İbrahim Bey, yeni bir kitap hazırlığı içinde olduğunuzu duydum. İstanbul üzerine sanırım. Bu kitap hakkında şimdilik bize neler fısıldayabilirsiniz?
Evet. Ağırlıklı olarak İstanbul merkezli olacak. Çünkü benim hayatımda İstanbul çok özel bir yere sahip. Bütün hayatım burada geçti. İstanbul'un çok renkli semtlerinde yaşadım; Fatih'te doğdum, Cihangir'de büyüdüm. Ergenliğimiz orada oldu, orada evlendim. Daha sonra Tophane… Babamın çalışma hayatı oradaydı. Kasımpaşa'da okudum liseyi. Işık Lisesi ile Nişantaşı, Üsküdar daha sonraki yıllarda hep İstanbul'un eski ve renkli yerlerinde
geçti hayatım. O nedenle benim bütün yazı çizi hayatımda hatta televizyon hayatımda da İstanbul beslendiğim önemli kaynaklardan biri. Bu hazırladığım kitabın adı Son Vapur. İsminden anlaşılacağı üzere İstanbul'a bir nevi bir saygı duruşu gibi olacak. İstanbul'un bana kattıklarını anlatmaya çalıştığım, biraz şiirsel öykülerden oluşan diyelim ama şiir tadını da elden bırakmayan bir kitap olacak. O yüzden beni çok heyecanlandırıyor. Uzun süredir üzerinde çalıştığım bir iş bu. Daha önce de 3-4 yıl önce Ve Aşk diye benzer bir kitap çıkarmıştık Turkuvaz Kitap'tan. O kitapta da İstanbul'a zaman zaman dokunuyorduk. O denemelerden oluşan bir kitaptı ama yeni kitabım Son Vapur'da İstanbul daha baskın olarak önde olacak. Bakalım, inşallah güzel olur diye ümit ediyoruz.
İstanbul vurgusu sizde çok yoğun. Anladığım kadarıyla bu şehrin sizde alışkanlık hatta bağımlılık yapan bir tarafı var galiba.
Evet, doğru. Aslında yıllardır eşimle "Artık gitsek mi buralardan? Çok kalabalık, çok gürültülü, çok kötü oldu." diye konuşur dururuz. Bizim sektör çalışanlarının büyük kısmı, aşağı yukarı belli bir yaşın üzerindekiler böyle söyler zaten. Ama buradan bir süre ayrı kalınca her seferinde şu ya da bu
gerekçeyle hep buraya dönerler. Memleketinize tatile gitseniz de yine yüzünüz İstanbul'un kalabalığını keşmekeşini arıyor. Dolayısıyla pek çok insanda olduğu gibi bende de İstanbul'un böyle bir bağımlılık tarafı da var. Mesela hatırlarım, 70'li yılların ilk yarısında çocuktum. Babamla birlikte
dolmuşa filan bindiğimizde şoförlerle muhabbet başlardı. Önce "Nerelisin hemşerim?" "Şuralıyım, buralıyım." Sonra da "Ne olacak bu İstanbul trafiği?" 70'lerin ilk yarısından bahsediyorum. Şimdiki 15 Temmuz Şehitler Köprüsü bile ortada yok yani. Dolayısıyla İstanbul hep trafiği olan bir kent. Zaten hep kalabalıktı, hep büyüktü, hep ne olacağı belli olmayan bir şehirdi. O özelliklerini büyüdükçe de kaybetmedi. O nedenle o bağımlılık tarafı baskın bir kent tabii. Ama yanı sıra size çok şey öğreten bir şehir. O yüzden ben İstanbul'u bu kitapta biraz merkeze koymayı düşündüm. Yani tarihiyle, dokusuyla, insani ilişkileriyle, gündelik ticaretiyle ulaşım seçenekleriyle… Vapura binebileceğiniz Türkiye'de birkaç şehir var; İzmir, İstanbul var. Böyle birçok kendine mahsus özelliği var. Seyyar satıcıları giderek azalmış olsa da, öyle ya da böyle çarşı pazarıyla, semt pazarlarıyla hâlâ rengârenk bir dinamiğe ve çok kültürlülüğe sahip. Sayıları çok azalmış olsa da hâlâ azınlıkların yaşadığı birkaç şehrimizden biri. Birincisi İstanbul zaten onların barındığı semtleriyle Feriköy ile öyle ya da böyle Kurtuluş'u, Cihangir'i filan. O yüzden bu kadar rengârenk bir şehri bırakıp gitmek, terk etmek kolay bir karar değil. Yani olmuyor. Burada devam ediyoruz. Bakalım nereye kadar gideriz?
Madem İstanbul'dan açıldık, devam edelim. Az önce anlattıklarınız gibi İstanbul'un en çok müptelası olduğunuz yönleri neler?
Beni en çok çeken, cezbeden taraflarının başına gezmek ya da gidip nefes almak anlamında, bir kere farklı seçeneklere sahip semtlerini koyabilirim. İkincisi, Ankara'yla kıyaslanabilir, sanatın ve kültürün belki en fazla kalbinin attığı şehir. İşte sinema seçenekleri, tiyatro seçenekleri, diğer kültürel etkinliklere ulaşabileceğiniz, kolaylıkla ulaşabileceğiniz bir yer olması ve belki de hepsinin öncesinde çocukluk anılarımla büyüdüğüm yerlerle benim hayatımı belirleyen bir şehir olması. Hâlâ gider ziyaret ederim yaşadığım, çocukluğumun geçtiği sokakları. Dolayısıyla bütün bunlar alışkanlığa, belki zaman içinde farkında olmadan bağımlığa dönüştü. Çünkü bağımlılıkların altında önce alışkanlıklar var. Geçmişte ağırlıklı olarak İstanbul'la alakalı bölümlerin yer aldığı "İbrahim Sadri Sahnede" adlı bir gösteri yaptım yıllarca. Bu oyunda sadece İstanbul'da görebileceğiniz bir sahneden örnek veriyor ve şöyle diyordum: "Bugünkü 15 Temmuz Şehitler Köprüsü, o günün Boğaziçi Köprüsü'nde Anadolu ve Avrupa Yakası arasında karşılıklı ciddi bir araç akışı görürsünüz. Pazar sabahı saat 05.00 sularında Anadolu'dan Avrupa Yakası'na geçenlerin büyük bir kısmı Eyüp Sultan'a sabah namazına gidenlerdir. O saatlerde Avrupa'dan Anadolu yakasına geçenlerin önemli bir kısmı da Etiler, Tarabya ya da Taksim'de eğlenip evlerine
dönenlerdir. Bu insanlar köprü üzerinde karşılaşırlar ve birbirlerine karşı hiç değişik ve kötü bir gözle bakmadan yollarına devam ederler. Bu karşılaşmanın yaşandığı ve yaşanacağı belki de tek şehir İstanbul'dur". Bu çok önemli bir özelliktir ve başka bir şehirde var mıdır, bilmiyorum. Yine,
denizi olan çok şehir vardır ama ortasından deniz geçen çok nadir şehirlerdendir. Böyle dinamikleri olan, kendine has bir duruşu olan bir şehir. İşte bütün bu gibi özellikleri İstanbul'un rengini dokusunu belirliyor. Ben 60 küsur yıllık İstanbulluyum ve bütün hayatım burada saydığım semtlerde
geçti. Fatih, Cihangir, Kasımpaşa, Tophane, Üsküdar gibi bu semtler geçmişle çok derin bağları olan semtlerdi. Zor, meşakkatli ama her şeye rağmen sizi üretken kılan bir özelliği var. Özellikle edebiyatla, sanatla, kültürle ilgiliyseniz… Bazen bu şehrin karmaşasına kızıyoruz ama burada yaşıyorsanız
bunlara katlanacaksınız artık.
Bir yandan sanatla, öte yandan edebiyatla ve medya ile meşgulsünüz. Biz de medya mensubu olarak ister istemez teknolojinin getirdikleriyle hemhal olmak durumundayız. Peki, sizin teknoloji ve getirdikleriyle aranız nasıl?
Yaşım gereği olsa gerek bunları pek becerebilenlerden değilim. Herkes gibi benim de akıllı telefonum var ama ancak konuşuyor, mesajlaşıyor ve bir de fotoğraf çekiyorum. O kadar yani. Ama çocuklarım öyle değil. Neler neler yapıyorlar onlarla. Bu dijital teknolojilerle içli dışlı olmaya pek heves etmedim çünkü her şeye rağmen insan yüzü görmenin, temas etmenin daha kıymetli bir şey olduğunu düşünüyorum. Benim bu anlamda dijital bağımlılık denen şeyle çok şükür bir yakınlığım, ünsiyetim yok. Arada bir sosyal medyaya girip kısa birkaç şey yazıyorum, hepsi bu kadar. Bunun ötesine geçerek hayatımı o dijital alanlarda sürdürmüyorum. Ama gördüğüm kadarıyla özellikle belli bir yaş altındaki gençlerimizde buna kendini kaptırmış çok fazla sayıda gencimiz var. Ben bu sosyal medya denilen şeyin bizim toplumumuza uygun bir şey olduğu kanaatinde değilim, çok doğru
kullandığımızı da düşünmüyorum. Doğrudur, dijital dünyanın hayatı kolaylaştıran yönü çoktur. Çocuklarım bana yapay zekânın yaptığı şeylerden bazı örnekler gösterdi, açıkçası çok ürkütücü buldum. Bununla çok tehlikeli şeyler de yapılabilir. Sosyal medya kullanım biçimlerinin biraz haysiyet cellatlığına dönüşmüş bir tarafı da var ki bunun da çok tehlikeli olduğu kanaatindeyim. O yüzden ben olabildiğince uzak durmaya ve öğrenmemeye gayret ediyorum. İçinde olmamaya çabalıyorum elimden geldiğince ama şartlar da onu gerektiriyor işte. İster istemez bu dijital teknolojiler sizi içine çekiyor. Yine de en azından mesafeli durmaya ve onun tehlikeli bir şey olduğunu hiç aklımdan çıkarmamaya gayret ederek yaşıyorum.
Peki, bu durumda daha çok nelerle meşgul olmayı tercih ediyorsunuz?
Okumayı, kitaba değmeyi, gazeteye dokunmayı, dergi almayı tercih ediyorum. Dijital sayfalardan takip etmeyi değil olabildiğince
kâğıda dokunup hışırtısını duymayı tercih ediyorum. Ben kendi çapımda belli bir defansla dijital dünyanın içine girmeyi tercih ediyorum.
Yeni teknolojilerin getirdiği başlıca şeylerden biri kolay ulaşılabilirlik. Her şeye daha kolay erişmeniz mümkün. Uzmanlar
bu kolay ulaşılabilirliğin bazı alışkanlık ve bağımlılıkları körüklediğini ileri sürüyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Bu konuyu daha önce düşünmedim ama hoşlandığınız bir şeye kolay ulaşabiliyorsanız o şeyin zaman içinde bağımlılığa dönüşmesi gayet mümkün ve sonrasında da geri dönmesi çok zor. Bağlılık, bağımlılık denince genelde olumsuz bir şeyler anlaşılıyor ama sanki bunun olumlu olanları da var sanırım. Kitap ya da okuma bağımlılığı gibi mesela. Doğru, bağımlılıkların illa olumsuz olması gerekmiyor ama genel algı öyle.
Peki, sizin böyle olumlu bağımlılıklarınız var mı?
Var tabii. Birincisi gezmek. Şimdi programlarımdan dolayı yapamıyorum ama önceleri özellikle sabah erken saatlerde İstanbul'u gezmeyi çok severdim. Uzun yıllar da özellikle pazar sabahları bunu yaptım çünkü benim için İstanbul'u keşfetmek için en kolay ve uygun vakit oydu. Bunun dışında sevdiğim yemeklere düşkünlük, birkaç esnaf lokantasını keşfetmek bağlamında bir lezzet bağımlılığından söz edebilirim. Kitap okumak benim için bağımlılık düzeyinde mi bilmiyorum ama okumayı seviyorum ve devam ettirmeye çalışıyorum. İyi bir sinema izleyicisiyim ama artık ben de sinemadan çok televizyon ve dijital ortamlardan izlemeye başladım, daha az sinemaya gider oldum. Bunun dışında aile bağımlılığım var; ben çok aileci biriyim. Üç çocuğum var. Onların hayatı, onların dünyası benim için çok önemli. Müthiş bir şekilde beraber olmaya çalışırım. Bu çok güzel bir bağımlılık ya da bağlılık ve bunu çok seviyorum. İki çocuğum evli ama sık sık beraber oluruz, özel günler ve kandil gibi günlerde belli ritüellerimiz var; bunları kaybetmemeye çalışıyorum. Bunların beni ayrıca genç tuttuğunu hissediyorum.
Sanat, yazım ve mesleki hayatınıza gelirsek; bunun nihai bir hedefi olmalı sanırım. Bu hedefi nasıl tarif edersiniz?
Yazmak, şiir yazmak, sahnede görünmek, televizyonda bir şey anlatmak ya da anlatılan bir şeye aracı olmak benim için kendimi ifade etme yöntemi. Zaten bunlar benim hayatım. Ben kendimi bu yollarla ifade ediyorum ve bu bana iyi geliyor. Bunun dışında çok büyük hedefler koymadım ve planlamadım. Bu benim hem kendimi ifade etme biçimim hem de işim. Bunu çok önemsiyorum ve 40 yıldır böyle devam ediyorum. Hedeflediğim şey varsa bunları yapmaya devam etmek olarak belki ifade edebilirim.
Çalışmalarınızla, ürettiklerinizle insanlar üzerinde nasıl bir etki oluşturmayı hedefliyorsunuz?
Yıllar önce ben daha çok gençken bir çocuk dergisi için rahmetli Cahit Zarifoğlu ile bir röportaj yapmıştık. Cahit ağabey o zaman "Yazmak acıları azaltıyor" demişti. Bana göre okumak da, izlemek de aynı kapıya çıkıyor. Edebiyat ve sanat, hayattaki olumsuz şeyleri bir süreliğine de olsa
uzaklaştırmaya, tasfiye etmeye yardım ediyor. Ben de bu şekilde insanların gönlüne dokunmayı, gönlünde küçük de olsa bir yer edinebilmeyi çok önemsedim, önemsiyorum. Başıma çok gelmiştir mesela; yolda karşılaştığım insanlar bana ünlü birine bakar gibi bir tepki hiç göstermediler.
Yüzleri gülümseyerek, ailelerinden biri gibi tavır gösterdiler. "Abi, senin şu şiirini okurken şöyle bir şey oldu" ya da "Ben karıma evlilik teklif ederken senin şu şiirini okuyarak yaptım" gibi sözlerle benimle muhatap oldular. Ben de demek ki bunları yazarken, yaparken benim amacım buymuş
diyerek amacımın, hedefimin bu olduğuna kanaat getirdim. Başka bir amaç güderek yazmadım. Bu benim hayata tutunma biçimim. Eğer bir işe yaradıysa da ne mutlu bana. Hâlâ da böyle bakıyorum.
Sizin çalışmalarınızda bu ülkenin insanları, isimsiz kalabalık dediğimiz insanlar ya da kıyıda kenarda kendiliğince kalmış insanlar önemli bir yer tutuyor. Size bu ülke insanı ya da Anadolu insanı dediğimiz zaman zihninizde nasıl bir portre canlanıyor? Bu insanların en asli hususiyetlerini nasıl görüyorsunuz?
Ben ülkemizin insanının halen büyük ölçüde erdemli olduğunu düşünüyorum ve bunun gerektiği zaman ortaya çıkan bir refleks olduğu kanaatindeyim. Bunu da yaşadığımız büyük acılarda, felaketlerde açıkça görüyoruz. Özellikle depremlerle yüzleştiğimizde ülkenin her tarafından insanlar her şeyi bir kenara bırakıp, yardım için gidiyorlar. Kayseri'deki bir esnafın apar topar kalkıp Kahramanmaraş'a gitmesi gibi hadiselerin her ülkede karşılaşılabilecek şeyler olmadığını düşünüyorum. Olup biten bütün olumsuzluklara rağmen bu ülkenin bir karakteri olduğu bariz ortada. Elbette siyasi ya da kültürel olarak farklılıklarımız, aidiyetlerimiz olabilir ama bence bu bayrağı gördüğümüzde tüylerimiz ürperiyor mu, asıl ona bakıyorum.
Bu da bizim hâlâ dünya üzerinde hatırı sayılır ve dikkate alınması gereken bir ülke olmamızı sağlıyor. Mesela bir yılı aşkın bir süre boyunca Filistinlilerin üzerine her gün bombalar yağdırıldı ve maalesef Türkiye gibi birkaç ülke dışında sesini çıkarabilen ya da bir şey yapabilen olmadı. Dünya
haritasındaki yerine baktığınızda Türkiye'nin en ağız sulandıran ülke olduğunu görüyoruz. Dünya ölçeğinde Türkiye'yi yozlaştırma çabalarına rağmen biz hâlâ çok güçlü bir ülkeyiz. Bunda da bizim farklı aidiyetlere rağmen birlikte olma yeteneğimizin büyük bir payı olduğunu düşünüyorum.
Siz çalışmalarında insaniyet tınısı yüksek olan bir isimsiniz. Gazze konusunda değindiğiniz gibi dünyada göstere göstere gelen bir insaniyet dışılık var görünüyor. Sizce insanlık insanlığını mı kaybediyor acaba, ne dersiniz?
Bence kaybediyor değil, kaybetti. Ama ben her yerde dönen bir sürü abuk subuk işin lokal örnekler olduğu kanaatindeyim. Ben her şeye rağmen insanlığını kaybetmiş bir dünya düzeninde Türkiye'nin insanlığın, insancıllığın yaşaması adına şansı olan birkaç ülkeden biri olduğuna inanıyorum. Çünkü bu ülkenin Selçuklu'dan, Osmanlı'dan beri süregelen değişik bir duruşu var. Mazlumun yanında yer almak, gerektiğinde hazır
olmak, mazlumu korumak gibi bir hasletimiz var. Bu hepimizde var. Bu bizim için doğal bir şey ama mesela bir Avrupa ülkesinde bir düşkünü görseler polisi ararlar. Düşene "ne oldu sana" demiyorlar. Biz ise birini aramadan önce kendimiz bir şey yapmaya çabalarız. Bu bizim genlerimizde olan
bir değer, bir güzellik. O yüzden Türkiye, insanlığını kaybetmeye başlayan dünya üzerinde direnen insanlardan oluşan bir ülke.
ABD'de ve Avrupa'da siyasetçiler Siyonizme bağımlı olmuşlar dersek hata yapmış olmayız sanırım.
Elbette buna katılıyorum. Dünyanın hemen her yerinde bu lobinin elemanları yerleşik durumda. Endüstride, kültürde, sinemada, finansta başka ülkelerde de baskın durumdalar. Haliyle kendi ülkelerinde bile onlara karşı duramıyor ve teslim oluyorlar. Bununla baş etmek çok zor ve çok zaman
isteyen bir şey. Her alandan global markaların neredeyse tamamı bu lobinin elinde. Bu da onların genlerinde var. Kur'an'ın en büyük sureleri bile uzun uzun onları anlatmıyor mu!
Tekrar size dönecek olursak. gerçi siz kendinizi şair olarak görmüyorsunuz ama şiirle ilişkiniz hala devam ediyor mu?
Şairlik biraz şair gibi yaşamayı gerektiren bir şey. İsmet Özel gibi, Yahya Kemal gibi, Ahmed Arif gibi, Necip Fazıl gibi… Ben kendimi şiirle iyi hissettiğim için bana göre benim yazdıklarım şiirdir ama buna belki zaman belki okur karar verecek. Eskisi kadar üretken olmasam da hâlâ yazmaya devam ediyorum. Ben bugüne kadar ya kendi yaşadıklarımı ya da yaşandığına tanık olduklarımı yazmaya çalıştım, kurgulamaya çalışmadım, hakiki olmaya çalıştım. Özellikle sanatta ne kadar hakiki olursanız o duygu okura ya da izleyiciye geçiyor. Neticede şiirle daima bir bağım var. Yazmakta olduğum yeni kitabımdaki son şiirlerimden biri olan "Son Vapur"u az sonra sizinle paylaşırım.
Son olarak sizin şu konuda fikrinizi sorayım isterim: İnsan bağlanacaksa neye bağlanmalı, dersiniz?
Bence bu tercihle olacak iş değil ama istekle olur. Dolayısıyla şık olma yeteneği hepimize yaratılışta Allah tarafından kodlanmış bir hüner. Önemli olan onu ortaya çıkaracak bir şeyle, birisiyle ya da bir durumla karşılaşmak. Oradan hareketle, hacca yola çıkan karınca misali, hakiki aşka doğru yola
girme niyetiyle yola koyulmak. Bence insanı bu dünyada üstün kılacak ilk özelliklerden biri şık olma hüneri. Bağlanmak dediğimiz şeyin aşkla çok yakın ilişkisi var. İnsan bir şeye bağlanmışsa aslında ona âşıktır. Bu da aşk gibi bir maraz halidir. Bağımlılık da böyle bir maraz halidir ve bu durumda insan âşık olduğunun hiçbir kusurunu görmez. Ancak o maraz hali geçince durumun öyle olmadığının farkına varılır. Neticede, nihai olarak ben sizi ahirette kurtaracak bir şeylere bağlanmayı önerirdim. İnsan bağlanacaksa öyle bağlanmalı.