin bölgesel siyasette almış olduğu birtakım dış politika inisiyatiflerinin büyük oranda hiç birisi gerçekleşmezdi. Üçüncüsü ise, uluslararası siyasette eğer darbe gerçekleşmiş olsaydı, Türkiye'nin özerk veya otonom bir uluslararası siyaset ajandası oluşturması ve bunu pratik hâle dönüştürmesi pek mümkün olmayabilirdi.
Dört temel miras
Bu nedenle, darbeyi engellemenin ve ona direnmenin bir tür özgürleşme teşebbüsü olduğunu ve Türkiye'nin burada başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Bu özgürleşme teşebbüsünün pekiştirilmesi ve 15 Temmuz'un mirasının geleceğe ortak bir anlatı çerçevesinde aktarılmasının kritik önemde olduğu görülmektedir. Bu anlamda dört temel mirasın altını kalın bir şekilde çizmek gerekmektedir.
Söz konusu mirasın anlaşılması ve ortak anlatının oluşturulması için öncelikli olarak toplumsal ayağının güçlendirilmesi gerekiyor. Bu anlamda 15 Temmuz, millet iradesinin tecessüm etmiş hâli olarak ortaya çıkmıştır. Aslında, 15 Temmuz "milletin, devleti yeniden devlete teslim ettiği bir süreç"olarak tanımlanabilir.
Diğer bir ifadeyle, devletin kendi imkânlarıyla, stratejisiyle, perspektifiyle ve siyasetiyle elinden çıkmakta olan devleti, milletin korumak suretiyle devlete yeniden teslim ettiği bir süreç 15 Temmuz'un ortak anlatının merkezinde yer alması gereken bir zihniyet olarak anlaşılmalıdır.
Bu anlamda 15 Temmuz bir halk hareketi ve bir tür yeniden bütünleşme; iç bütünlüğü sağlama meselesi olarak da toplumsal dayanıklılığı yeniden gösteren bir durum olarak tezahür etmiştir. Halkın merkeze yerleştirildiği ve özne olma görevini tam olarak karşılayan bu hamle Türkiye'nin 15 Temmuz'un toplumsal mirasını sürdürmesi için en önemli zemini teşkil etmektedir.
İkinci miras ise siyasetin güçlü olmasına ilişkindir. 15 Temmuz'a yönelik verilen siyasal tepki, siyasetin güçlü olduğunu ve siyasetin güçlendiğini bize göstermektedir. Siyasetin güçlü olmasının birçok farklı katmanı bulunmaktadır. Ancak en önemlisi, 15 Temmuz'un partiler üstü bir konu olarak ele alınmasıdır. Bu ele alma durumu, mirasın parçalı mı yoksa bütüncül bir şekilde aktarılmasını belirleyecek olan temel kriterdir.
Dönüm noktaları
15 Temmuz'un üçüncü mirası ise sistem üzerinden gerçekleşecek olanıdır. 15 Temmuz sonrası hayata geçen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, Türkiye'nin demokratik dönüşümüne katkı sunan, bir önceki sistemin neden olduğu sorunları ortadan kaldıran ve Türkiye'nin bölgesel ve küresel sisteme güçlü bir biçimde adapte olmasın imkân tanıyan bir hareket noktası olabilir.
Yani sistem değişimi bölgesel ve küresel düzeyde yaşadığımız türbülansa verilmeye çalışılan bir tepki olarak da anlaşılmalıdır. Tıpkı geçmiş tarihsel dönemlerde ve geçiş dönemlerinde Türkiye'nin reformlarla ve sistem dönüşümüyle sağlamaya çalıştığı o intibak meselesi bu anlamda bir referans noktası olarak ele alınabilir.
Dördüncü miras ise sivilasker ilişkilerinin 15 Temmuz sonrasında demokratik standartlarda reforma tabi tutularak bir başka darbe girişimin mümkün olmasını engelleyecek yapının tam anlamıyla tesis edilmesidir. Bu anlamda 15 Temmuz ordusiyaset ilişkisi açısından da bir dönüm noktasıdır.
Son noktalardan biri ise Türkiye'nin 15 Temmuz sonrası bağımsız bir aktöre dönüşmesini pekiştiren dış politika alanında yaşanan gelişmelerdir. Bu anlamda 15 Temmuz dış politika alanında çok daha önemli bir miras ortaya çıkarmıştır. Bu hâliyle 15 Temmuz, dış politikada yeniden muhasebe yapma ve Türkiye'nin uluslararası konumunu yeniden konuşma fırsatı açısından da bir dönüm noktası olmuştur.
Buradaki ilk hususlardan biri, 15 Temmuz sürecinin Batı ile yakın vadede jeopolitik bir uzlaşının pek mümkün olmadığını göstermiş olmasıdır. Buradaki hâkim paradigma, Batı ile eleştirel bir ilişki kurarak Batının Türkiye perspektifini dönüştürerek yeni bir tür Türkiye okumasına imkân veren bir zemin oluşturmak üzerine kurulmuştu. Ancak 15 Temmuz sonrasında, bu ihtimalin büyük oranda kalktığını görülmüştür. Çünkü 15 Temmuz akşamı ve sonrasında yaşananlar, Batıyı, Türkiye açısından bir referans noktası olmaktan çıkarmıştır.
Özerk ve otonom dış politika imkânı
Bir başka husus da bu anlamda dış politikada, Batı'nın onaylayıcı bir aktör olduğunu dış politika çerçevesinin dışına itmiş olmasıydı. Batı'yı özellikle 1945'ten sonra ve 1952 NATO üyeliğinden sonra, Türk dış politikasının onaylayıcı bir sütunu olarak sürekli var olmuştur. Ancak Batı'nın 15 Temmuz'daki tavrı bu sütunu önemli ölçüde onaylayıcı taraf olmaktan artık çıkarmış ve sorguya açmıştır.
Dış politika alanında 15 Temmuz'un en kritik mirası ise Türkiye'nin özerk ve otonom bir dış politika kimliği oluşturma imkânı tanımış olmasıdır. Bu anlamda 15 Temmuz dış politikada daha sert bir asabiye oluşmasını beraberinde getirmiştir. Böylece, dış ve güvenlik siyasetindeki büyük dönüşümün önü açılarak Türkiye'nin mücavir coğrafyada aktif bir siyaset üretmesi mümkün hâle gelmiştir.
15 Temmuz'un mirasının taşınmasının önünde iki önemli sınama olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi, bir aktarım problemi olarak 15 Temmuz'dur. Bu anlamda ortak bir anlatının oluşturularak aktarım probleminin aşılması hayati derecede önemlidir. Bu sorun, 15 Temmuz'a dair ortak bir hikâyenin oluşturulmasıyla ilgili bir çabaya girilmesi gerektiğini bize söylemektedir. İkincisi ise 15 Temmuz'un bıraktığı mirasın toplumsal ve siyasal alanda güçlü bir biçimde taşınmasıdır.
Bu anlamda Türkiye'nin önümüzdeki dönemde gücünü daha fazla pekiştirecek bir yol haritası oluşturması önemlidir. Söz konusu yol haritası özellikle Koronavirüs salgınından sonra daha da önemli hâle gelmiştir.
Zira küresel dönüşüm sancısının yaşandığı bir dönemde Türkiye'nin hazırlıklı olması için hem 15 Temmuz sürecinin neden olduğu sorunlardan kurtulması hem de 15 Temmuz'un mirasını ortak bir anlatıyla yönetmesi bir zorunluluktur.