Hepimiz destanı biliyoruz: Türkler yaşanmaz hâle gelen yurtlarını bırakarak daha bol ve müreffeh bir hayat için yeni yurt aramak üzere yola çıkarlar. Yolun bir noktasına vardıklarında bıraktıkları yerden daha çetin ve güç bir engelle karşılaşırlar: Önleri yaşama umutlarını yok edebilecek yalçın dağlarla kesilmiştir.
Öyle bir yerdedirler ki artık, ne bu sarp dağları aşmaları mümkündür ne de geri dönmeleri! Daha iyi bir hayata ulaşmak üzere çıktıkları yolda eldekini yitirme tehlikesi ortaya çıkmıştır. Çaresiz bir şekilde ne yapacaklarını düşünürlerken demirci ustası onlara çareyi gösterir: Dağdaki demir.
Dağın demir kısımları ateşle eritilerek aşılabilirdi. Hemen odun toplanır, büyük ateşler yakılır, ateş demiri eritir ve böylece insanlar çıkabilecekleri bir yol bulurlar. "Ergenekon Destanı" diye bilinen ve belki birçok milletin müşterek muhayyilesinin unsurlarını taşıyan destanın özeti budur.
Masalda söylenenleri tarihte gerçekleşmiş bir vaka olarak mı okuyacağız, yoksa söylenin ardında saklanan hikmetin peşinden mi gideceğiz? Modernleşme sürecinde gelişen sosyal bilimler insanların binlerce yıl içerisinde ürettikleri anonim kültür unsurlarını yorumlama imkânları sundular. Özellikle masalların, destanların özel bir dille söylendiği var sayılarak içerdikleri derin anlam çeşitli paradigmalar ışığı altında tahlil edildi.
Masal dilinde saklanan hikmet: Demir, ateş, dert ve derman!
Modern yaklaşımlar, destanların abartılı anlatımlarının ve "basit" dillerinin ötesinde saklanan hakikati izhar ederek, insanın yeryüzündeki serüveninin zamanı ve mekânı aşan boyutlarını bize gösterdi. Bu sayede insanlık ailesinin binlerce yıldır benzer sorunlarla yüz yüze geldiğini, çözümler değişse bile sorunların kadim olduğunu, yeryüzünün aşağı yukarı aynı çerçevede telakki edildiğini, temel insani meselelerin ve ilişkilerin tekrarlandığını fark ettik.
Hepsinden önemlisi insanın "hayvan-ı natık" olduğunu hatırlayarak bu kültürel mirasa "natık varlığın" kendini ve evren telakkisini işlediği "derin akıl" ürünleri olarak bakabilme sabrını öğrendik. Çünkü insan bir şeyi abartılı ve irrasyonel unsurlarla anlatsa bile her insani ürünün içinde bir akıl gizlidir. Bir destanda veya masalda bu aklı keşfetmediğimizde, onu okumanın bize verebileceği ne olabilir ki?
Ergenekon destanında anlatılanları gerçekleşmiş bir vaka olarak mı göreceğiz? Destanların dilini doğru tahlil edebilirsek cevabımız bir kere değil, binlerce kez olmuş-olacak bir hadisenin bize anlatıldığı şeklinde olmalıdır. Her insan bu destanda anlatılanı bireysel ve toplumsal hayatta gözlemiştir, halihazırda da yaşamaktadır.
Destanda anlatılan, "tümel" anlatımın dilinde gizlenmiş bireysel tarihimiz, daha doğrusu her birimizin bireysel ve müşterek kaderidir: Her birimiz daralan hayatımızı genişletmek için rahatlığı arar, bulunduğumuz yeri değiştiririz, bir yerden başka bir yere göçeriz; gerçekte yeryüzünde sabit bir yerimiz de yoktur.
Bütün yeryüzü insan için bir evdir; her insan "ber-duş" yaşayabilir. İçimizde yeniliğe ve yer değiştirmeye karşı bir korku bulunsa bile, hayat ile aramızdaki derin bağ yeni imkânlara ve yerlere doğru cesaretle yönelmemizi salık verir bize. Yeni olanın korkularına rağmen harekete geçirten şey, var olan hakkındaki derin idrakimiz ve yaşama umudumuzdur: Hayat iyidir ve hareket yeni bir imkân demektir.
Bunu, zaafa karşı gücü, zorluğa karşı kolayı yeğlemek arzumuz diye anlatabiliriz. Buna mukabil korku bizde durağanlık ve hareketsizlik meydana getirir. Hareket ettiğimiz sürece umudumuz var demektir; hareket gerçekte sevgiyle yönlendirilir.
Umuda ve hayata kaçış
İbn Arabi, Hz. Musa'nın kaza ile vesile olduğu bir katilden sonra öldürülmekten "korkarak" kaçışını böyle yorumlar: Herhangi bir kaçışın –bir hareketin- sebebi korku değildir. Korku bir hareket var edemez, aksine hareketsiz ve hayret içinde bırakır bizi! Hareket ediyorsak, umudumuz korkumuzu yendiği için hareket ediyoruzdur. O hadisede Hz. Musa umuda ve hayata kaçmıştı, yoksa korktuğu için kaçmamıştı.
Duyularla algılanan ile akılla idrak edilen arasındaki çelişki, yaşanan ile derinden sezilen arasındaki çelişkidir bu! Görünüşte korkuyu görürüz, fakat gerçekte korkunun altında saklı olan yaşama umudu ve sevgisi, hareketin sebebidir. Türklerin ata yurdunu terk ederek yeni bir yer aramak üzere harekete geçebilmeleri hayata duydukları umudun ve sevginin ifadesiydi. İnsanların yeni bir hayat ve yurt aramaları, korkunun değil, hayata duydukları sevginin ve varlık aşkının neticesiydi.
Daha iyi bir hayat umuduyla çıktıkları yolda ummadıkları güçlük ve sıkıntılarla karılaştılar. Belki hayatı ve varlığı olduğu hâl üzere idrak edebilmenin fırsatı ortaya çıkmıştı: Yaşadığımız zorluk hiçbir zaman en zor olan değildir, kimse en zoru görmüş olamaz. Bunu ancak daha zoru görünce fark edeceğiz.
Destanın kahramanları kendi hayatlarındaki güçlüğü aşmak istediklerinde hayatın kendisinden o güçlüğü çıkartıp atamadıklarını fark edeceklerdi: Yaşamak güçlükleri ve sıkıntıları beraberinde götürebilmek olacaktı. İnsan gittiği her yerde ve her zaman yeni sıkıntı bulacak; fark edecek ki maharet sıkıntılardan kaçmak değil, sıkıntılarla ve onları çözerek hayata yeni imkânlar bulabilmektedir.
Varlıktaki "açılma-daralma"
Biz benzer durumu Hz. Musa'nın hayatında olduğu kadar Hz. Peygamber'in hayatında da görmekteyiz. Onun hayatı bir daralma-açılma şeklinde okunabilir. Hz. Peygamber'in izinden giden metafizikçiler bize varlığınkabz-bast (açılma-daralma) şeklinde tezahürünü öğreteceklerdi. Mekke'de daralan hayatı onu yeni bir yolculuğa icbar edecekti; lakin darlıktan mutlak bir genişliğe değil, sıkıntılarla örülmüş yolculuğun neticesinde başka bir sıkıntılı hayata doğru olacaktı.
Âdem'in çocuklarının yeryüzündeki hayatları çile ile örülmüştü ve Allah insanı sıkıntılarla terbiye edecekti. Bir tasavvuf deyiminde denildiği üzere "Terbiye celal ile olur." Hz. Musa'da ise bu paradoks, ölüm korkusu, daha doğrusu yaşama arzusuyla şehri terk etmesinin ardından ortaya çıkan müteselsil sıkıntılarla kendini göstermişti.
Belki de Hz. Musa hayatın ne olduğunu en iyi orada anlamış, çare ararken hiç ummadığı sıkıntılara maruz kalmıştı. Hz. Musa öyle bir derde duçar olur ki en sonunda şöyle der: "Rabbim! Bana göndereceğin her bir hayra muhtacım." Burası hayatının bu merhalesinde sanki son noktaydı; bu duanın ardından Hz. Şuayb ile birlikte bir derman ortaya çıkacaktı.
İlahi takdir şunu iktiza etti: Her güçlükle beraber kolaylık, her sıkıntıyı aşan bir çözüm, her derdin içinde saklı derman bulunur. Susayanın aradığı şey, ayağının hemen altında saklı olabilir. Hz. Eyyub ile Hz. İsmail hikâyesinden bu paradoksu öğrendik: Dermanın derde yakınlığını! Dağlar insanın önünü kesse bile bu derdin derdin çözümü sorunun ortaya çıktığı yerdedir. Daha doğrusu demirin dağda bulunması çarenin ta kendisiydi.
Bunu sufiler "celal içinde cemal" veya "her şeyin içinden geçen ilahi rahmet" düşüncesiyle anlatır. İnsan çıksın diye kuyuya düşer, suyu bulsun diye susar, şifaya ersin diye hasta olur; insanın boyunu aşan bir kuyu olmayacak, sesini duyurmayacağı bir yalnızlıkta kalmayacaktır. Dağın önlerine çıkması bir dert, dağın demir olması ise çareydi. Bu kez sahneye başka bir rehber çıkar. Derdi dermana çevirecek ve tıkanan yolu açacak bilge, yani demirci ustası çözümü bize gösterir! Demir ancak ondan daha güçlü bir şeyle eritilerek aşılabilir.
Ateş, akıl, hikmet, bilgi
Destana demirci ustası nereden geldi? Belki de o her toplumda bulunan akıl sahibini ve bilgeyi, Hz. Musa'nın hikâyesindeki Şuayb'ı –Hz. Hızır'ı değil- temsil edebilir. Demirci onlara çözümü gösterir, demiri eriterek oradan çıkmanın yolunu bulurlar. Büyük bir ateş yakılır, ateş demiri eritir. Ateşi bildiğimiz ateş ile sınırlı düşünmek bizi yanıltabilir.
Her şeyden önce ateş, uzak Doğu'dan Akdeniz'e kadar uygarlığın başat kavramlarından biridir. İnsanlar ateş ve onun türevi olan ışıkla bilgiyi, aklı ve başka birçok şeyi anlatmışlardır. Ateş hayatı ve varlığı temsil ederken yokluk karanlık ve ateşin yokluğudur.
İnsan bahis mevzu olunca her şeyi insanın temel ilkesi olan akıl ve düşünmeyle irtibatlandırmak gerekir. Bu itibarla ateş insandaki akıl ve bilgiye karşılık gelerek destana bakış yönümüzü değiştirir. Burada övülen şey, insan aklı ve onun sorunlarından üstesinden gelme yetisidir. Bu kez ateş ile anlatılan akıl, bazen sıradan bir insanın bilgisini ve aklını temsil ederken bazen de daha üst bir akla ve bilgiye atıf yapabilir.
Hz. Musa'nın hikâyesinde vahiy ateş suretinde tecelli etmişti. Hz. Musa "Ben bir ateş gördüm, belki ondan bir tutam getiririm" dediğinde soğuğun daralttığı hayatı çözüme taşıyan şey ateş olmuştu. Burada soğuk, destandaki yalçın dağlara, ateş ise bilgiye ve çözüme karşılık gelmişti. Daha doğrusu Allah ihtiyacında ona tecelli ederek kurtuluş cihetini göstermişti.
Hz. Peygamber bir zamanda dindarlığın güçlüğünü anlatırken "ateşi elde tutmak gibi" şeklinde bir benzetme yapmıştı. Grek mitolojisinde bilgi ateşle anlatılır; Promethe insanlar için ateşi çaldı diye tanrılar tarafından cezalandırılmıştı. Orada ateş hikmet ile özdeşleşir. Hiç kuskusuz bu ateş bizim destandaki ateşle aynı şeydi.
İnsanın en güçlü yönü: Akıl
Ateş haddi zatında gücüyle birlikte bilgiyi ve aklı temsil eder. Bu bakımdan akıl için iki temel nitelikten söz edebiliriz. Birincisi güçtür. Biz, bize güç veren şeyi severiz. İkinci özelliği ise dönüştürücü olmaktır. Ateş her şeyi yakar, kendine dönüştürür.
Bu nedenle aşk ateş ile anlatılır; çünkü aşk maşuktan gayri her şeyi yaktığı gibi en nihayetinde seveni de yakarak sevdiğiyle bir yapar.
Aşk bir ateş gibi insanı dönüştürür. Biz ateşin bu özelliğini biliriz. Bu nedenle bilgi ateşe benzetilir. Bu kadar da değil! Akıl başka bir yönüyle de kartala benzetilir. Soyutlama ve gücü sebebiyle akıl kartala benzetilir. Velhasıl bilgi ve akıl ile ateş arasında irtibat kurmak destanı doğru anlamak için zorunludur.
Öyleyse destanda demiri eriten ateş, bilgi ve akla gönderme yaparak Promethe'nin çaldığı ateşe –hikmet, bilgi- yaklaşır. Bu durumda destan dikkatimizi insana ve insanın yeryüzündeki müstesna konumuna yönlendirir: İnsan yeryüzünün en zayıf varlıklarından biri olsa bile, aklı sayesinde öteki bütün varlıklardan daha güçlü, bütün güçlüklerin üstesinden gelebilecek kabiliyetle mücehhez bir varlıktır.
Buna işaret eden hadis-i şerifler vardır: Hadislerde en güçlü varlıklar sayılırken, en nihayetinde insandaki akla ve ahlaka gelinir. Platon'un Grek mitolojisinden aktardığı hikâyelerde ise tanrıların canlılara kendilerini koruyacak güçlü organlar verdiği, insana ise sadece aklı verdiklerine işaret edilir.
O hâlde insanın mümeyyiz niteliği olan akıl, aynı zamanda onun en güçlü yanıdır. Destanda demirci ustasında temessül eden bu kabiliyet, insan aklına dikkatimizi çekerek, insan övgüsüne dönüşür: Sorun ne kadar büyük olursa olsun üstesinden gelecek olan insan aklıdır.
Destanın ikinci bölümü gelecek sayıya kaldı!