Raşit Ulaş: Gurbetçiler saatlerini Türkiye saatine göre ayarlar

Gurbetçiler saatlerini Türkiye saatine göre ayarlar
Giriş Tarihi: 22.11.2018 17:05 Son Güncelleme: 22.11.2018 17:06
Binlerce kilometre uzakta yaşasa da kolundaki saati Türkiye saatine göre ayarlayanların, her pazar izninde bulunduğu şehrin tren istasyonuna gidip İstanbul treninin gelişini bekleyenlerin hikâyesi bu.

Bir gün trene bindiler ve çok uzaklara gittiler. Evlerinden, çocuklarından, sevdiklerinden çok uzaklara... Hiç anlamadıkları bir dil, hiç görmedikleri bir kültürün içine düşüverdiler. Ne için katlanırdı ki insan buna? Elbette ekmek parası için. Çoluk çocuğu, ailesi daha iyi yaşasın diye... Öyle de yaptılar. En zor işlerde, en zor şartlarda çalıştılar. Uzun zamandır gurbetteki Türkiye üzerine araştırmalar yapan ve nihayetinde bu konu üzerine iki kitap çıkartan Gökhan Duman ile "gurbettekileri" konuştuk.

Neden gurbet hikâyelerinin peşindesiniz?
Aslında gurbet hikâyesi demek yerine belki insan hikâyesi demek daha doğru olur. Çoğunun bizim insanımıza özgü hikâyeler olduğunu düşünüyorum. Anlattıklarımız sadece gurbete gidenlerin hikâyeleri değil, burada kalan ailelerinin, eşlerinin, çocuklarının da hikâyeleri var. Doğrusu bazen neresi gurbet, neresi sıla karar vermek zor. Geçenlerde 40 yıl Danimarka'da çalıştıktan sonra emekli olan Osman amcanın hikâyesini paylaşmıştık. Konya'daki evine gelip yerleşmiş. Çocukluğunun geçtiği eski sokaklarda yürüyor, eski dostlarıyla oturup muhabbet ediyor, eskiye dair özlediği ne varsa onun peşinden gidip yâd ediyor. Her göçmenin yapabileceği bir şey değil bu. Cesurca bir karar. Bütün bunlara rağmen Osman amca yine de mutlu değil çünkü çocukları ve torunları onunla birlikte dönmemiş. Evleri, okulları, iş yerleri orada olduğundan onlar Danimarka'da kalmışlar. Osman amca şimdi de Danimarka'daki ailesinin özlemini çekiyor, oraya özlem duyuyor. Göçmenliğin yazgısı böyledir zaten. Arafta bir hayatınız olur. Neşet Ertaş'ın söylediği gibi "Bir anadan dünyaya gelen yolcu, dünya senin vatanın mı yurdun mu?"

Göçün, gurbetin ve ayrılığın peşine düşmeniz nasıl oldu?
Hikâyelerin peşine nasıl ve neden düştüğümüze gelecek olursak, biraz merakla başladı diyebilirim. Sosyal medya üzerinden birkaç göç fotoğrafı yayınladık ve arkası kendiliğinden geldi. Özellikle birinci ve ikinci neslin çocukları, torunları bize birçok ülkeden göç fotoğrafları ve hikâyeleri yolladılar. Şimdi geniş bir arşive sahip olduk diyebilirim. Yurtdışında milyonlarca insanımız olmasına rağmen onların hikâyelerinin çok fazla bilinmediğini ve bilinen kısmının da hep belli bir kalıba sıkıştığını düşünüyorum. Yeşilçam filmlerinde işlenen "gurbetçi" karakterlerini hatırlayın. Kafasında fötr şapkasıyla aşırı renkli ve abartılı giyinen, yarı Almanca yarı Türkçe ne konuştuğu tam belli olmayan, elinde radyosuyla görgüsüz, kaba saba bir tip çıkar karşınıza. Yine dönemin gazetelerine bakın benzer şekilde bir abartı ve asparagasla karşılaşırsınız. Aziz Nesin'in 1980'de Milliyet için kaleme aldığı Almanya yazılarına bakın; sarımsak yediği için sınır dışı edilen, memleketten getirdiği turşu suyunun kokusundan yanına yaklaşılmayan, şaşkın şaşkın etrafta dolaşan Türklerin hikâyelerinden geçilmez. Öne çıkarılan taraflar ilginç bir şekilde hep benzer olmuş. Müzikte de öyle, komik ve zaman zaman küfür içeren sözlerle bir popüler kültür malzemesi hâline getirilmişler. Toplumun alt sınıfına ait, alt kültürden gelen insanların modern toplumla imtihanı üzerinden bir okuma sunuyorlar bize. Bu tür bir kalıba sokma ve çerçeve çizme, gurbeti, göçü, göçmenliği anlayabilmek adına çok dar bir pencere vadediyor. Bize sunulan bu dar pencereden bakmak zorunda olmadığımızı düşünüyorum. O dönemin insanlarına biraz haksızlık edilmiş. 1970'lerin Bonn Büyükelçisi'nin anlattığı bir anı var. Çok sayıda göçmen işçinin çalıştığı bir fabrikayı diğer büyükelçilerle teftişe gidiyorlar. Yunan, Yugoslav, Türk, İtalyan ve İspanyol işçiler var. Fabrikanın hemen her bölümündeki uyarı levhaları bu ülkelerin dilinde tercüme edilerek yazılmış. Bu hoşlarına gidiyor. Soyunma odalarının olduğu bölümde Almanca olarak şöyle bir uyarı var: "Başkasının eşyasını izinsiz almak Alman kanunlarına göre suçtur." Büyükelçimiz bu levhanın diğer dillere çevrildiğini fakat içlerinde Türkçe olmadığı fark ediyor. Nedenini sorduğunda ise fabrika yöneticisinden, Türkler için böyle bir uyarıya gerek olmadığı yanıtını alıyor. Türk işçilerin böyle bir algısı var. Bu anekdotu şunun için anlattım. Özellikle ilk giden neslin, Anadolu'nun o nazik kimliği ve kültürüyle yetişmiş, dürüstlükleriyle, çalışkanlıklarıyla, derdi olana yardım için koşturmalarıyla, Anadolu irfanının o günkü taşıyıcıları olduğunu görüyoruz. Bu imajın yansımalarını göçmen işçi literatüründe, sözlü tarih çalışmalarında, yerli ve yabancı kaynaklarda bulabilirsiniz. Alman gazetelerinde, bulduğu cüzdanı sahibine ulaştırmak için dedektif gibi iz sürüp sonunda onu bulup sahibine veren Türk'ün hikâyesi günlerce haber oluyor. Yine, fakir bir evsiz kılığına girip bir Türk işçisinin işlettiği lokantaya giden Alman gazetecinin, kendisinden ücret alınmadığını ve lokantadan kovulmadığını şaşkınlıkla anlattığı haber de benzer şekilde bize başka bir şey anlatıyor. Biz şimdi paylaştığımız hikâyelerle o insanların daha önce ön plana çıkarılmamış yönlerini ortaya koymaya aracılık ediyoruz.

Karacaoğlan, Neşet Ertaş'ın da söylediği o güzel şiirde; "Üç derdim var birbirinden seçilmez/Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm" der. Sanırım gurbetçilerin hikâyesini tam olarak anlatıyor bu mısralar. Siz ne dersiniz?
"Ölüm ile ayrılığı tartmışlar, elli dirhem fazla gelmiş ayrılık" diyor Karacaoğlan. "Gurbet" kavramı üzerine biraz konuşmak gerek sanırım. Geçenlerde, "göçmenlik hakkında herkes konuşabilir ama gurbetin yasalarını yazmak en çok da Türklerin hakkıdır" şeklinde bir ifade kullanmıştım. Belki ilk nesil dururken bizim haddimize değil bu tür yargılarda bulunmak ama şimdi yine aynı düşüncedeyim. O yıllarda Avrupa'da birçok milletten göçmen işçi çalışıyordu. Türkler aynı yurt odalarını Yunan, İtalyan, Yugoslav, İspanyol ve Portekizli işçilerle paylaşıyordu. Baktığınızda diğer yabancı işçiler de evlerinden uzak bir memlekette hayatlarını kazanmaya çalışıyordu. Ailelerine, sevdiklerine özlem duyuyorlardı. Ama en azından şehir hayatı, toplum yaşantısı, yeme içme kültürü ve dinî yaşantı açısından bildikleri, aşina oldukları bir hayattı bu. Sudan çıkmış balığa dönmüyorlardı. Ülke değil de şehir değiştirmiş gibiydiler. Hafta sonu çıkıp gidebiliyorlardı evlerine mesela. Gurbet tahayyülü biraz da coğrafyayla ilgili sanırım; evden, vatandan uzaklaştıkça gam yükünüz artıyor. O yüzden gurbeti en iyi bilenlerdeniz desek yanlış söylemiş olmayız herhalde. Kara trenlerle üç gün yol teperek, kendilerine çok yabancı bir hayatın içerisine gelenler Türk işçilerdi. Mektup yazsan iki haftada gidiyor, cevabı iki haftada geliyor. Cenazen olsa sen vardığında çoktan toprağa verilmiş oluyor. Telefon açmak için bir gün önceden postaneye gidip ismini yazdırman gerekiyor, şanslıysan muhtarın evindeki telefondan ailenin sesini birkaç dakikalığına duyabiliyorsun. "Arabayla izne geleyim" deseniz günlerce direksiyon sallıyorsunuz. Gurbet biraz da imkânsızlıkların sınırıyla ilgili bir şey… Bunu özellikle ilk giden nesil fazlasıyla deneyimledi. Ölüm mü daha ağır geliyor, ayrılık mı sormak lazım o insanlara.

Bunca araştırma ve çalışma sonunda anlayabildiğiniz kadarıyla Türkler için gurbet ne demek, bunu nasıl tarif edersiniz?
Binlerce kilometre uzakta yaşasa da kolundaki saati Türkiye saatine göre ayarlayanların, her pazar izninde bulunduğu şehrin tren istasyonuna gidip İstanbul treninin gelişini bekleyenlerin, eşinin elleriyle işlediği iğne oyalı havluyu kokusu gitmesin diye kullanmayanların, senelik izninin gelmesine 8 ay olmasına rağmen kızının istediği o kırmızı pabuçları ilk maaşıyla satın alan babaların, emzikli çocuğunu Sirkeci'de babasının kucağına bırakıp gidecek kadar gariban olan anaların hikâyesi bu... Gurbeti yaşayan onlardı. Gurbeti anlatmak da onların hakkıdır. Biz ancak buna aracılık edebiliriz. Ama bunca yıldır dinlediğim hikâyelerden yola çıkarak şunu söyleyebilirim ki gurbet, evin hemen dışındadır. Kapının ardı gurbettir. Yanınızda eşiniz, çocuklarınız, anneniz, babanız, kardeşleriniz yoksa her yer gurbettir.

İlk göç eden insanların yaşadığı zorlukları hâlen orada yaşayan Türkler de çekiyor mu, şu an durum ne?
Zorlukların şekil değiştirdiğini söyleyebiliriz. İlk gidenlerin yaşadıklarıyla şimdiki neslin yaşadıkları farklı… İlk gidenler yabancı bir ülkede yaşamanın zorluklarıyla ve mekânın inşasıyla uğraşmak durumundayken şimdiki neslin öyle bir sorunu yok. Onların karşı karşıya oldukları sorun daha çok bulundukları toplumun eşit bireyleri olabilme adına verdikleri mücadele. Göçmenlik öyle istediğiniz zaman üzerinden çıkarabileceğiniz bir gömlek değil. Pasaportunuz Alman pasaportu da olsa, Almancayı anadil gibi konuşsanız da isminiz Ali'yse, Ayşe'yse hiç şüpheniz olmasın göçmenliğiniz hep bakidir. Geçtiğimiz günlerde Manheim Üniversitesi göçmenlerle ilgili bir araştırma yaptı. Üzerinde eşit sayıda hata bulunan Murat ve Max isimli öğrencilere ait sınav kâğıtlarının öğretmen adayları tarafından değerlendirilmesi istendi. Günün sonunda Max, Murat'tan daha yüksek not almıştı. Bugün Türk, Müslüman ve diğer göçmen toplumların Avrupa'da karşı karşıya oldukları temel sorun maalesef kökleri çok derinlerde olan ırkçılık damarının varlığıdır. Hemen her gün duyduğumuz, "Türklerin işlettiği işyerine saldırdılar, camiye domuz başı bıraktılar, Türklerin oturduğu apartmana Nazi işareti koydular" şeklindeki haberler artık sıradan bir hâle geldi. Öte yandan bunlar siyasi malzeme hâline de getiriliyor. AfD gibi ırkçı partiler Avrupa'nın her yerinde oylarını artırıyor. Irkçı söylem üzerinden bir popülizm yarışına giriliyor. Tepeden, siyaset kurumundan tabana, yani topluma doğru bu tür yayılma ve tazyikler her zaman daha sıkıntılı sonuçlar doğurmuştur. Çok değil henüz 60-70 yıl önce Almanya bunu yaşadı ve yaşattı. Şimdi yeniden o ırkçı damarın peşinden giden binlerce insanın Almanya sokaklarında slogan atarak yürüdüklerini görmek yeterince ciddiye alınmayan ama çok açık sinyaller veren kötü bir geleceği işaret ediyor sanki. Geçmişinde Auschwitz olan bir toplumun yeniden bu tür ırkçı hareketlere izin vermesi çok düşündürücü ve hatta ürkütücü. Yurtdışındaki insanlarımızla yeterince empati yapamıyoruz diye düşünüyorum. Dışlanmak, ayrımcılığa uğramak, diliniz, dininiz ve etnik kökeniniz yüzünden sürekli baskı ve taciz altında olmak gerçekten katlanması zor bir yaşam şekli. "Orada yabancı, burada Almancı" klişesini herkesten ve her şeyden önce bizim yıkmamız gerekir. Bu konuda onlara borçlu olduğumuzu düşünüyorum.

Bu hikâyelerin peşinde giderken mutlaka çok enteresan ve çok acı şeylerle karşılaştınız. Henüz gün yüzüne çıkartmadığınız bir hikâye var mıdır bizimle paylaşacağınız?
Yayınlamadığımız hikâyeler var elbette. Genelde manevi yükünü çok ağır bulduğumuz, hazmetmekte zorlandığımız hikâyeler. Farklı umutlarla gidilmiş, ardından ailenin her bir ferdi başka bir yere sürüklenmiş, dağılmış parça parça olmuşlar. Bunun gibi hikâyelerin belki zamanı vardır. Şimdilik onları bekletiyoruz. Ama yakında paylaşacağımız güzel bir hikâyeden bahsedebilirim. Bir teyp ve bant hikâyesi… Bir elektronik fabrikasında çalışan işçimiz hevesleniyor ve kayıt özelliği olan teypler ilk piyasaya çıktığında hemen gidip iki tane alıyor. Fabrika çalışanı olduğundan ucuza getiriyor bir nevi. Tabii o zamanlar kimsede yok, havalı bir şey. Birini memlekete evine yolluyor, diğeri de kendinde kalıyor. Kaldığı işçi yurdunda kendi mahallesinden komşusu, arkadaşı olan bir abimiz de var. O ses kaydı yaparken uzaktan melül melül ona bakıyor. Bizimki de bakıyor olacak gibi değil, dayanamıyor ve kasetin yarısına kendi konuşuyor, yarısına da o arkadaşı konuşuyor. Üzerine de bir not yazıp gönderiyorlar, A yüzünü benim hanım dinlesin, B yüzünü onun hanım dinlesin diye. Bandı da istedik eğer izin çıkarsa onu da yayınlamayı düşünüyoruz.

Göçüp Kalanlar ve 11. Peron 'dan sonra yeni projeler var mı?
Yarım asrı geride bırakan devasa bir göç hikâyesiyle ilgili yapılacak çok şey var aslında. Kitaplar küçük bir boşluğu dolduruyor henüz. Gerçekten her şeyden önce bir arşiv ve sözlü tarih çalışmasına ihtiyaç var. İlk nesilden büyüklerimiz artık göçüp gidiyorlar. Onları kayıt altına almak gerek. Bir de son zamanlarda göç objelerine merak saldık. Bazı takipçilerimiz bize ailelerinden kalan göç objelerini gönderiyorlar. Eski bavullar, radyolar, ajandalar, mektuplar, fötr şapka gibi göçe tanıklık etmiş, yaşanmışlığı olan eşyalar. Bunlarla ilgili bir çalışma yapmayı istiyoruz. Belki bir enstalasyon ya da butik göç müzesi neden olmasın.

Gökhan Duman kimdir?
1983 yılında Tokat'ta doğdu. 16 yıldır Ankara'da yaşıyor. Uluslararası Ilişkiler ve Siyaset Bilimi bölümlerinde eğitim aldı. Diaspora, göç, göçmenlik üzerine çalışmalar yürütüyor. Fotoğrafçılık, arşivcilik ve sosyal medya konularıyla ilgileniyor. 2016 yılında yayınlanan "Göçüp Kalanlar" kitabının editörlüğünü yürüttü.

BİZE ULAŞIN