Çılgınlığın normalleşmeye başladığı bir dünya
"Dünyanın gidişi hariç her türlü akıntıya karşı durabilirsiniz" diyor bir Japon atasözü. Umarız Japonların ataları yanılıyordur, haklı çıkarlarsa işimiz gerçekten zor demektir zira söz konusu olan herhangi bir konu değil doğrudan dünyanın gidişatı. Din kisveli terör örgütlerinin küreselleşmesi, Bush ve Trump gibi devlet yöneticilerinin zuhuru, muhalifini yok etmek için dünyanın gözü önünde kendi konsolosluğunu mezbahaya çeviren ülkeler, başta demokrasi havarisi Avrupa olmak üzere yabncı düşmanı hareketlerin yükselişi, kendi halkına karşı katliamdan ve kimyasal silah kullanmaktan çekinmeyen rejimler, en gelişmiş ülkelerde giderek artan ırkçı saldırılar, dünyanın en fakir ülkelerinde halkı açlığa mahkûm eden ablukalarla sivil halka bombalar yağdıran petrol zengini devletler, ülkelerindeki iç savaş ve terörden kaçmak için ölümü göze alan milyonlara duvarlar ören refah ülkeleri, nükleer savaş tehditleri ve daha bilumum çıldırma belirtisi... Daha da kötüsü bu tür anormalliklerin giderek sıradanlaşması, normalleşmesi... Dünyanın manzarası pek çok açıdan anormalleşmeye belirtileri gösterirken en büyük risk ise çılgınlığın norm olacağı noktaya yani sağduyu ve makuliyetin anormal algılanacağı bir evreye her gün daha yaklaşıyor görünmesi. Açıkçası dünya bize sürekli yıldızlı sözlerle müjdelenen o sözde cennetten çok başka bir yer olmaya başladı gibi. Bu çılgın manzaranın ortasında bir yandan küresel ayak oyunlarına, komplolara, zulme karşı çıkarken, öte yandan parlak bir geleceğin umutlarını yeşertmeye çalışan Türkiye'nin de işi kolay değil. Böyle bir tablo ister istemez akıllara şu soruyu getiriyor: "Dünya çıldırıyor mu?"
Hani savaşlar bitecekti?
Bir zamanlar Berlin duvarları yıkılmış, komünizmler çökmüş, soğuk savaşlar sona ermiş, ideolojiler bitmiş, Tarihin Sonu tezleriyle Fukuyama'lar ortaya çıkmıştı. "Savaşlar bitecek, sınırlar kalkacak, ideolojiler, çatışma ve sorunlar geçmişte kalacaktı. Ancak Afganistan, Irak, Libya, Sudan vs. derken savaşların bitmediği hatta en güçlü devletlerin ittifak ederek zayıf ama kaynakları zengin ülkelere bombalar yağdırıp işgal etmeye başladığı görüldü. 1991'de Soğuk Savaş'ın bitişiyle bu defa dünya "Yeni Savaşlar" denilen bir olguyla karşılaştı. Böylece güç kullanma tekeli devletlerin inhisarından çıkıp özelleşmeye, devletlerarası savaşın yerini iç savaşlar almaya, devlet dışı aktörleri savaş yürütmeye, güçlü devletlerin birleşerek zayıf hasımları işgal etmeye başladığı savaşlar dönemine girildi. Körfez Savaşı, Afganistan ve Irak işgalleri, Nepal Iç Savaşı, Kongo, Çeçenistan, Güney Osetya, Somali, Çad, Etiyopya-Eritre savaşları, Darfur Krizi, Israil'in Gazze'ye saldırıları, Libya'ya müdahale ve insanlık dramına dönüşen ve halen süren Suriye, Myanmar, Yemen'deki tablo savaşların sona ereceği vaveylalarının bir hayalden ibaret olduğunu gösterdi. Tıpkı bize yıllarca sunulan diğer dünya mefkûrelerinin olduğu gibi…
Popülist yönetimlerin yükselişi
Özellikle Batılı ülkeler II. Dünya Savaşı'ndan beri "geri kalmış" ve "gelişmekte olan" ülkeleri demokrasiye, insan haklarına, ifade özgürlüğüne, çok kültürlülüğe, çoğulcu toplumlara dönüşmeye zorladılar. En azından bu kavramlar birçok baskı ve müdahalenin gerekçesi oldu. Ancak aynı ülkeler şimdi Avrupa gibi aşırı sağcı, ırkçı, ayrımcı, yabancı düşmanı hareketlerin serpilip iktidara yürüyüşüne; ABD, Rusya gibi şahin yönetimlere; Almanya ya da Iskandinav ülkeleri gibi artık solun bile göçmen karşıtı söylemlere yönelişine sahne oluyor. Demokrasinin beşiği sayılan Ingiltere yabancı düşmanı milliyetçi hareketlerin beşiğine dönüşmek üzere. ABD, Norveç, Hollanda, Danimarka, Fransa, Belçika, Italya, Macaristan, Avusturya ya da Belçika… Bunlar gibi diğer birçok ülkede de son yılların en çok yükselen siyasi partileri göçmen karşıtı politikaları programlarına alan popülist aşırı sağ partiler ve adayları. Bu eğilim Batı ile de sınırlı değil; Rusya ve Çin gibi antidemokratik eğilimli, katı yönetimli ülkelere Filipinler, Brezilya, Hindistan, Suudi Arabistan gibi dünyanın dört yanından eklenenler de cabası.
Delilik furyasından maneviyat da nasibini aldı
Ünlü filozof Nietzche kurumsallaşmış Hıristiyanlık üzerinden bağnazlaşmış dini sorgulamakla birlikte onun söylemi geleceğin-aynı zamanda bir sorunsal olarak da "kutsalın dirilişi" ne açık olduğu temeline oturuyordu. Nitekim öyle de oldu. Bilinen insanlık tarihinin en yoğun bilgi çağında dünya, dini anlayışların bile tehlikeli söylemlere hatta ideolojilere dönüştüğü bir yer haline geldi. Örneğin, işgal ettikleri eski sömürge topraklarında Batılı güçlerin önce gübreledikleri sonra da "tu kaka" ettikleri terörist örgütler vasıtasıyla İslam ve Müslümanları terörizmle özdeşleştiren bir algı oluşturuldu. İsrail ve onun insanlık dışı uygulamalarını destekleyen Yahudi lobileri sayesinde Musevilik insan haklarını hiçe sayan, yayılmacı ve işgalci bir Siyonizm mesabesine indirgendi. Kendine ait müstakil bir devleti bulunan Katolik Hıristiyanlık sömürgecilik dönemlerinde berbat olan imajına 20'nci yüzyılın sonlarında komplolar, mafya ilişkileri ve çocuk tacizi skandallarını ekledi. Dünyaya "huzur, barış, hoşgörü" ile özdeşleştirerek sunulan Budizm Asya'da kaba saba ırkçı hareketlerin motoruna ve Myanmar gibi bölgelerde katliamlara motivasyon unsuruna dönüştü.
Müslüman düşmanlığının küresel sıradanlığı
Bir dönemin Hollywod filmlerinde komünist düşmana karşı bağımsızlık mücadelesi veren mücahit ya da bilge kişi olarak görsterilen Müslüman tiplemesi Soğuk Savaş'ın bitişiyle "terörist"e dönüştü. Dünyanın her yerinde din temelli ayrımcılık ve düşmanlıklar söz konusu ancak bu nefret eğilimleri içinde zirveye ulaşan İslamafobi tüm nefret hareketleri içinde en küreselleşen ve kurumsallaşanıdır desek yeridir. Donald Trump gibi devlet başkanlarından popülist hareketlere kadar herkesin hedef tahtasına oturttuğu Müsilümanlara karşı ön yargılı düşünceler ve tahammülsüz eylemler ABD ve Avrupa'da birer siyasi kariyer aracı haline gelmekle kalmadı. Afirka'da, Çin'de, İsrail'de, Güney Asya'da, Okyanusya'da İslamofobi artık Müslümanlara yönelik retorik seviyede bir nefret söylemi olma eşiğini aşarak fiziki saldırılarla kendini gösteren somut bir düşmanlık seviyesine geldi. İslamofobi Batı'da adeta edebiyatın bir dalına bile dönüştü. İtalya'da Oriana Fallaci, Fransa'da Michel Houellebecq, Renaud Camus, Maurice Dantec, Cezayir'de Boualem Sansal, İngiltere'de Salman Rushide, Almanya'da Tillo Sarrazin gibi isimlerin kitapları İslamofobiyi bir edebiyat dalı haline getirdi.
Gelir dağılımında büyük dengesizlik
Dünyaya hâkim olan ve kaymağını yiyenler tarafından 7 milyar insana dayatılan iktisadi sistemin insanlar arasında giderek büyüyen bir gelir dağılımı uçurumu oluşturduğu kesin. 2013'te yayınlanan Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital isimli kitabıyla dünyanın ekonomik sisteminin tartışmaya açan Fransız ikti satçı Thomas Piketty gelir paylaşımında dünyanın geldiği konumu net olarak şu cümleyle ifade ediyor: "Sermaye paylaşımındaki eşitsizlik tarihteki en yüksek seviyesine yükseldi." Oxfam adlı kuruluşun gelir paylaşımında her yıl ortaya koyduğu rakamlarsa bu manzarayı netleştiriyor: Dünyanın en zengin sekiz insanının serveti alt gelir grubunu oluşturan 3,7 milyar nüfusun toplam serveti ne denk. Gezegen nüfusunun yarısına denk gelen gelirin sekiz kişide toplanması küresel adaletsizliğin boyutunu gösteriyor. Bunun bir diğer boyutu ise küresel servetin yüzde 82'lik kısmının en zengin yüzde 1'lik nüfusa ait oluşu. Dünya milyarderlerinin servetinde sadece son bir yıllık dilimde gerçekleşen 1,8 milyar dolarlık artış bile yeryüzündeki fakirliği bitirmeye yeterli rakamın 7 katını teşkil ediyor.
Orwell'ın gerçekleşen kâbusu
"Büyük Birader'in gözleri paranın üstünden bile sizi izliyordu. Paraların, pulların, kitap kapaklarının, bayrakların, posterlerin, sigara paketlerinin üstünden... her yerden. Kafatasınızın içindeki birkaç santi metreküp dışında, hiçbir şey sizin değildi." George Orwell'ın 1984 adlı distopyasında öngörülen Big Brother (Büyük Birader) gibi izleme ve denetleme mekanizmaları bugünün dünyasının artık sorgulanması bile demode olmaya başlayan bir gerçekliği. Artık hem kitleler hem bireyler uydular, kameralar, dijital teknolojiler, sistemler, yazılımlar ve internetle kapsamlı bir gözetim ve denetim altında. Teknolojinin getirdiği kolaylık ve nimetlerin yanında bu imkanlardan güç odaklarının yararlanmaması düşünülemezdi tabii ki. Günümüz dünyasının Orwel'in distopyasını bile aşan bir tarafı da bu izlemenin sadece yöneti m organları tarafı ndan değil, ticari firmalar tarafından da yapılabilmesi. Dijital platformların, sosyal medyanın herhangi bir yerinde izlenilebiliyor ve kaydediliyorsunuz. Bunun etkisini hissetmiyorsanız bu sadece "uslu çocuk" olduğunuz için.
Soykırım ve katliamlara devam
Küreselleşme ve Yeni Dünya Düzeni ile dünya toplumları birbirine yaklaşacak, çatışmalar sona erecek, herkes kardeş olacaktı. Oysa bu kavramların daha telaffuz edilmeye başlamasıyla sadece savaşlar değil katliam ve soykırımlar da patlak vermeye başladı. Açıkçası 20'nci yüzyılı soykırımlarla kapattı, 21'inci yüzyılı ise katliamlarla açtı dünya. 1991'de Ermenistan ordusunun gerçekleştirdiği Hocalı katliamı, 1992-1995 arasında ABD, BM, NATO ve Avrupa'nın burnunun dibinde Sırpların 250 bin Boşnak'ın hayatına mal olan soykırımı, 1994'te BM, ABD, Fransa ve Belçika'nın göz yumduğu ve 100 günde 1 milyon 100 binden fazla insanın hunharca katledildiği Ruanda soykırımı, 1999 Dünya Ticaret Merkezi'ne terör saldırısı 2000'li yılların eşiğinde dünyanın geldiği noktanın göstergeleriydi. Nitekim milenyumun hemen başında 2003'te ABD ve müttefiklerinin Irak'a bombardıman ve askeri işgal ile götürdüğü "demokrasi ve özgürlük" bilançosu 600 bin ila 1,5 milyon Iraklı sivilin ölümü ve yüz binlercesinin sakat kalması oldu. Aynı yıl yine zengin petrol yataklarının bulunduğu Sudan'ın Darfur bölgesinde çıkan ve vahşi katliamlara yol açan iç savaş 300 bin kişinin ölümüne yol açarken 21'inci yüzyılda dünyanın harika bir yer olacağını söyleyen dünya devlerinin etkisiz(!) kalması hayli ilginçti. Arap Baharı(!) sonunda özgürlük ve demokrasinin değil yerine darbeci rejimlerin Batı tarafından selamlanması da ibretlikti doğrusu.
Göçmen ve mülteci dalgaları
2000'li yıllara yaklaşılırken küreselleşme kelimesi ağızlardan düşmüyor, kapitalizmin başarısının ispatlandığı dillendiriliyor, insanların artık dünya vatandaşlığına doğru uygun adım hizaya gireceği hayalleri kuruluyordu. Sınırların anlamının kalmayacağı hatta ortadan kalkacağı umuluyordu. Aradan geçen sürede sınırlar kalkmadığı gibi bir de yeni duvarlar örülmeye başlandı. Savaş, iç savaş, katliam ve zulüm nedeniyle mülteci ve göçmen durumuna düşenlerin sayısı II. Dünya Savaşı'ndan beri en yüksek seviyesine ulaştı. BM'ye göre küreselleşme şarkılarının söylenmeye başladığı günlerin üzerinden henüz 20-30 yıl geçmişken günümüzde zulüm, şiddet ve savaş nedeniyle yurdunu yuvasını terk etmek zorunda kalan insanların sayısı 68 milyonu aşmış durumda ve bunların yarısını çocuklar teşkil ediyor. Mültecilerin yüzde 55'i Güney Sudan, Afganistan ve Suriye'den geliyor. Katliamlara uğrayan 1 milyon mülteci Arakanlı da katıldığında dünyadaki mültecilerin büyük çoğunluğunun Müslümanlar olduğu görülüyor. Sınırların kalkacağı söylenen dünyada bu göçmenlere karşı sınırlar daha korunaklı hâle getirildiği gibi bir de karada ve denizde duvarlar örülüyor, engeller oluşturuluyor. Bu söylemin baş temsilcisi ABD'nin şu günlerde geldiği nokta ise tam ibretlik… ABD-Meksika sınırına duvarın yetmemiş olacak ki göçmen kafilesine karşı 5 bin asker sınırda görevlendirilmiş durumda.
Demokrasinin gerileme yılları
Tek kutuplu dünya ve sonrasında oluşması düşünülen yeni düzene göre demokrasinin önünde engel kalmamıştı. Tüm ülkelere yayılacak ve otoriter rejimler sona ermeye başlayacaktı. Bugün gelinen noktayı somut verilerle özetlersek; 2006'dan beri The Economist Intelligence Unit tarafından gerçekleştirilen temel haklar, seçim süreci ve çoğulculuk, hükümetin işlevselliği ve siyasi katılım gibi kriterleri esas alan Demokrasi İndeksi'nin sonuncusuna göre geçtiğimiz yıl demokratik gerilemenin en yüksek olduğu yıldı. Aynı indekse göre ifade özgürlüğü de hem devlet hem de devlet dışı aktörler tarafından tehdit edilir durumlarda. Son çalışma 2017'de 167 ülkenin 89'unun daha az demokratikleştiğini gösteriyor. Şu an dünya nüfusunun yüzde 49'unun çeşitli demokrasi türleriyle yönetildiğini gösteren indeksin ibretlik sonuçlarından biri ise insanların sadece yüzde 4,5'inin tam demokrasi ile yönetildiği gerçeği.
Silahlanma azalacaktı, oysa zirve yaptı
Çok değil daha 30 yıl önce dünyada çok kutupluluğun bittiği, savaşların sonuna gelindiğive silahlanma yarışının yavaşlayacağı ilan ediliyordu. Oysa bırakın yavaşlamayı yeni teknolojilerle çağ atladı. Soğuk Savaş'ın bitişi silahlanma ve savunma harcamalarını azaltmadığı gibi günümüzde zirveye çıkardı. Resmi raporlara göre dünya silahlanma harcamaları 2000 yılından beri yüzde 90'a yakın artış kaydederken geçtiğimiz yıl 1,7 trilyon dolara ulaşmış durumda. Bu harcamaların yüzde 35'i ABD'ye, yüzde 13'ü Çin'e, yüzde 4'ü ise Suudi Arabistan'a ait... Dünyadaki silah ihracatının yüzde 74'ünü ABD, Rusya, Çin, Fransa ve Almanya gerçekleştiriyor. Sadece ABD ve Rusya'nın toplam payı yüzde 56'yı buluyor.
Savaş uzaya da açılıyor
Silahlanma yakın zamanda uzaya da sıçrayacak. "ABD'nin sadece uzaydaki varlığı yetmez, uzayda hâkimiyet sağlamalıyız ve bunu yapacağız. Bir sonraki savaş sahasına hazırlanmak için ABD Uzay Kuvvetleri'ni kurmanın zamanı geldi." ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence'in kısa süre önce yaptığı bu çağrı esasen uzun yıllar önce hazırlıklarına başlanmış olan bir uzayın militarizasyonu projesi. Daha 1980'lerde Yıldız Savaşları antimisil füzeler programı ile uzayı askerî amaçlarla kullanma projeleri başlatan ve sonrasında benzer projeler üzerinde çalışmalar yürüten ABD bu hedefini 2020'de somutlaştırmaya niyetli görünüyor. ABD Başkanı Donald Trump'ın bu yılın haziran ayında Pentagon'a Uzay Kuvvetleri Komutanlığı'nın kurulması talimatı vermesinin ardından ABD önümüzdeki 8 yıl içinde uzayı silahlandırmak, dünya yörüngesinde askeri tesisler ve sistemler kurmak için 5 milyar dolarlık bir başlangıç bütçesi ayırmayı düşünüyor.
Dünya küreselleşmenin neresinde?
Ülkeler arasındaki ekonomik, siyasi, sosyal ilişkilerin yaygınlaşması, ideolojik ayrımlara dayalı kutuplaşmanın bitmesi, farklı kültür ve inançların iletişimi gibi konuların millî sınırları aşarak dünya çapına yayılması olarak tanımlanan küreselleşmenin geldiği aşamadaki manzarayı kısaca şöyle özetlemek mümkün: Evet sınırlar kalktı ancak sermaye ve zenginler için, gelişmiş sanayi ülkeleri, güçlü ülkeler, endüstri devleri, sanayilerini ve markalarını çoktan oluşturmuş ülkeler ve şirketler için kalktı. Az gelişmiş ülkeler, üçüncü dünya aleyhine ise daha büyük duvarlar ördü. Küreselleşme Büyük Hayal Kırıklığı kitabında gelişmekte olan ülkelerin sanayi ve tarım sektörlerinin yeni iş alanları yaratacak kadar güçlenmediği için, mevcut iş alanlarının yok edildiğini söyleyen ekonomist Joseph Stieglitz küreselleşmenin büyüme değil sefalet getirdiğini itiraf ediyor. Küreselleşmeyi 1980 sonrasında ABD merkezli bir ekonomik ve siyasi tahakküm planı olarak gören bazı düşünce çevreleri ise bu konsepti "tek kutuplu bir dünya projesinin programı" ve "yeni emperyalizm" olarak nitelendiriyor ve millî devletleri sefalete sürüklerken emperyalist ekonomileri beslediğini düşünüyor.
Bugünün dünya manzarasına bakıldığında küreselleşmenin asıl amacının başta Batılılar olmak üzere gelişmiş sanayi ülkeleri menfaatine diğer ülkeleri serbest pazara ve ucuz kaynağa dönüştürdüğünü söylememek için hiçbir neden yok.
O artık yalan değil; Dijital bağlı sanal dünya
Günümüzün dünyasını sadece coğrafi olarak tanımlamak mümkün değil çünkü bu dünya ve üzerindeki işlerin, ilişkilerin hemen her şeyin işlediği bir de sanal, bağlı ve dijital âlem söz konusu. Ticaretin, eğitimin, bürokrasinin, hayırseverliğin, tarımın, iletişimin dijitalleştiği bu küresel elektronik ağda bu sanallaşma ve dijitalleşmeden insan ilişkileri, arkadaşlıklar ve aşkların da payını aldığı çok açık. Dijitalleşmenin günlük yaşamın ayrılmaz bir parçasına dönüştüğü ve onu yönlendiren bir güç olduğu bir dünya söz konusu artık. Hayatın bile büyük ölçüde dijital yaşandığı günümüz dünyasında bir zamanlar devletlerin ve kurumların elinde bulunan güç küreselleşme ve teknoloji ile şirketlere, çok uluslu şirketlere onlardan da ağlara doğru kayıyor.
Dijital sömürgecilik
"Sömürgecilik bitmedi, değişik kılıklar altında devam ediyor" diyor kimi düşünürler. Batı medeniyetinin, kapitalizmin gelişmesi ve hâkimiyetinde önemli bir lokomotif olan sömürgecilik günümüz dünyasında bitmiş olabilir ancak şurası açık ki kisve değiştirmiş olarak devam ediyor; sadece tanım değiştirdi. Küreselleşme ve serbest piyasa kavramıyla makyajlanan bu olgu ilkesel olarak her toplum ve ülkeye aynı imkânları sunuyor görünse de aslında önceki sömürgecilik dönemi sayesinde sermaye birikimini sağlamış, teknoloji, sanayi gibi konularda ülkeler bu konularda daha zayıf kalan diğer ülkeleri ürünleri için serbest pazar, ucuz iş gücü ve hammadde kaynağı olarak kullanıyor. "Dijital sömürgecilik" kavramıyla nitelendirilen olgu da bu kılıklardan sonuncusu… Günümüzün digital teknoloji imparatorluklarını teşkil eden şirket, kurum ve devletler ellerindeki veri kontrolü ve hesaplama gücünü kullanarak kültürel, inançsal, kavramsal ya da ekonomik suretlerde diğerlerini kontrol ediyor, bağımlı kılıyor, manipüle edebiliyor ve böylelikle tahakküm ediyor.
Tek kutuplu dünyanın sonu
1991'de Sovyetler Birliği'nin çözülüşü ve iki kutuplu dünyanın sona ermesi ile ABD'nin artık rakipsiz kaldığı iddia ediliyordu. O yıllarda Fukuyama'ya CIA tafarından sipariş edilen Tarihin sonu teziyle ABD'nin artık dünyanın tek yönlendiricisi olduğu fikri yayılıyordu. Ancak bugünün dünya dengelerine bakılırsa ABD güdümünde çok kısa süren tek kutuplu dünyanın sonuna gelinmiş görünüyor. Pervasız işgal ve savaşlarla dünyanın tek jandarması rolünde aşırılıklara giden ABD bu konumda 20 yılını bile doldurmadan Çinve Rusya gibi diş geçiremediği yeni rakiplerle karşı karşıya. Daha bölgesel aktörler olarak kalsalar da bunlara Hindistan ve Avrupa Birliği'ni de eklemek gerekiyor. Şimdiki dünya düzenini büyük kutup ABD, ekonomik kutupluğu şimdiden devralıp yetişkinliğe adım atan Çin ve diğer genç kutup adayları şeklinde özetlemek mümkün.
Tek medeniyetli, az kültürlü bir dünya
20'inci yüzyıla kadar dünya üzerinde kadim köklere sahip medeniyetler ve kültürler varlıklarını sürdürebildiler. Afrika, Çin, Hint, Orta Doğu, Avrupa, Güney Amerika da farklı medeniyetler ve çok çeşitli kültürler varlıklarını koruyabilmişti. II. Dünya savaşından sonra küreselleşmeyi başaran ilk medeniyet olma şerefine erişen Batı medeniyeti artık tüm medeniyet havzalarını hızla işgal ediyor. Farklı kültürler varlıklarını Batı medeniyetine ya direnerek ya da sentezlenerek hâlen sürdürseler de diğer medeniyetler ya sindiler ya da yok olmak üzereler. Günümüz dünyasında artık sadece Batı kültür ve medeniyeti söz sahibi ve bu dünyayı şöyle örenklendirmek gayet açıklayıcı: Kenya'nın başkenti Nairobi'de İngilizler gibi yaşayan siyahiler, Brezilya'da Amerikanlaşan melezler, Hindistan'da gittikçe daha çok Avrupalı tarzı benimseyen orta direk, kendi kültürüne sadık görünmekle birlikte kapitalist Batılıya rahmet okutan Çinliler, Batılı düşünce kalıplarını çoktan benimsemiş Müslümanlar, İspanyolların Portekizlilerin diliyle konuşup Katolik ve Protestanların dinini benimseyerek Aztek, Maya ve İnkaların torunları vs... Artık hakim medeniyetin karşısında ne bir ideoloji, ne de medeniyet ve kültür kalmış durumda... Küreselleşen güncel medeniyetin karşısında direnme potansiyeli olansa sadece İslam. İslam'ın hedef alınması da bu nedenle... Bir zamanlar çok popüler olan kültür emperyalizmi kavramı şu sıralar oldukça demode ancak bittiğinden değil, konuşulmasına gerek kalmayacak kadar sıradanlaştığından.