Bugünlerde internette dolaşan bazı uzay haritaları dünyamızın uzayda kapladığı yeri gösteriyor. Haritada ölçek büyüdükçe dünyamız görünmez bir hâl alıyor. Bu haritalara baktığımızda dünyanın neresi olduğu sorusu bambaşka bir anlam kazansa da yeryüzünde dünyanın paylaşımı için büyük kavgalar veriliyor.
Evimizin, okulumuzun veya ofisimizin duvarına astığımız dünya haritalarında belirli bir mantık bulunur. Bu haritalar doğuyu haritanın sağına, kuzeyi de üste gelecek şekilde yerleştiriyor. Böylece üç boyutlu bir şekli iki boyutlu düzleme aktaran bu haritaları zihnimizde kavramayı kolaylaştırmak için bir düzenlilik meydana getiriyorlar. Hâlbuki yuvarlak bir şekli olan dünyanın başka şekillerde de haritalanması mümkündür. Doğu ve batı, kuzey ve güney uzay boşluğunda duran dünyamız için göreceli konumlardır.
Geçtiğimiz günlerde bir kuzey ülkesinde iki şehrin arasındaki mesafeyi hesapladığımda çok şaşırdım. Zira haritada neredeyse Ankara-İstanbul kadar birbirine uzak görünen bu iki şehrin arasındaki mesafenin daha kısa olduğunu fark ettim. Aynı şaşkınlığı haritada bize yakın görünen Kenya'ya uçakla gidiş süresini öğrendiğimde de yaşamıştım. Elimizdeki haritalar sadece göreceli konumları mutlaklaştırmakla kalmıyor aynı zamanda mesafeleri, şekilleri ve büyüklükleri de ciddi bir biçimde bozuyorlar. Dolayısıyla zihnimizdeki dünya da bozuk bir dünya olarak kalıyor.
"Bugün dünyanın en rahat yaşamı nerededir" sorusuna verilecek yanıtlar bellidir. Genellikle Batılı devletlerin dünyadaki en rahat yaşanılacak yerler olduğuna dair bir fikir vardır zihnimizde. Benzer şekilde dünyanın herhangi bir yerinde sorun olduğunda Batılı güçler insani vazifeye davet edilir ya da bu vazifelerini yerine getirmedikleri için suçlanırlar ancak bu fikrin ne kadar doğru olduğu, neden ve nasıl bu fikre eriştiğimizi sorgulamamız lazım.
Günümüzde medeniyetleri birbirinden ayıran sınırlar üzerine çokça konuşuluyor. Zaman zaman suçlayıcı tonları artan bu konuşmaların ana temasını Doğu ve Batı arasındaki ilişkilerin şekli oluşturuyor. Elbette ki tartışmaların odağında geçmişten gelen çözülmemiş birtakım sorunlar duruyor. Doğu-Batı arasındaki ilişkilerin aldığı ve alacağı biçimin siyasi tartışmanın odağında olması şaşırtıcı değildir.
Doğu ve Batı'yı kim icat etti?
Tarihin oluşturduğu birikimler neredeyse bir kader biçimini aldı. Fransız tarihçi Braudel uygarlıkların bitmez tükenmez tarihsel süreklilikler olduğunu söyler. Bu uzun tarih Doğu-Batı ikilemi etrafında oluşturulmuş uzun bir ötekileştirme tarihini de bünyesinde barındırır.
Doğu ile Batı'nın tarih boyunca girdiği ilişkileri anlama çabası bizi uzun dönemler boyunca gelgitlerle yaşanan bir ilişkinin zaten sorunlu olan tarihi ile karşı karşıya getiriyor. Zira karşılıklı fetihler ve yeniden fetihlerle şekillenen bu tarihî alan özel bir duygu yükünü de beraberinde taşır. Bugünü anlamak ve yorumlamak için var oluşlar ve yok oluşlar, yükselişler ve düşüşler, karşılıklı hâkimiyetler ile bezenen bir tarihi anlamak gerekiyor. Kimliğimizin bu tarihsel süreçte şekillendiğini düşündüğümüzde de bu kaçınılmaz gözüküyor.
Doğu ile Batı arasına konan ayrımların ne kadar tarihsel ne kadar özsel oldukları sanırım şarkiyatçılıkla ilintili çalışmaların, bizzat şarkiyatçı metinlerde olduğu gibi odağını oluşturmakta. Zira şarkiyatçılık evvela bir Şark tanımı ile işe başlar. Bu tanımını gerçekliği ne kadar karşıladığı ve karşılayamıyorsa bu tekabüliyetsizliğin ne anlama geldiği sorgulanabilir. Edward Said'in belirttiği gibi "Şark, Avrupa'nın sadece komşusu değildir." Aynı zamanda kaynağı, rakibi ve "en sık yenilenen öteki imgelerinden biridir." Böylece aslında Doğu'nun tanımlanması Batı için stratejik öneminin yanı sıra kimliğin merkezi parçasıdır. Zira modern Batılı kimliğin oluşmasında Doğu'nun karşıt bir imge olarak kullanımı stratejiktir. Böylece şarkiyatçılık salt bir inceleme değil egemenliğin zeminini kuran ve de meşrulaştıran bir alan olarak karşımıza çıkar.
Şarkiyatçı düşünce ve araştırma belirli bir tarih felsefesinden beslenmektedir. Şarkiyatçı metinler Batı'nın toplumsal ve siyasal modellerinin üstünlüğü ve inceliği karşısında Doğu toplumlarının geriliği düşüncesinden beslenerek ortaya çıktılar. Bu düşünceye göre tarihin ilerlemeci yasası doğrultusunda Batılı modernite en gelişmiş toplum biçimini temsil etmektedir. Bu bağlamda diğer toplumsal biçimler bu modele göre değerlendirilmektedir. Böylece hiyerarşik bir anlayış inşa edilmiştir.
Şarkiyatçılık sadece Batı kültürünü şekillendirmekle kalmadı, emperyal arka planı sebebiyle Doğu kültürünü de etkiledi. Doğu, zamanla kendisini, oluşturulan bu düşünce biçimine referansla -ona göre tanımlayarak ya da onu olumsuzlayarak- şekillendirdi. Böylece kendi tarihinden kopuk bir biçimde konumlanan bir "öteki" olarak tarihten ve haritadan dışlanmış bir Doğu meydana geldi.
Sınırlar ve ayrımlar
Doğu ve Batı salt bir coğrafi tanım değildir. Doğu ve Batı'yı belirleyen daha çok bir sınırın varlığıdır. Dolayısıyla iki taraf da değişen sınırlar etrafında sürekli bir mücadeleyle şekillenmektedir. Burada sınırların kendisinin sürekliliğinden ziyade "bir sınırın varlığı fikrinin sürekliliğini" gözlemlemek mümkündür. Sınırın iki yakası birbirine karşıt olarak tanımlana gelmektedir. Bu anlamda kültürel kimliklerin öteki üzerinden şekillenmesi de bu sınırı işlevsel kılmaktadır. Sınırın varlığı kültürel kimliği belirleyen parametrelerin varlığı anlamına gelmektedir fakat bu sınır bir hat olmaktan ziyade kilit noktalara sahip bir işlevsellikle tanımlanmaktadır. Batı'nın Doğu'nun tamamı ile girdiği bir sınır ilişkisi mevcut değildir. Bu bağlamda Batı için Doğu içerisinde de değişik bölgelerin değişik anlam kümeleri mevcuttur. Yüzyıllar boyunca Batılı için Doğu, İslam ile özdeş tutulmuştur. Tarihin ilk günlerinden beri Batı'nın rakibi, ona şeklini veren Mezopotamya mirası üzerine şekillenen İslam, Batı için korkutucu ve tanımlayıcı bir öteki konumundadır. Modern dönemde bu bölgenin Yakın Doğu olarak adlandırılmasında da böylesi bir bilinç kendisini gösterir. İslam coğrafyası Batı'nın yakınında yer alarak onun kimliğini belirlemede önemli bir konuma sahiptir. Uzak Doğu, Batı için yüzyıllar boyunca suskun bir ıraklığı ve yabancılığı temsil ederken Yakın Doğu bir hasım olarak görülmüştür. Güç ilişkisi ve egemenlik mücadelesinde de İslam Batı'nın hemen yanındadır. Hatta İber yarımadası ve Sicilya deneyimlerinde olduğu gibi yüzyıllar boyunca onun ayrılmaz bir parçasıdır. Dolayısıyla kültürel olarak İslam ile olan tarihî çatışma Batı'nın kimliğini belirlemiştir. İslam'ın Batı'nın kuruluşundaki rolüne vurgu yapan Henry Pirenne, birleşik bir Avrupa kimliğinin Müslümanlık tarafından şekillendirildiğini anlatmaktadır.
Aynı zamanda bu jeopolitik yakınlığı ve çatışmayı destekler mahiyette her iki tarafın kültürel kodları da çakışır ve çatışır. Sıcak bir sınırın arkasında her iki taraf da aslında ortak coğrafya ve idealleri paylaşır. Her iki kültürü oluşturan tarihsel, dinsel ve kültürel kodların benzerliğinden ortaya çıkan evrensel bir hâkimiyet fikri vardır. Nasıl ki Yunan düşüncesi Mısır ve Mezopotamya kaynaklarından beslenerek oluşmuşsa, İslam da kendi uygarlık ve bilim anlayışını kurarken Yunan ve Roma mirasından faydalanmıştır. Bu, her iki tarafın aynı şeye talip olmasını ve de çatışan çıkarlarını ortaya çıkarıyor. Bütün bunlara ek olarak sömürgeciliğin oluşturduğu çatışmaları da hesaba katmak gerekir. Modern sömürgecilikte Batı'nın Müslüman toplumlar üzerinde hâkimiyet kurması veya kurduğu hâkimiyeti devam ettirmesi hep sorunlu oldu. Zira Avrupa karşısında Müslüman Doğu yalnızca siyasi ve askerî alanda değil aynı zamanda düşünsel ve iktisadi düzlemde de önemli bir direniş gösterdi.
Dünyayı bölmeden tanımak
Batı'nın Doğu karşısında kendisine biçtiği "medenileştirme" misyonu sürekli farklı araçlar ve söylemlerle kendisini yeniden üretiyor. Günümüzde demokratikleşme, sivil toplum, liberal piyasa, insan hakları gibi kavramlar üzerinde yürütülen iktisadi, siyasi ve askerî baskı ile on dokuzuncu yüzyılın müdahaleci şarkiyatçılığı ustalıkla örtülmüş bir şekilde sürdürülmektedir. Doğu-Batı ilişkilerinin metinlere ve oradan zihinlere yansıması güç dengesindeki konumlanmaların uzantısıdır ve bu güç dengeleri değişmedikçe şarkiyatçılık kendini farklı görünümler altında yeniden ve yeniden üretebilme imkânına sahip olacaktır.
Şarkiyatçılığın bu sorunlu mirasını zihinlerden sökmek için çok daha kapsamlı kurucu düşüncelere ihtiyaç duyulmakta. Karşımızda kültürel forma dönüşmüş bir bilgi alanı mevcut. Bu yaygın kültürel formu ortaya çıkaran yanlış anlaşılmanın (ortada eğer bir kasıtsız yanlış anlaşılma varsa) Doğu-Batı ayrımları farklı bakışlardan yeniden yapılarak ve çağdaş Batı'yı kuran gelişmelerin kökenlerinin Doğu'da veya İslam'da bulunduğu iddia edilerek düzeltilebilmesi mümkün değil. Salman Sayyid'in belirttiği gibi dünyayı kuran fikirlerin bir yapı sökümüne uğratılması ve yeniden kurulması gerekiyor.
Günümüzde Batı, baş-tanımlayıcı konumunu bırakmak istemiyor. Zira açık bir şekilde görülebileceği üzere Batı'nın dünya egemenliğini bu tanımlama tekeli oluşturuyor. Dolayısıyla Müslümanların yeni tanım kategorileri geliştirme kapasitesi, İslam'ın canlı bir medeniyet birikimine sahip olması bu tekele karşı sistemli bir tehdit oluşturmaktadır. Müslümanlar Batı'nın her şeyi kendine göre tanımlamasının, konumlandırmasının, şekillendirmesinin, yıkıp yeniden kurmasının, tekrar yıkıp yeniden kurmasının artık mümkün olmadığını somut örnekleriyle gösteriyor ve oyunun kurallarına müdahale ediyor. Bu bastırılanın geri dönmesi, iradi bir hareket ve esaslı bir değişimin başlangıcıdır.
Modernite ve şarkiyatçılığa içeriden yapılan eleştiriler daha çok söylemsel bir nesne olan Batı'nın kendisini yeniden kurmasına yol açarken asıl yerinden edici, ters döndürücü ve kurucu eleştiriler; düşünsel ve kavramsal olarak başka bir dünya kurma imkânına sahip batı dışı toplumlarda ortaya çıkmaktadır.
Bunun neticesinde evrensel bir kuşatıcılığa sahip yeni bir düşünce oluşuyor. Dünyayı bölmeden tanımanın başlangıcındayız…