Dünya insana hamiledir; dünya nankör insanın çilekeş ve vefalı annesidir. Ibnü'l-Arabi
Kadim filozoflar ruhun kemalinin maddeye bağlı olduğunu ve onda ortaya çıkacağını anlamadı; sıla-i rahim beden ile ruhun bu irtibatını anlamak demektir. Sadreddin Konevi
Köhne bir konakta fareler türemiş! Konak köhne ve yıkık-dökük olsa bile neticede konak olduğu için ambarlarında mebzul miktarda yiyecekiçecek bulunuyormuş. Fareler herhangi bir zahmet çekmeden istedikleri vakit ve miktarda yiyecek bulabiliyorlarmış; peynir isterlerse peynir, başka yiyecek isterlerse onu elde etmek hiç güç değilmiş onlar için. Her şey yolunda giderken zaman içinde ciddi bir sorunla karşılaşmışlar: Fareler beslenme ve gıda için zaman harcamayıp bedenen yorulmadıkları için epey boş vakitleri kalıyormuş. "Vakit kılıçtır, onu tutamayan insanı keser" fehvasınca fareler boş vakti dolduramadıkları ölçüde bunalmış, krizlere duçar kalmışlar. Aralarında vakti nasıl değerlendirelim diye konuşurlarken genel sorunlar ve konular üzerinde tartışmalara başlamışlar. Bu tartışmalar sürecinde konular değişmiş, karmaşık ve çetin meseleler gündeme gelmeye başlamış. En nihayetinde tartıştıkları konulardan biri şu olmuş: Konfor içinde yaşadığımız ve dilediğimiz her şeyi bulabildiğimiz konak kadim midir yoksa zaman içinde mi yaratılmıştır?
İnsanın dünya ile ilişkisini anlatan nefis örneklerden biridir bu hikâye: Farelere bakarak entelektüel tartışmaların kaynağı hakkındaki değerlendirmeyi unutmamak gerekir. Bahsedilen konu, Aristoteles tarafından metafizik düşüncenin başlamasıyla ilgili yaptığı tespitin "fabl" dilindeki söylenişidir. Aristoteles entelektüel faaliyetlerin bedenen yorulmayan mabetlerde yaşayan din adamları tarafından başlatıldığına dikkatimizi çeker. Yaşama imkânları kolaylaştıkça zihinsel olarak geniş imkânlar ve bunun için gerekli zaman ortaya çıkar, bunun neticesinde ise bazı insanlar daha karmaşık konulara yönelir. İnsanın ilk kaygısı varlığını teminat altına alabilecek şekilde tedbirler ve çareler bulmaktır; bunu bir şekilde yoluna koyunca bu kez daha ince davranışlar ve düşünceler peşinde koşarız.
"Dünya" denilince akla üzerinde yaşadığımız mekân gelir. Kelimenin anlamı yakın ve aşağı demektir; nitelemenin insanı merkeze alarak insana yakın yer veya göklerle kıyas edilince daha aşağıda olan yer anlamına geldiği aşikârdır. Arz tabiri de yeryüzü veya dünya anlamında kullanılır; arz yeryüzü olduğu gibi toprak (unsuru) anlamına da gelir. Bu durumda yeryüzü veya dünya göklerle karşılaştırıldığında aşağı ve insana yakın olan yer demek iken unsurlarla karşılaştırıldığında -öteki unsurlara göre- daha statik ve durağan toprakla özdeşleşir. Bütün bunlar edebiyattan sanata ve felsefi ve dinî düşüncelere kadar pek çok alanın konusu hâline gelmesini sağlamıştır. Artık dünya evrendeki herhangi bir gezegen olmaktan çıkarak insanın yaşadığı mekân ve onun kaderi hâline gelerek bambaşka bir anlam kazanır. Evrendeki bütün gezegenler ve cisimler arasında dünya sanki konuşmayan büyük bir insan gibidir. Yeryüzünün herhangi bir yerinde "fani dünya" veya nankör dünya tabirini duyduğumuzda insanların sevdikleri bir şeyin ellerinden kayıp gitmesinden şikâyet ettiklerini anlarız. Fani dünya, insanın kendi varlığı ve geleceği hakkındaki karamsar hükmün yaşadığı mekâna yüklenmesinden başka bir anlamı olmayan bir nitelemedir. Gerçekte fani olan insanın kendisidir ve dünya en azından biz gitmeden gitmeyecek kadar kadim bir yerdir. Ünlü Arap şairi Ebu'l-Maarri; "Bu yeryüzü yüz bin Âdem görmüştür" derken dünyanın insana nispetle kadimliğine işaret eder; İbnü'l-Arabi ise Kâbe'de bir müşahede hâlinde bildiğimiz Âdem'den önce yaşamış otuz üçüncü Âdem'den gelen birisiyle karşılaşırken yine bu düşünceye dikkatimizi çeker: "Dünya kadim, biz faniyiz." Buna mukabil dünyanın hainliği, vefasızlığı, nankörlüğü, ihaneti, "kahpeliği" insanın hayalleriyle imkânları arasında sıkışan kaderini anlatan ifadeler olarak insana kendini anlatır. İnsanın kaderi sükût-ı hayalden öteye geçmez. Velhasıl insanın dünya ile ilişkisi arzulanan ve sevilen fakat bir türlü ele geçmeyen sevgiliyle inişli çıkışlı ilişkisidir.
İki dünya arasında sıkışmak
"Öte dünya" içinde yaşadığımız dünyanın içini boşaltan ve onu ikincilleştiren bir düşüncenin imkânlarını açar bize. Bu durum mutlaka böyle mi olmalıdır, bilemeyiz; ama başka bir dünyanın varlığını kabul etmek en azından bir ikileme iter insanı. Öteki dünya beriki dünyaya göre daha uzun, daha iyi ve daha vefalı bir yer olmalıdır; bu dünyaya kızarken kullandığımız tabirler öteki dünyanın sahip olduğu iyiliklerce belirlenmiştir. Ahiret inancı veya dünya hayatının öncesindeki cennet gibi her türlü ikinci dünya telakkisi dünya hayatının içini boşaltır, anlamını zayıflatır, dikkatimizi bölerek bizim bir mekâna odaklanmamızı tezyif eder. Vakıa insanın krizi, duyularımızla algıladığımız yeryüzü ile zihnimizle (kalp veya gönül bu anlamda derin akıl-zihin demektir ve duyularımızla ilgisi yoktur) idrak ettiğimiz ahiret arasındaki çelişkiden kaynaklanır.
Dinler ve kadim-felsefi düşünceler arasında dünya telakkilerini iki şekilde ele alabiliriz: Birincisi dünyanın bir zindan ve ceza yeri olduğunu ileri süren yaklaşımdır. Bu yaklaşım öteden beri dinlerde ve geleneklerde güçlü bir şekilde yer tutarak ahlaklanmanın gayesini ve yöntemini teşkil eder: Ahlaklanmak dünyanın üzerimizdeki etkilerinden arınarak başka bir hakikat uğruna dünya ile –dünyevilik- aramıza mesafe koymayı istilzam eder. Yeryüzü zaten sıkıntılı ve çetin bir yaşam yeridir; burada duygularımız bize hemen ve şimdi olan arzuları dayatarak bizi içinden çıkamadığımız güçlüklere düşürür. Grek mitolojisinde Atlas'ın dünyayı sırtında taşıması ile Promethe'nin insanların hayatını kolaylaştırmak üzere ateşi çalmasının mukabilinde ölüm cezasına çarptırılması bu çetrefilli hayatın anlatımıdır. Dinler ise Âdem'in ilk günahı işlemesiyle birlikte bir sürgün ve ceza olarak dünyaya gönderilmesiyle dünya bahsini ele alır. Dünya en azından bazı yorumlarda erken bir cehennem yahut hapishane gibidir. Hıristiyanlıkta Âdem'in işlediği suç "Tanrı'nın oğlu"nu göndermesiyle affedilebilmiş, "Tanrı'nın oğlu", insanın günahını üstlenerek onu kurtarmıştır. Âdemoğullarına düşen ise bu hapishanede dünyeviliğe hiç bulaşmadan yaşamak, onun süfli ve değersiz zevklerinden uzaklaşarak cennete hazırlanmaktır. Üstelik bu zevklerin en büyüğü olan Havva'dan ise bilhassa uzak durmak gerekir. Hıristiyanlığın bu telakkisi mitolojik inançlarla bezenerek dinin dünya telakkisi olarak dünyanın önemli bir kısmına yayılmıştır. Daha sonra tasavvuf edebiyatında da izlerini görebileceğimiz bu yaklaşımların en azından bir bölümünün Hıristiyanlık kaynaklı olması ihtimal dışı değildir.
Dünya ile makul bir ilişkiyi ortaya koyan ise İslam'dır. İslam hiç kuşkusuz bir din olarak dikkatimizi ahirete ve sonsuz hayata çeker; bu bakımdan ahiret inancı başka hiçbir dinde İslam'daki kadar açık ve kesin hükümlerle yer almış değildir. Bununla birlikte İslam, ahiret inancıyla ilgili dünyanın içini boşaltacak yoruma da gitmemiştir. En azından metinlerde bu yoruma gitmeyi gerektirecek temel unsurlar yer almaz. Meselenin en önemli kısmı dünyanın şeytanın ve günahın yurdu olabileceğiyle ilgili düşüncenin İslam tarafından temelden reddedilmesidir. Allah dünyanın ve ahiretin, yerin ve göğün, insanın ve şeytanın rabbidir; bu bakımdan varlıkta herhangi bir yerde Allah'a rağmen bir fiil söz konusu değildir. Bununla birlikte Müslümanlar bazen kültürel etkilerle bazen başka nedenlerle karamsar ve kötü dünya telakkisini sürdürmüştür; daha doğrusu öteki dinlerdeki gibi dünya sevgisini ve haz tutkusunu onu kötüleyerek ve aşağılayarak gizlemiş olabilirler. İnsanın en temel niteliğidir: Arzularımızı aşağılama perdesi altında saklamak!
İslam'ın dünya yorumu
Peki, İslam ne yaptı da dünya telakkisini kendisine kadar gelen yorumlardan ayrıştırdı? Meselenin en önemli yanı; İslam, Âdem ve Havva hikâyesini yeniden yorumlayarak bize çok farklı bir insanlık hikâyesi anlattı. Çağımızda Müslüman düşüncenin yeniden ihyasından söz ederken ilk hareket edeceğimiz nokta burası olmalıdır: Yeni bir Âdem ve Havva hikâyesi olarak yeryüzündeki maceramızın anlamı nedir? Bu ilk sorunun cevabını bulmadan bir düşüncenin ana noktasını tespit edemeyeceğiz.
Müslümanlar Âdem ile Havva hikâyesini tamamen başka türlü okudukları için dünya hayatını kadim geleneklerdeki kötü ve karamsar dünya telakkisinden farklı yorumlamışlardır. Her şeyden önce Müslümanlar için Âdem'in günah işlemesi ahlaki bir günah değildi. Muhakkik düşünürler meseleyi daha metafizik bir zemine çekerek insanın bu başkaldırısı ile Allah'a halife olması arasında ilişki kurdular. İbnü'l-Arabi'nin ifadesiyle insanın kararmasına yol açan (isvidad, kararma) bu başkaldırı aynı zamanda onun siyadetinin (efendilik) de vesilesidir. Başka bir anlatımla günahkârlığımız efendiliğimizin yolu ve vesilesidir. İnsan böylelikle Allah'a halife olarak yeryüzünde eşref-i mahlûkat olarak yaratıldı. Bu durumda insanın dünya hayatına gönderilmesi bir ceza veya sürgün değil, insanın içerdiği kemallerin ortaya çıkabileceği bir hayata gönderilmesi demektir. Bu durumda dünya İbnü'l Arabi'nin ifadesiyle insanı terbiye eden cefakâr bir anne sayılabilir. İnsan dünya hayatında yaşadığı sürece bu annenin terbiyesi altında kemalden kemale yolculuk eder hakiki bir insan hâline gelir. Feridüddin Attar Mantıkuttayr 'da tavus kuşu üzerinden meseleyi ele alırken gerçekte görmek ile anlamak arasında farkımıza dikkat çeker. Bilge ve kılavuz kuş Hüdhüd, Tavus'u yolculuğa davet ederken tavus ona şöyle der: "Ben bir kez oralarda bulunduktan sonra cennetten sürgün edildim." Burada tavusun hatırlattığı şey Âdem'in yeryüzüne kovulmasına yol açan ilk günah hadisesi idi. Yılan, Tavus'un tüyleri arasında saklanarak cennete girmiş ve Âdem ile Havva'yı kandırmıştı. Sonra da Tavus da içlerinde olmak üzere hepsi cennetten kovularak yeryüzüne gönderilmişti. Attar bu meseleyi ele alırken Tavus'u kadim dinlerin temsilcisi yerine koyarak ona "Sen görmüş fakat meseleyi anlamamışsın" diye çıkışır: Görmüşsün çünkü Âdem ve Havva'nın başına gelenlere şahit idin fakat bunun niçin olduğunu ise anlamamışsın. Sonra Attar meselenin ne olduğunu izah eder: Âdem cenneti yeterli sayınca Allah onu cennetten çıkardı. İnsan dünyaya geldi ki içindeki kabiliyet tam olarak ortaya çıksın ve kemale ersin. Daha doğrusu ilk yaratıldığı cennetten daha büyük bir nimete ulaşabilmesi için dünya hayatı bir sınav yeri olacaktı. Attar'ın bu yaklaşımı Müslümanların dünya telakkisinin ana çerçevesini anlatır. Üstelik bu yaklaşım hemen her Müslümanda vardır. Fakihler eşyada asıl olan ilke mubahlık ilkesidir derken dünyayı genel anlamda olumlu bir yer olarak kabul ederler. Dünya ve içindeki herhangi bir şey açık bir nas yok ise mubah ve temizdir; ayrıca takdis edilmesi gereksizdir. Bunun yanı sıra dünya zevkleri bize helal kılınmış olmakla kalmamış, bu zevkler ve nimetler meşru ölçülerde Allah'ı tanımamızın araçlarıdır. Şükür, hamd ve rıza gibi dinî hayatın en yüksek kavramları bu nimetlerle ilişkimizde ortaya çıkar. İslam bu şekilde dünyayı insanın sınav yeri sayarak insan olmamız için bir okul gibi telakki eder. Allah ise ahirette dünyada bulunduğundan daha çok bulunacak değildir: O her yerde ve her zamanda hazır ve nazır olandır. Ahlaki hayatın maksadı, Allah'ı ahirette olduğu gibi dünya hayatını da tanımak ve görmektir.