Ahmet Özhan: SES, SÖZ, SEVGİLİ

SES, SÖZ, SEVGİLİ
Giriş Tarihi: 26.12.2024 14:38 Son Güncelleme: 26.12.2024 14:38

Dinin tarihselci açıdan okunmasına dair

Tarihselcilik aslında çok doğal bir şeydir ve sadece hadisenin yaşandığı zamana ait bir şey değil. Orada baş vermiştir ama bütün zamanlar için o bir referanstır. Oradan hareket edilir ancak tabiatıyla aynısı yaşanmaz çünkü şartlar değişmiş, ortam değişmiş, sosyoloji değişmiştir. İlmin açığa çıkışı zenginleşmiştir. Bunu çoğaltabiliriz fakat dinamiği aynıdır. Resulullah Efendimiz ve Asr-ı Saadeti tarihselci radikalizm içerisinde değerlendiren ve anlayan kimseler var. Misal olarak onun gibi entariyle dolaşılması gerektiğini söylerler. "Onun zamanında o böyle yaptı, bunun hakikati budur. Ben de
o hakikate tabiyim, dolayısıyla aynı şekilde yapmalıyım" şeklinde tarihselci bir dışavurum tavrı gösterirler.

Buradan yola çıkarak kutuplarda entariyle dolaşmayı tarihselcilik olarak algılayan, onu doğru bulan, o tavrın öyle yaşanması gerektiğine inanan kimseler bulunmakta. Ancak bu tür bir yaklaşım doğru bir şey olmadığı gibi bunu içselleştirmek de mümkün değil. Oysa kendi yaşadığı kültürün ve geleneğin
kıyafetlerini giyen Peygamber Efendimize mahsus bir kıyafet yoktur. Dolayısıyla böyle bir kıyafet tarihselciliği yapılamaz.

Sadece şer-i şerife uygun örtünme vardır. Diğeri örfe ve coğrafi şartlara göre belirlenen bir şeydir. Bizim Umre'ye veya Hacca gittiğimiz zaman entari giymemiz bir romantizmdir sadece, yani bir gereksinim değildir. Sanki o günkü şartları yaşıyormuş gibi bir romantizmdir. Buna karşılık Resulullah Efendimizin getirdiğini, uyguladığını günün şartlarına adapte etmek tarihselciliğin olması gereken halidir. Mesela merhum Mehmet Akif'in söylediği gibi Kur'an'ı asrın idrakine sunmak çok yalın ve çok doğru bir tarihsel anlayıştır. O geçmiş bir tarihte zuhur etmiştir, vahyolunmuştur ama günümüzde bugünün şartları içerisinde tatbik edilebilir.

Her şeyin hakikati Zat'tadır Efendimizin (sav) hadislerinde kullanmış olduğu birtakım metaforlar, mecazlar vardır. Bunlar o günün insanlarının kavrayabileceği mecazlardı ve dini mevzuları o devirde onlar üzerinden anlatabilirdi. Oysa bugün o sözlerde kastedilen mecazın özündeki anlamı başka metaforlar, başka faktörler ortaya koymaktadır. Eğer biz hâlâ o günün metaforundan devam edersek, bugün o anlamı kavramayabiliriz. Dolayısıyla o anlamı bugün ne tarif ediyorsa bizim de mecazımızın o olması gerekir. Ve her şey mutlaka mecazda kalmak mecburiyetindedir çünkü her mecazdan ve her şeyden netice itibarıyla Zat'a gidilir ama Zat bilinmez.

Her şeyin hakikati Zat'tadır. Açığa çıkmış olan her şey ise bu bakımdan mecazdır. Cennet, cehennem, melek ve diğer hepsi esas olarak o dönemin ıslahı itibariyle ortaya konmuş mecazlardır. Bugün varlık âleminin nitelik ve niceliği konusunda insanların kavradığı ve açığa çıkardığı, elde ettiği her şey ise bugüne ait mecazlardır. Kuantum bugüne ait bir mecazdır. Bir hakikat değildir. Buna mümasil ne var ise, bulunduğumuz tarihin tarihselciliği de bu günün mecazlarıyla açığa çıkar. Bu da çok doğaldır ve çok doğrudur. Buna söylenecek bir şey yoktur.

Hazret-i Ali Efendimiz "Çocuklarınızı kendi yaşadığınız zamana göre değil, onların yaşayacağı zamaaı göre yetiştirin" demektedir. İşte tarihselciliğin en uygun anlatımı budur. Peki, yetiştirme referansımız ne olmalıdır: Ayet ve Resulullah, kitap ve sünnet… Meseleye böyle bakıldığı zaman
hiçbir sorun kalmaz. Ama "artık bunlar işe yaramıyor, bunları kaldıralım" demek büyük bir gaflettir. Bazen "İçki ayeti bana hiçbir şey söylemiyor, ben içki içmiyorum ya da içki üç aşamada yasaklandı, dolayısıyla beni bağlamıyor" diyenleri duyuyoruz. İyi ama bu durumda o ayeti kaldırmak mı gerekir? O ayetler belki ona hitap etmiyor ama bir başkasının durumuna hitap ediyordur. Kur'an-ı Kerim'in her noktasına ihtiyaç duyan insanlar mutlaka vardır ve dünya üzerinde var olacaktır. Oysa Kur'an-ı Kerim ona da diğerlerine de hitap etmek durumundadır. "Günümüzde gerek yok" diyenlerinki nasıl bir
kafadır, anlamak mümkün değildir. Hele hele, onca sene okuyup da bu konularda mürekkep yalamış insanların böyle şeyler söylemesi olacak iş değildir.

Kur'an bütün zamanlar için bir nimettir

Mecaz konusuna dönecek olursak… Efendimiz Aleyhisselatüvesselam bir hadisi şerifinde yemek yenilen kabın üstünün örtülmesini buyurur. Efendimiz bunu o yiyeceğin üzerine bir şey musallat olmasın diye buyurur ancak meseleyi "aksi takdirde mikrop-bakteri oluşur" diye anlatmaz. Zira o gün için böyle bir açıklama yapılamazdı, yapılsa da o günün insanları bunu anlayamazdı. Orada mecaz kullanılmaktadır. Kur'an-ı Kerim'in ciddi bir bölümü de meseleleri böyle mecazlar üzerinden anlatır. O yüzden Kur'an-ı Kerim'e müracaat edilip de günü aydınlatmayacak hiçbir şey yoktur. Çünkü Kur'an-ı Azimüşşan bütün zamanlar için kemale erdirilmiş bir nimettir. Bir noktasını dahi değiştirmek mümkün değildir.

Dolayısıyla tarihselciliği seküler veya yapı sökümcü bir öze varımla yapmak tamamen yanlış yollara çıkarır. Bu nedenle bu tür yaklaşımları dikkate almamak gerekir. Resulullah Efendimizi biraz tanıyan insan bu çukura düşmez. Hikmet müminin yitik malıdır. Nerede bulsa ondan istifade eder. Mesela, Spinoza ya da bir başka âlim zat güzel bir laf söylediyse ben o sözü dağarcığıma neden eklemeyeyim ki? Felsefi düşünce silsilesi Antik zamandan günümüze kadar gelirken gerçek manası ayeti kerimede müjdelenmiş olan manayı ortaya koyduysa ben ille felsefeye karşı olmak durumunda mıyım? Niçin onun gibi düşünmeyi bir tehlike olarak algılayayım? O da kendine göre aydınlanmış bir insan olabilir, o da orada bir hakikati görmüş, hissetmiş olabilir. Bu durumda bununla ilgili bir beis söz konusu değildir.

Bir misal verecek olursak; muhtemelen 17. yüzyıla ait bir Osmanlı minyatüründe Antik dönem filozofu Platon elinde tespihi, etrafında dervişleriyle, Osmanlı kisvesinde bir şeyh efendi gibi tasvir edilmektedir. Bu bakışın da kendi içinde bir tarihselciliği var, bir tarihsel okuması vardır. O dönemde, 17. yüzyıldaki Osmanlı, yani bugün dedemiz, atamız dediğimiz Osmanlı Platon'u çok da kolay bir şekilde, ana metinlerinin içinde bir hoca, şeyh, kendilerinden birisiymiş gibi konumlandırabilmiştir.

Hikmet benim yitik malımdır

O kişiden o hikmet açığa çıktıysa ve ben onu düşünemediysem, benim yitik malım olmak itibariyle ben ondan istifade ederim. Ama onu referans göstermem. Çünkü benim onların seküler bir düşünce biçimiyle, öze varım biçimiyle elde ettiği şeyler zaten benim haznemde mevcuttur. Onu referans göstererek onu üste çıkarmaya yeltenmem. O hakikati kendi birikimimden, kendi dağarcığımdan, kendi referans kaynağımı göstererek söylerim. İlla bir filozofu referans göstermek durumunda değilim. Kaldı ki, Kur'an-ı Kerim'in ve hadis-i şeriflerin ve benim manevi hayatımda iz bırakmış büyüklerimin söylemediği neyi söyleyebilirler?

Vahdet zevki ve çabası olmayan bir kimse bana benim bilmediğim neyi söyleyebilir? Zaten Muhammedi olmayan bir insan bu hususta bir şey söyleyemez zira buna muktedir değildir. Muhammedi olmadığı için o fikri kemale ermiş değildir, kâmil değildir. Ancak tabii ki belli konularda, belli alanlarda ne kadar onun farkında olmasa da, ne kadar onun davasını gütmese de, hatta inkâr etse de halifetullah olmak itibariyle o insan da zatı itibariyle halifetullahtır ve ondan fevkalade bir düşünce zuhur edebilir. Bu nedenle "onun dediğine de tamamen kulak tıka" diyemeyiz. "O da söyleyeceğini söylesin, o da katkısını koysun" deriz ancak.

Böyle düşünen ve böyle söyleyenler olabilir oysa bunları düşünmek zor bir şey değildir. Niye düşünmezler, diye soracak olursanız, bir başka mecazi ifadeyle anlatalım: Çünkü onların fişleri prize takılı değildir. Kendi akıllarıyla konuşmakta, kendi akıllarıyla düşünmektedirler. Oysa biz kendi aklımızla (hevamızla) düşünmeyiz. Biz aklı cüz'iyemizi, aklı külle irtibatlandırdığımız sürece Cenab-ı Hak murad ederse cevap veremeyeceğimiz soru yoktur. Çünkü kendi nefsimizden konuşmayız. O da vahdeti, tevhidi, varlığın tekil tümelliğini, ahad u samediyetini hissedip, yani "İkra" buyruğunun karşılığı olan okumayı yapabilir hale geldiği zaman, bütün sorular biter. Ancak bunlar maalesef, o tevhidi algılamamaktadır.

Varlığa insaf nazarıyla bakılırsa…

Her zaman üstünde durduğum bir meseledir; varlığın nitelik ve niceliği konusunda mutmain bir şuura ermiş olmak lazımdır. Eğer referans buradan kaynaklanmıyorsa, buradan başlamıyorsa, insan aklına, daha doğrusu insan nefsine kalırsa eninde sonunda mutlaka yamulur, omurga sağlıklı olmaz. Bunları iyi kavramayıp birtakım olayları referans alıp, onun üzerine fikir inşa ederse insan, okun hedefe varması mümkün olmaz. Tarihselciliğin kulvarları ve ortaya çıkış biçimlerine bakıldığı zaman, ortadaki tarihselci bakış açısı, tamamen referanssızlıktan, tamamen nefsi olarak ortaya çıkmış, menfaat odaklı birtakım şeyleri merkeze alıp, üretilmiş ve zayi olmuş fikirlerden ibarettir. Referans kesinlikle Hu olmak durumundadır.

İnsaf nazarıyla varlığa baktığımız zaman tüm bu varlığın ve ondaki estetiğin milyarlarca senenin tesadüfleriyle oluşabilecek bir şey olmadığını görürüz. İnsana bakarsak, böyle donanımlı ve muktedir bir varlığın tesadüfi bir evrimin eseri olabilmesine ihtimal veremeyiz. Ancak eğer, şuurlu
olarak, sünnetullah- adetullah dediğimiz şeye, evrim diyorlarsa bunu bir kenara atmayız. Yani bir noktanın açılımı olmak itibariyle,
bir potansiyelinin açığa çıkışı itibariyle gelişerek bugünlere gelmiş olan bir varlığın halini bir evrim olarak kabul ediyorlarsa, bu durumda sadece kelime seçimiyle ilgili bir farklılık söz konusudur. Kavram olarak evrim kelimesi bir endişeye sevk eder. Evrim deyince daha ziyade tesadüfleri, maddeci bir görüşü akla getirir. Oysa bunların haricinde maksadı üzerinden tarif edilse evrim tabiri bu kadar tepki doğurmayacaktır.

Varlıktaki canı algılayabilmemiz lazım

Biz dahi fikir yapısı olarak Resulullah Efendimizden bugüne kadar evrildik. Olmasaydı ne olacaktı: "Ye, iç, yat, kalk, doğ, öl" olacaktı. Ama hayvan da böyle yaşamaktadır. Oysa bugün varlığı hissedebilme, varlıktaki canı algılayabilme ve onunla hemhal olabilme gayreti bir fikrî evrimdir. Hz. Âdem'e gelen Suhuf'la Resulullah'a gelen Kur'an-ı Kerim bir evrim değil midir? Zebur'daki, Tevrat'taki, İncil'deki birtakım metaforlarla
Kur'an-ı Azimüşşan'daki tevhid zirvesi bir evrim değil midir? Bir başka deyişle, eğer evrimi Adetullah ve Sünnetullah olarak düşünürsek, sadece bir ifade farklılığı varsa, bu şekilde anlaşılırsa tabii ki aynı şeydir.

Ayrıca Kur'an'daki ayetler için "O dönem için olmuş, artık bu dönemle alakası yok" diyen tefsir sahiplerine de şunu hatırlatmak isteriz: Kur'an-ı Kerim kendisinin bütün zamanlar için indiğini, dinin kendisiyle kemale erdiğini, son kitap olduğunu beyan ediyor. Bunu okumuyorlar mı acaba? Bu tür iddialarda bulunanlar imanı kemale ermemiş insanlardır. Kur'an'da "Onu indiren biziz, kıyamete kadar da koruyacak olan da biziz, telaş etmeyin" buyuruluyor. Kur'an-ı Kerim kadar vahyolunduğu günden beri aynı olan, değiştirilmeyen bir kitap var mıdır acaba? Yok ve olamaz. Bakınız, İncil diyorlar ama o havarilerin hatırladığı ve nakledebildiği kadardır. Tevrat da tahrif edilmiştir.

Doğrudur, İncil'de vahyedildiği gibi kalan bazı ayetler vardır ancak dinamik noktaları tahrif edilmiştir. Efendimizin ismi Ahmet olarak İncil'de geçer ama onu çıkarmışlardır. Niye? İnkâra kolaylık olsun diye. Böyle birçok misal verilebilir. Onun için, Kur'an-ı Kerim'in bize en büyük ikazı "Ey iman edenler, iman ediniz" ayetidir. Çünkü birinci imanda kalırsa insan böyle saçmalar. Müslümanım diye dolaşır ama küfre girdiğinin farkına varmaz. Ama taklitten tahkike geçtiği zaman, tevhide yaklaşırsa, vahdete de yaklaşır. O zaman da her şey gerçek veçhesiyle ortaya çıkar.

BİZE ULAŞIN