Çocuklarla Koşan Kadınlar, kendi yaşam dinamikleri içinde güncel sorular soran, cevaplar arayan, kimi zaman çıkmazlara giren, kucaklarında çocuklarıyla hep o bahsettiğim ülfet ile külfet çizgisinde yol yürüyenlere ama diğer yandan "olmak" için devamlı niyet edenlere destek olmak üzere sunuldu. Nazife Şişman gerek duruşuyla gerek düşünceleri itibarıyla tanıdığım en şahsiyetli, en zarif kadınlardan biri. Şişman'ı bu sayfada ağırlamaktan onur duyduğumu söylemeden geçemeyeceğim. Onun yıllardır sosyal bilimci ve yazar kimliğiyle yazıp anlattıkları hepimizin müşterek dertleri için ufuk açıcı şeyler. Yakın zamanda, Fatma Barbarosoğlu ile birlikte yazdıkları Adı Konmamış Çağda Yeni Anne Babalar kitabı gündelik hayatın kaydını tutan çok önemli sorulardan ve cevaplardan oluşuyor. Toplumu, kadını ve erkeği sadece "kopuşlara" bağlı olarak değil de kültürel ve toplumsal bir çerçeve içinde anlamaya çalışıyorlar. Güncel sorunlarınıza yanıtlar bulabileceğiniz Yeni Anne Babalar'ı muhakkak edinmenizi tavsiye ederim. Zira aradığınız şeyden çok daha fazlasını bulacaksınız.
Bugünün kadınının, iki ateş arasında, eski ile yeni, geleneksel ile modern arasında kaldığına, kuşaklar arası mesafenin her geçen gün daha büyüdüğüne dair birçok analiz yapıyorsunuz Yeni Anne ve Babalar'da. Benim kitaptan genel olarak anladığım şu oldu: Eski rollerimize dönemeyeceğimiz, yeniye dair ise hep teyakkuz hâlinde olmamız gerektiği. Kafası karışık anne babalar için daha işlevsel seçenekler yok mu?
Bizim, sevgili arkadaşım Fatma Barbarosoğlu ile birlikte Adı Konulmamış Çağda Yeni Anne Babalar'da sözü söze ekleyerek yapmaya niyet ettiğimiz şey, tam da bu işlevsel seçeneğin olmayışına, bu seçeneksizliğin ardında yatan şartlara dair zihnimizi yormak. Bizden önceki kuşakların çocuk yetiştirme tecrübelerinden istifade edemediğimiz gibi anne- babalara yeni ve aşırı sorumluluklar yükleyen bir kültürel atmosfer ile de kuşatılmış durumdayız. Anne-baba olmanın güçlüklerini konuşurken vurgumuz ebeveyn olmaya, daha ziyade anneliğe yoğunlaşıyor. Bir tavır, bir tutum, bir kimlik olarak anne-babalık / ebeveynlik konumunun çocuğun hayatındaki belirleyiciliğini, merkeziliğini tartışmasız bir ön kabul olarak benimsemeden bu konular konuşulamıyor. Bizatihi terminoloji bize bunu dayatıyor. Hâlbuki bundan 30-40 sene önce "ebeveynlik"ten değil "çocuk yetiştirmek"ten bahsediyorduk.
Anne-baba davranışı ile çocukların akıbeti arasında kurulan ve 20'nci yüzyıla damgasını vuran psikolojizm, son zamanlarda TV dizileri ile de popüler kültürün yaygın kabul gören bir unsuru hâline geldi. Anne-babanın çocuğa ilgisi, muamelesi, çocuğun kişiliğini, davranışlarını etkiler. Bu herkesçe kabul edilen bir tespit… Fakat anne-baba davranışının, çocuğun akıbetini, toplumsal, ekonomik, psikolojik içinde bulunduğu durumu ve davranışlarını birebir belirleyen bir konuma yerleştirilmesi, çok yeni bir anlayış… Hem bu yeni ebeveynlik kültürünü hem de hızla değişen toplumsal atmosferin tecrübe edinmeyi engelleyen yapısını işin içine dâhil eden bir anlama çabasının ürünü, Yeni Anne Babalar kitabı.
COVID-19 sürecinde kadınlar için annelik statüsüne bağlı rol beklentilerinin çeşitlenerek arttığını görüyoruz. Bu sürecin anneliği yeniden üretip şekillendireceğiyle ilgili öngörüler var. Sizce nasıl bir dönüşüm bekliyor bizi?
Annelik modern dönemle birlikte "yeniden üretim"e tabi tutulmuştu zaten. Sanayileşme, ev ile iş (fabrika) arasında kesin bir ayrım yaptığında ailenin, dolayısıyla kadının üretici rolü ortadan kalktı. Özellikle burjuva devriminin ilk dönemlerinde kadın için biçilen konum, mutfak tezgâhının arkasıdır. Çalışmayan aristokrat kadın eleştirilirken, evinde çocuklarına bakan, evcimen kadın ideali yüceltildi. Modern ulusdevlet ise, "yeni anne"yi, yani geleneksel metotlarla değil, yeni tıp teknolojilerinin ışığında, yeni eğitim metotlarını kullanarak yeni vatandaşı yetiştiren "anne kadın"ı ön plana çıkardı. Modern iş bölümü uzmanlaşmayı zorunlu kılarken çocuk eğitimi ile doğrudan ilgilenen kesimin uzmanlaşmasını ihmal edemezdi elbette. Çocukluğun diğer yaş gruplarından tamamen farklılaşmış bir yaş dönemi olarak belirlenmesiyle birlikte bu yaş dönemindekilerle ilgilenecek kişilerin de uzmanlık bilgisine sahip olması gerekti. Böylece "çocuk eğiticisi olarak uzman anne" şeklinde bir ideal belirlendi.
Pandemi sürecinde okulların kapanıp toplumsal bakım ve yardımlaşmaya yönelik destekler ortadan kalkınca, bu "ideal-uzman" anneden beklenen performansta çok ciddi bir artış oldu. Bireyselleşen modern toplum zaten çocuğun bütün geleceğinden, dolayısıyla toplumun geleceğinden de anne-babayı sorumlu tutuyordu. Yeni kapanma döneminde "ebeveyn performansı" risk bilinci üzerinden tekrar vurgulandı ve çocukların korunması, beslenmesi, eğitilmesi sorumluluğu neredeyse tamamen annenin omuzlarına yüklendi. Neoliberal kapitalist sistem, refah devletini yüklerinden kurtarma sürecinde çocuk ve yaşlı bakım işlerini "aile" vurgusu ile "anne"ye yükleme çabası içindeydi uzun süredir. Karantina günleri bu çaba için biçilmiş kaftan olarak kullanıldı.
Ev eksenli çalışan kadınların aile ve toplumsal yaşamda çoğunlukla emeklerinin görünmediğini biliyoruz. Bir kadının emeğini görünür kılması için ne yapması gerekir?
Emeğin görünürlüğünden ne anlıyoruz? Kendisiyle mülakat yaptığım genç bir anne, çocuk bakımının ne kadar zor bir iş olduğunu, aslında önemli bir iş yaptığını meslek sahibi arkadaşlarına ve "herkes"e ispatlamak amacıyla Instagram hesabı açtığını söylemişti. Gecenin üçünde hâlâ uyanık olduğunu, çocuğun saçıp döktüklerini nasıl temizlemek zorunda olduğunu ince ince belgeliyordu hesabında. "Görünüyorum o hâlde varım" mottosunun hâkim olduğu günümüz kültürüne teslim olmak değil soruda kastettiğiniz, anladığım kadarıyla. Ama bireysel olarak görünür olmak hedeflendiğinde, mecra belli. Oysa bir faaliyetin, bir emeğin "kıymet" kazanması çok daha farklı toplumsal, kültürel ve ekonomik süreçlerle alakalıdır. Bu konuda ev emeğinin ücretlendirilmesini savunan sosyalist ve komünist görüşler var biliyorsunuz. Katrine Marçal, Adam Smith'in Yemeğini Pişiren Kimdi? Ekonomide Kadının Görünmez Eli adlı kitabında ev içi emek ve kapitalist sistem ilişkisini çok çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Ama ben asıl, "Bütün insani faaliyetlerin metalaşmasına nasıl mesafe koyabiliriz?" sorusu üzerinde düşünmemiz gerektiği kanaatindeyim.
Kadınların artık güvencede olmadığı, önümüzdeki yolun pek de net görünmediği ile ilgili her gün bizi tedirgin eden, kışkırtan onlarca haber, yorum okuyoruz. Henüz yetişmekte olan genç kızların kimliklerini bu distopik kültür içerisinde oluşturmaları sizce neye mal olacak?
Mesele sadece kadınların güvencede olmadığını distopik bir çerçevede sunan yaklaşımdan ibaret kalsaydı, sınırlı bir bakış açısıyla yaklaşıp çözüm önerileri sunabilirdik. Oysa Frank Furedi'nin otuz yıl önce adını koyduğu "korku kültürü" çok geniş bir alana sirayet etmiş vaziyette. Mesela "çocuklar da emniyet altında değil, en yakınlarının taciz tehdidi altındalar" fikrini tescilleyen haberler bir tarafta... "Zaten dünya yaşanmayacak bir yere dönüşüyor, buzullar eriyor, iklim değişikliğinin emarelerini görüyoruz" diyen bilim-teknoloji haberleri diğer tarafta. Davos Zirvesi gibi uluslararası bir konferansta teknolojinin "bildiğimiz insanın sonu"nu getireceğini söylüyor bir bilim adamı. Elon Musk dünyanın dışında bir yerlerde yaşam alanı arayışında. Çocuğuna verdiği isim "alfa, beta, x" gibi işaretlerden oluşuyor, farklı bir gezegendeki yaşama hazırlanırcasına... Bütün bunlar bir gelecek tasarımını takdim ediyor insanlığa. Tasarım, adı üzerinde kurgu. Bu gelecek kurgusu adeta bir endüstriye dönüşmüş durumda ve korku kültürünü besliyor. Netflix'te yayınlanan filmlerin yüzde kaçı distopik, istatistiğini bilmiyorum, ama önemli bir kısmı dünyanın sonunu anlatan filmlerden oluşuyor. Siz distopik kültür deyince değinmeden geçmek istemedim. Distopyalar korku kültürünü besliyor. 1990 sonrasının siyasal atmosferinde alternatifin olmadığına, dünyanın gidişinin kaçınılmaz olduğuna, "zaten böyle" demekten başka bir şeyin elimizden gelmeyeceğine bizi ikna etmek üzere... Kadınlarla ilgili distopik atmosferi de bu geniş çerçeveye yerleştirerek anlamaya çalışmak daha doğru diye düşünüyorum.
Bir kadının ya da erkeğin yeni bir kimlik doğurması için bağımsız olması gerektiği ve yeni bir başlangıç için öncelik olarak boşanması gerektiğine dair bir etkileşimden söz etmek mümkün sanırım. Önümüze konan böylesi çok fazla başarı hikâyesi güzellemesi var. Diğer yandan, 'solo annelik', 'solo babalık' gibi kavramlar da türedi. Bütün bunlar tevafuk mu sizce? Değilse, sizin bir teoriniz var mı?
Her şeyin modası olur da "bilimsel/psikolojik" görüşlerin olmaz mı? Çok ilginçtir, benim çocukluğumda Yeşilçam filmlerinde çocuğu olduğu için evliliklerine tahammül eden ana kahramanlar, olumlu tipler olarak çizilirdi. Sadece popüler kültür ve ona kaynaklık eden geleneksel görüşler değil, "bilimsel" yaklaşım da çocuk için en kötü evlilik ilişkisinin bile boşanmış ebeveynlere sahip olmaktan daha iyi olduğu fikrine yaslanırdı. Sonra bu değişti, kötü bir ilişkidense boşanmış olmanın çocuk için daha sağlıklı olduğu görüşü kabul görmeye başladı. Son yıllarda kadınların bireysel kimliklerine yapılan vurgu kötü evlilikleri sürdürmeme üzerinde odaklanıyorsa da anne-babanın bir aradalığının çocuk için iyi olduğunu ortaya koyan pedagojik yaklaşımlar da var tedavülde. Değişen toplumsal şartların "tek başına çocuk yetiştiren anne" gerçekliğini ortaya çıkardığı bir vasatta bazıları bu duruma ağıt yakarken bazıları da büyük bir başarı güzellemesi ile yaklaşıyor. Her iki yaklaşım da mutlak "doğruyu/haklıyı" temsil etmiyor. Ama şu bir gerçek, anne-babalar çocuk dünyaya getirirken bireyselliklerinden ne derece vazgeçmeleri gerektiğine dair bilinçten ve tahammül düzeyinden gittikçe uzaklaşıyorlar.
"Anneler günü bir özel gün" reklamı olarak Nisan-Mayıs aylarında yoğun olarak karşımıza çıkıyor. Doğrudan veya dolaylı anlamlar yaratarak ürün ve hizmetlerin tüketimine yönelik olarak kadını bir "müşteri" kategorisinde konumlandırıyor. Reklamlardaki annelik miti ve görünmeyen anlamları ile ilgili olarak neler söyleyebilirsiniz?
Reklamlardaki annelik miti tüketime odaklı… Ama söz konusu mit, sadece tüketime teşvik eden reklamlar düzeyinde kalmıyor. Annenin nasıl bir sevgi nesnesi olacağını, sevginin nasıl izhar edileceğini, bu izharın araçlarını belirleyen bir piyasa ile karşı karşıyayız. Sosyolog Eva Illouz, duygusal kapitalizme ve duyguların metalaşmasına dair kaleme aldığı paradigmatik metinlerde, bizzat piyasanın duyguları ürettiğini, birtakım ürünlerin (mesela tek taş yüzük) belli duygusal durumları ortaya çıkardığını ya da esasında duygular ile piyasada tüketime sunulan nesnelerin birbirini ürettiğini söyler. Anneler günü ve etrafında örülen mutfak robotundan takıya ve çiçeğe uzanan hediye ağı, bizzat duyguları icat edip üretiyor ve sevginin gösterilebilirliğinin, daha doğrusu standart metalar üzerinden piyasaya dâhil edilebilirliğinin örnekleri olarak duruyor karşımızda. Başka türlüsü muhal hâle geliyor. Özdemir Asaf her yaşın beraberinde getirdiği hayat dersini aktardığı "Öğrendim" şiirinde "Eşimin beni hâlâ sevdiğini, tabakta iki elma kaldığında küçüğünü almasından anlayabileceğimi öğrendim." der. Oysa duygusal kapitalizm sevme, sevgiyi hissetme ve sevgiyi gösterme biçimlerini standart tüketim kalıplarına mahkûm eder. Anneler gününün "annelik"i hapsettiği kalıp gibi...
Kendi anneniz ile kurduğunuz bağ için geçmişinize döndüğünüzde aklınıza gelen en çarpıcı imge ne oluyor? Çocuklarınızın hatta torunlarınızın sizi hangi imgelerle hatırlamalarını isterdiniz?
Annemle ilgili imgeyi düşündüğümde... Çocukluk hatıralarının sökün ettiği, pek çok yazarın hatıralarını yazmak üzere kalemi eline aldığı -mesela Oliver Sacks, Paul Auster- 60'lı yaşlara yaklaşırken benim de hafızamın bohçası açılınca ortaya çocukluğuma dair anılar dökülüyor, son birkaç yıldır. Çocukluğumun anne imgesi, sadece bana yönelmiş, bana anasının kuzusu muamelesi yapmış bir anne değil. Geçmiş hep bugünden geriye bakılarak yazıldığı için ve ben son yıllarda yoğun bir şekilde "yeni anne-babalar" üzerine düşündüğüm için, büyük ihtimal, annemle aramdaki ilişkiyi bugünkü çocuklar ve yeni anneler arasındaki ilişki üzerinden değerlendiriyorum. Annemi yaşlılarla, akrabalarla, yoğun misafir ağırlamalarla, ev işleri ve evde yapılan işlerle meşgul, hiç şikâyetsiz bir çalışma ve hizmet faaliyeti içinde hatırlıyorum. Biz de çocuklar olarak bu bakım ve hizmet ağının içinde yer alıyorduk. Annemin hayatında biricik ve merkezde yer aldığımız bir çocukluk yaşamadığımızı hatırlıyorum ya da bugünden bakınca öyle okuyorum. Annem, sanki "hikâyet" ederse "şikâyet" olarak algılanacakmışçasına iç diline düşürmeden hizmet edişin timsali benim için. Ben de Didem Madak gibi "Annem gibiyim artık." diyebilsem... Ama galiba şiirin daha çok şu mısralarına uyuyor benim tutumum: "Ah annecim... Senin sütün ak, yüreğin pak... Ama inan şimdilerde; senin bildiğin gibi değil hayat..!" Bu yüzden, değişimin hızı karşısında daha tahammülsüz ve bu sebeple de şikâyet etmese de hikâye eden, sürekli analiz eden, anlamaya çalışan bir anne, bir nine olarak yer alacağım çocuklarımın, torunlarımın imgeleminde, büyük ihtimal.
NAZİFE ŞİŞMAN KİMDİR?
Nazife Şişman Gerede'de doğdu. Boğaziçi Üniversitesi'nde Ekonomi okudu. Sosyolojide lisansüstü çalışmalar yaptı. İngilizceden Türkçeye eserler tercüme etti. Martin Lings'in Hz. Muhammed'in Hayatı, Seyyid Hüseyin Nasr'ın İslam Kozmoloji Öğretilerine Giriş, Mevdudi'nin Tefhim'ül Kur'an adlı eserleri bunlardan bazıları. Çalışmaları; kimlik siyaseti, gündelik hayat, beden sosyolojisi gibi konularda yoğunlaşmaktadır. Yayınlanmış eserlerinden bazıları: Kamusal Alanda Başörtülüler (Fatma Barbarosoğlu ile söyleşi, 2000); Emanetten Mülke: Kadın, Beden, Siyaset (2003); Küreselleşmenin Pençesi, İslam'ın Peçesi (2005); Harf Harf Kadınlar (derleme, 2008); Günün Kısa Tarihi (2008); Başörtüsü: Sınırsız Dünyanın Yeni Sınırı (2009); Yeni İnsan: Kaderle Tasarım Arasında (2011); Dijital Çağda Müslüman Kalmak (2016); Mahremiyet: Hayatın Sırları ve Sınırları (derleme, 2019); Karantina Günlerinde Evin E-Hâli (Fatma Barbarosoğlu ile birlikte, 2020); Adı Konmamış Çağda Yeni Anne Babalar (Fatma Barbarosoğlu ile birlikte, 2021)