Eşcinsellik, insanoğlunun cinselliğini keşfetmesiyle yaşıt olsa gerek. Ama eşcinselliğin reddi de bir o kadar eski. 1990'larda ABD'de eşcinsellerin başta Moral Majority (Ahlakî Çoğunluk) gibi kilise ile ilişkili olmayan Hristiyan STK'larının karşı koymasına rağmen kendilerini kabul ettirmeleri ile sonuçlanan kavgalarına tanık olmuş bir kişi olarak, bu dönemden çıkartılacak sonuçlar olduğuna inanıyorum.
Yer gök, gökkuşağı renkleriyle donanmıştı. Kentlerde, kasabalarda gün geçmiyordu ki "Gökkuşağı Koalisyonu" gösteri yapmasın. O zaman LGBTI kısaltması keşfedilmemişti. Hatta "lezbiyen" bile "Gay" grubun yanına eklenmemişti. "Biseksüeller" veya cinsiyet değiştirmiş olanlar (transseksüel) veya henüz operasyon geçirmemiş ama karşı cinse özenenler (transvestit) henüz varlıklarını dermeyan etmiyorlardı.
1970'lerde, dünyanın hemen her ülkesinde aynı cinsten insanların birbirleriyle romantik veya seksüel ilişkisi reddediliyordu. Ancak özellikle psikologlar, psikiyatrlar ve doktorlar üzerinde bir baskı başlamıştı.
80'lerde başlayan "hak talep etme" eylemleri, giderek hızını arttıran, yapısalcılığın (structuralism) verdiği cesaretle, erkek veya kadın yaratılmış olmanın başka, toplumdaki erkek ve kadın kavramlarının taşıdığı anlamın başka şeyler olduğu kuramıyla destekleniyordu. Toplumdaki kadın ve erkek rolleri de toplumsal olan diğer her şey gibi toplumdaki anlamlandırmaların, kavramlaştırmaların yani yapıların sonucu idi.
"Tedavi gerektiren bir hastalık"
1973 Aralık'ında, Amerika Psikiyatri Derneği, eşcinselliğin "psikiyatrik sağlık bozukluğu" (psychiatric disorder) değil "cinsel yönelim karışıklığı (sexual orientation disturbance) olarak tanımlanması gerektiğini kabul etmiş; ancak iki terimin de İngilizce konuşan ülkelerde "hastalık" ile eşanlamlı olması çok dikkat çekmemişti. Daha sonra çok atıf yapılacak bu kararı New York Times gazetesi 109'uncu sayfasına atmıştı. Ancak "sapıklık" sayılmasa bile eşcinsellik hâlâ tedavi gerektiren bir durum olarak değerlendiriliyordu.
Ancak bu tasnif değişikliği, dernek mütevelli heyetinin kararı olarak kalmadı, eşcinselliğin psikologlar ve psikiyatrların neyi tedavi edip neyi edemeyeceğini gösteren ünlü Aklî Bozukluklar Teşhis ve İstatistik El Kitabı (Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders) listesinden atılmasıyla sonuçlandı. Başka bir deyimle, eşcinsellik artık bir "patoloji" sayılmıyordu.
Bu değişiklik "normal" halkın çok ilgisini çekmedi; ama eşcinseller arasında büyük bir zafer olarak kutlandı ve bir bakıma eşcinselliğin dine, toplumsal kurallara ve tarihe karşı galibiyeti olarak ilan edildi. Bu 5-6 yılın sessiz gelişmesi, 1980'lerde giderek kalabalıklaşmaya başlayan toplumsal eylemlere dönüştü.
Öyle ki, 20 yıl sonra, ilki milattan 2 bin 500 yıl önce Mısır'da beşinci hanedanın altıncı firavununa manikür-pedikür elemanlarının ustabaşı olarak hizmet eden Hnumhotep ve Nianhnum'un arasında kayda geçen ilk eşcinsel evlilik, ABD'de Boston kentinde gerçekleşti. O Boston kenti ki, 1981'de, Harvard Üniversitesi ile MIT arasındaki yolda yapılan "Gay Hakları" yürüyüşüne rast gelmiş olmak bile, o sırada birlikte olduğumuz gazeteci ve akademisyen arkadaşlar arasında "izah gerektiren" bir keyfiyetti.
"Yüzde 10 Miti"
Bu nasıl sağlandı? Ya da bu yenilgi neden kaynaklandı? LGBTI hareketi kısa zamanda örgütlendi ve önce ortaya "Yüzde 10 Miti" atıldı. Örgütlü gruplar, eşcinselliğin sadece ABD'de değil, ama bütün ülkelerde nüfusun yüzde 10'unu kapsadığı "bilgisini" kabul ettirmeye çalıştılar. 1948'de Dr. Alfred Kinsey, "erkeklerde cinsel davranış" başlıklı bir araştırmada, toplumda erkek eşcinsellerin oranının yüzde 10 ile 47 arasında olduğunu öne sürmüştü.
Sonradan ortaya çıktı ki Kinsey'in araştırması, cinsel suç işlemiş, mahkûm, muhabbet tellalı, hırsızlıktan veya erkek fahişe olarak sabıkalı 3 bin 500 kişiye dayanıyordu. Ancak Kinsey'in cinsiyet araştırmaları uzmanı olarak yaptığı şöhret "Yüzde 10" oranını adeta bilimsel bir gerçek olarak zihinlere kazıdı. Birçok ülkede yapılan ve Kinsey gibi "uyduruk" bir örnekleme değil, gerçekten temsilî niteliği olan araştırmalar, bu oranın yüzdelerle değil ancak bindelerle ifade edilebileceğini gösterdi.
Ne var ki bugün bile yüzde 10 oranı hakkında görüşü sorulan Amerikalılar, bu oranın doğru olduğuna inandıklarını söylüyorlar. Bu inancın yayılması, ABD'de birçok Batı ülkesinde eşcinselliğin "sodomi" suçu olarak görülmesi şöyle dursun, mensuplarına bir "azınlık" kimliği kazandırdığı inancına yol açtı. Yüzde 10, ne olursa olsun, korunması gereken, hakları olan bir azınlık kimliği sayıldı.
Teorilerin hepsi boşa çıktı
Ann Landers takma adıyla gazetelerde cinsiyet, evlilik, komşu ilişkileri gibi konularda sorulara cevap veren Esther Lederer, 1997'de bir soruya cevap verirken, bazı insanların eşcinsel olarak doğduğunu ortaya attı. Hatta "danıştığı uzmanlar" bütün insanlarda eşcinsel eğilim olduğunu söylüyordu. Ne kadar uzman o günden beri boğazını yırttı ise de bu kanaati silmek mümkün olmadı.
Bu yanlış kanı sadece yerleşmekle kalmadı daha sonra dallanıp budaklanıp yeni teorilere de yol açtı. Örneğin "gay gene" (eşcinsel gen) teorisi! Taraftarlarına göre bazı insanlarda bir gen öyle olduğu için bu kişiler kaçınılmaz olarak eşcinsel oluyorlardı. Bunun başka örnekleri vardı: Dawn Sendromu gibi, kromozom bozukluğunun sebep olduğu durumlar ve hastalıklar var; ama bugüne kadar hiçbir eşcinselde gösterilen genetik bozukluk yok. Ama bu söylenti o kadar yaygın ki, yeni araştırmalar bile geniş bir kitlenin eşcinselliğin "yaratılış" ile ilgili olduğu görüşüne sahip olduğunu gösteriyor.
Genetik olarak birbirinin kopyası olan aynı yumurta ikizleri arasında dahi kardeşlerden biri normal iken diğerinin eşcinsel olduğu hâllerin görülmesi, yaratılıştan veya genetik eşcinsellik teorilerini temel çürütmeye yetiyor.
Bu sözde bilimsel yaklaşımların çürütülmesi, son 40 yılda ortaya yeni bir yaklaşım çıkarttı: "İnsanın cinsel tercihi bir temel haktır. Kişinin kendi cinsel kimliğini belirlemesi hakkıdır; bir kişinin eşcinsel olma hakkı vardır."
"Cinsel tercih hakkı"
Bu "hak" kavramının temelinde aslında, insanlığın romantizmden modernizme, Orta Çağ'dan Aydınlanma Çağı'na geçişindeki temel anlayışlar ve bunların daha sonraki yüzyıllarda milletlerin bilim anlayışında, çeşitli ümmetlerin din anlayışında sebep olduğu çalkantılar olduğunu söylemek hiç yanlış olmaz.
İnsanlık, bilimin her şey olduğunu ve bu dünyadaki hayatın, varoluşun temel gayesi olduğunu düşünmeye başlayınca, önce Darwin, dünyada canlı hayatının "Yaratılış" ile değil, "Evrim" ile var olduğunu öne sürdü; Alman felsefeci Friedrich Nietzsche de daha ileri giderek, yaratması gerekmeyen bir Tanrı'nın, aslında ölmüş olduğunu ilan etti. Eğer Tanrı yoksa, bu üç din kitabındaki eşcinselliği yasaklayan hükümlerin de anlamı yoktu; çünkü her söylem gibi, din de insan yapısı idi.
O zaman toplumların bir düzen içinde devamı, ahlaklı bir toplumun oluşması için elde kalan tek kriter gayet seküler bir hukuk düzeninden ibaret, Yaratıcısı tarafından vaz geçilemez haklarla donatıldığı" fikrini laik bir söylemle, "Temel İnsan Hakları" olarak ifade etmek mümkündü.
Edildi de! 1990'lardan günümüze kadar devam eden "LGBTI Hakları" kavramı, evliliğin de neslin devamı için kadın ve erkek arasında bir nikah akti kurulması fikrinin de reddini gerektirdi. Diğer bütün sosyal kurumlar gibi evlilik de ona ne olması, nasıl olması gerektiği kültür ile kazandırılmış değerler ise, bu değerlerin temelindeki dinî direk ortadan kaldırılabilirdi: çünkü gerçek denen bir şey yoktu; gerçek sandığımız şeylere gerçekliğini sadece bizim kültürümüz, simgelere verdiğimiz anlamlar kazandırıyordu.
Başka bir ifade ile evlilik biz ona dinî bir anlam yüklediğimiz için "mukaddes" gibi görünüyordu; yoksa evliliğin temelinde Tanrının insan neslinin devamı için kurduğu bir kurum olma niteliği yoktu. Ona bu niteliği veren dildi, kültürdü.
Karşı çıkmak "çağdaş" olmamaktı
ABD ve AB toplumları, Aydınlanma ile kaybettikleri gerçek algısını, bir kere daha, bu kez iletişim kuramları, kültürün sadece ona kimliğini veren bir toplumsal sözleşmeden ibaret bulunduğunu öne süren sosyoloji teorileri ile yitiriyordu. Bunlara karşı çıkmak, Tevrat'tan, Hz. İsa'dan, Kur'an'dan, Hz. Muhammed'den alıntılarla, gerçek diye mutlak bir şey olduğunu savunmak, "çağdaş" olmamaktı. Dinin yeri sinagogdu, kiliseydi.
İslam adına, Kur'an hükümlerine dayanarak, mutlak bir ahlak savunması, Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş tarafından Nisan sonunda verdiği bir Cuma hutbesinde dile getirilinceye kadar, resmî bir platformda dile getirilmediği için LGBTI haklarını savunanlar İslam'ı hedef almamış ve açıkça kınamamışlardı. Ancak Diyanet İşleri Başkanı, Cuma hutbesi veren bir din adamı hüviyetiyle konuştuğu hâlde modernlikçi, çağdaşçıların hışmından kurtulamadı.
O kadar ki, kendileri eşcinsel olmadığı hâlde, LGBTI haklarını savunmanın kendi görevleri olduğunu düşünen Hollandalı iki milletvekili, Hollanda'daki camilerde eşcinsellerin aşağılanmasını önlemesi için başbakandan talepte bulundular ve Başbakan Mark Rutte de bunun sağlanacağına söz verdi. Çünkü Hollanda'da kilise ve sinagoglarda, İncil ve Tevrat'ın eşcinselliği lanetlendiğinden, "günah" olduğuna ilişkin hükümlerinden vaaz ve sohbetlerde söz edilmiyor.
Türkiye'de kopartılan gürültü, İslam'ın eşcinsellikle ilgili hükümlerinin camide dile getirilmesinden çok bunun radyo ve televizyonlarda yayınlanması ile ilgiliydi. Ama İslam'ın hükümlerinin dile getirilmesini tümüyle yasaklamayı talep edecek "cesaret" varlığını gösterdi. Şimdi adım adım bir strateji ile bu hükümlerin "yanlışlığı" ve "çağdışılığı" dile getirilecektir.
Hahamı, papazı susturan anlayış
Tevrat ve İncil, inananları tarafından doğrudan "Tanrı kelamı" olarak nitelenmediği, her ikisinin de "kurgu" (fiction) niteliği kendi içlerinde dile getirildiği için, kimse çıkıp da "Ama bu Allah emri..." demedi, diyemedi. Eski Ahit kitabının Levililer bölümünün olumlanan ve yasaklanan evliliklerin açıklandığı 18'nci kısmı 22'nci ayetindeki "Kadınla yatar gibi bir erkekle yatma" emri de bu şekilde tarihin karanlıklarına itildi!
O kadar ki, artık cinsel tercihiyle ilgili ergenlik bunalımları içinde ne doktordan ne hahamdan ne papazdan sorusuna cevap bulamadığı için intihar eden gençler bile, "Din eşcinselliği günah saydığı için intihara sürüklendi" suçlamasından sonra, bu konu, ABD ve AB'de hutbe ve vaaz konusu edilemez oldu. İslam'ın durumu ise hemen ilk hücumdan sonra farklılık gösterdi.
Çünkü Kuran'ın doğrudan "Tanrı sözü" olması, peygamberin yol gösterici sözlerinin ise Allah tarafından söylenmesi emredilmiş hükümler olduğu, bizatihi dinin inanç hükümlerinin başında; bu hüküm reddedildikten sonra geriye itikat-imaninanç sistemi adına hiçbir şey kalmıyor. Bu sebeple ülke içinde ve diğer İslam ülkelerinde kimse, eşcinsellikle ilgili yasaklamanın kendisini tartışmaya (şimdilik) yanaşmadı. Savunulan sözde kural, "Bu hükümlerin kamusal alanda dile getirilmesinin, LGBTI haklarına zarar vereceği" görüşü.
Zamanla bu "kamusal" alan kuramı, yerini Müslümanların vicdanını etkilememesi için, eşcinselliğin İslam'da yasaklanmış olduğu "görüşünün" cami içinde de dile getirilmemesi kuramına kadar genişletecektir.
Hahamı, papazı sinagogunda, kilisesinde susturan "modernci" ve "çağdaşçı" anlayış hatibe ve camiye de karışacak; bunu yapıncaya kadar, belediyelerle, kültür dernekleri ile, tiyatrolarla ve sinemalarla kendi alanlarında LGBTI haklarının temel insan hakları arasında bulunduğunu ve bunları savunmanın insanlığın gereği olduğunu savunacaklardır.