"Bir kadın, gücünü ve cazibesini teşhirinden ziyade gizeminden alır" diyor E. M. Forster. Yalnızca kadınlar için değil. Gizem, en estetik kudret. Gizemsizlik... Bu çağın büyüsüzlüğünün en büyük nedeni gizemsizlik. Ve tesiri yok eden bir teşhircilik. Artık kimselerin gizemi yok. Sırrı yok. İçi yok. Özeli yok. Keşfi yok. Keşfedilesi bir yanı yok çünkü dilinde, zikrinde, fikrinde, giyiminde, hâlinde, vitrininde, sosyal medyasında... Herkesin, her
şeyi, hepsi zaten dışarıda, dışında. Maalesef birçok insanın dünyası bu: Gözüne kestirdiği bir şey ve onu elde etme hırsı. İlişki taktikleri, manifestler, büyüler(!), fallar, tarotlar, ilişki ve makyaj videoları, moda, evlilik hevesi... Erkeklerin para, güç, cinsellik, futbol dünyası gibi çoğu kadının dünyası da bu. Bu istemek şiddetinde öylesine obsesif bir arzu ve hırsla doluyor ki insanlar; yaşama dair varoluşsal kaygıları lüks kalıyor.
"Değer" ve "ilgi" öyle başka şeyler ki. Doğru soru şu: İlgi gördüğüm yerde gerçekten değer de görüyor muyum? Birindeki gerçek değerini görmek isteyen; o kişinin hayatının neresinde durduğuna baksın. Sosyal medya ve parlak fenomenlerinin çuvalladığı yer tam da burası: İlgiyi, değerin bir ölçü birimi zannediyorlar. Popülerlikle, ilgiyle, like'larla, etkileşimle değerli olacaklarını zannediyorlar. O yüzden ilgi görmesine rağmen içindeki değersizlik duygusu gitmiyor birçok insanın.
Daha da ihtişamlı ve trajik hale geliyor hatta. İlginin, değerlilik göstergesi sanılması... Sükseli bir yanılgı. İlgi insanların sıfatlarına, hakiki değer birinin varlığına yöneliktir. Her insanın bir "varlık ışıltısı" vardır çünkü. Ontolojik statüsünü, ruhsal, zihinsel, kalbî gücünü ifşa eden. Güzellik, yakışıklılık, çekicilik, şıklık, jest, mimik, beden dili, koku etkisi gibi bir şey değil. Aura üstü bir şey. Görünen, hissedilen, algılanan değil; sezilen bir şey.
Gizemsizlik büyü bozan bir etki yapıyor yaşadığımız dünyada. Sır, güzellik, efsunlu olanın cezbesi dağılıyor. Oysa sırların da estetiği vardır. Onu güzellikle saklamanın, muhafaza etmenin özeni vardır. Sezai Karakoç'un ölümünden sonra Muazzez Akkaya'nın gün yüzüne çıkması, sürekli Sezai Karakoç'la ilgili yaptığı açıklamalarla gündeme gelmesi çoklarının antipatisini uyandırdı. Muazzez Akkaya, "Mona Roza" değil. İstese de olamaz. Olamayacak. Mona Roza, Sezai Karakoç'un ideal maşuk imgesiydi. Muazzez Akkaya'nın varlığı böylesi bir imgeyi taşıyacak kudrette, asalette ve
vasıflarda mıydı peki? Öylesine bir ilham perisi olmaktan öteye gidemedi bu yüzden.
Sezai Karakoç, aşk ahlakı, aşk estetiği ve aşk raconunu en iyi bilendi. Sezai Karakoç bu yüzyılın asaleti, sahiciliği, adanışı, yaşayışı, vasat bir imgeye dahi aşkın sadakati ve bütün vasıflarıyla en erişilmez âşığıydı. Ve bu dünyada, bu yüzyılda hiç kimse, onun âşıklık istidadının binde birine
dahi erişemeyecek. Onun aşkı bu dünyada muhatap bulabilecek bir aşk değildi. O yüzden ait olduğu yerde, erişilmez bir sonsuzlukta ve ancak kendi ruhuna denk hakiki bir muhatabıyla bir olacak.
İfşa ve gönüllü ifşa
Bir türüyle, birazcık güç verin insanlara ve onların gerçek şahsiyetlerini seyredin. İnsanın güçle kurduğu ilişki onun gerçek ahlakını anında ifşa ediyor. Katlanılabilmesi en güç şey de bu; bir şekilde güçlü olan insanların ahlâksız, şahsiyetsiz ve kötü olması. Güç, insanın en ilkel, egoist, çıkarcı, hesapçı yanını ifşa ediyor. Sanat ise en derinlikli, zarif, "übermensch" yanını. Güç ve sanat arasında insanın her veçhesi var. Birinde en karanlık diğerinde en aydınlık. Gücün sanatında insanın nüvesi var resmen.
İfşa kadar bir de insanın kendi kendini gönüllü ifşası var. Özelliklede bu teşhir zamanlarında. Kendini gerçekleştirmenin sayısız entelektüel, bilimsel, sanatsal imkânı varken; özellikle kadınların varoluş biçimleri neden yalnızca giyinme, çıplak olma, cinsel özgürlüğüne indirgeniyor? Kimin işine geliyor bu? Elbette kadınlar istediğini giyer, istediği gibi var olur ama kadın bedeninin sömürülmesi konusu yüzyıllardır tartışılan bir mesele. Bunun bu
yüzyılda gönüllü bir ifşa şeklinde olması meseleyi daha trajik ve manipülatif bir hale getiriyor. Kadının varlık amacı, anlamı, imgesi kendini ve bedenini göstermekten ibaret değil çünkü.
Neyi takip ediyorsan onun peşindesin
"Neye talipsen osun" demişti Mevlâna. Asaleti, ruhun peşinde koştuğu şeyler kadar ifşa eden bir şey yok çünkü. Bilinç dışının, beden dilinin, Freud sürçmelerinin en sahici yanımızı ifşa ettiği gibi... Bir yaşam, bir insan tercihi... His, fikir, duyuş, tavır biçimi. Düşünme, konuşma, yazma stili. Müzik,
eğlence, yemek, moda zevki. Her seçişle kendimizden bir parçayı ifşa ediyoruz. İnsan her an kendini ifşa ediyor. Ve seçemediklerimiz, seçmek zorunda kaldıklarımızla bile. İnsan seçtiği şeydir. İnsanı seçimleri ifşa eder. Seçemeyişi ve seçmek zorunda kaldığı şeyler bile.
Bu yüzden doğuştan verili kimliği değil, seçilmiş kimliği belirler insanın gerçekten kim olduğunu. İnsanın özünü seçimleri ifşa eder. Bir de tasarlanmış kimlikler var. İnşa edilmiş, seçilmiş kimlikler gibi değil. Tıpkı bir marka gibi dizayn edilmiş, çalışılmış, satın alınmış kimlikler var. "Fake", satın
alınmış itibarlar... İtibar bile satın alınabilir mi? Şaka gibi, mitomanik hayatlar... Öyle olmadığı halde "Ben önemli biriyim, bakın ben popüler, sevilen biriyim" diye görünmek için para vermek. Bir yalanın içinde kendini muteber hissetmek. İtibarlı görünmenin ve var olmanın en ucuz yolu. Bir insanı seçme şansı bulamadığı şeylerle (doğuştan gelen özellikler, fiziksel görünüm, genetik, ırk, aile, memleket, sosyo-ekonomik statü vs.) rencide etme teşebbüsü en kötü bayağılıklardan biri bu yüzden.
İnsanı seçimleri kadar ifşa eden güçlü bir dinamik daha var artık: Sosyal medya hesapları. Sosyal medya profillerinden kişilik yapısı, iş ve aile yaşamı, duygusal ve psikolojik ve zihinsel durumu ve rutinine dair sayısız doneye erişilebilir. Sosyal medyada herkese gösterilenlerden ziyade arama motorundaki çarçabuk silinmiş izler, stalklananlar ve gizli beğeniler kısmı en sahici eğilimlerini ifşa ediyor insanın. İnsanın kara kutusu orada. Tüm bu karmaşada bir de hakiki değerin neliği ve ölçülebilirliği sorun olarak ortada duruyor. İnsanların birine verdiği hakiki değer ihtişamlı sözlerden, pahalı hediyelerden değil; hayatlarında layık gördükleri yerden ifşa oluyor çünkü.
Bir süs olarak riya
İnsanın yalnız kaldığı anlardaki gözetleyicisi gerçek benliğine dair çok şey ifşa ediyor. Gözetleyicimiz kim? Yaratıcı mı? İçimizdeki seçkinlerin üstenci gözleri mi? Süper egomuz mu? İdeal benimiz mi? Karşı cins mi? Bize hayran bir tribün mü? Yoksa hayalî bir sahne mi? Bilinmez ama her şeyin daha iyi, daha güzel, daha güçlü; hep dahasının gösterildiği bir zamanda öfkeli, aciz, şaşkın, mahcup ve mağlup hâliyle kendini daha gerçek hissediyor insan.
Sahtelik acayip faydalı bir şey... Sahtelikler sayesinde sahicinin katmanlarını keşfediyor insan. Sahte, noksanlığıyla tarif eder sahiciyi. Sahicinin vasıflarını, sahteliğin ucuz numaralarına borçluyuz. Sahte benlikler, sahte kimlikler de var. Bazıları tasarlanmış, sahte bir kimlik içinde yaşar. Bakış, ses tonu, mimikler, isim, hepsi özenle dizayn ederek. Riyakârlık; ustalıkla, zarafetle saklansa da bir an, bir söz, bir minik, bir jestle ele verirler kendilerini. Riya kendini ifşa eder hep. Hiç şaşmaz. Kendi eliyle, diliyle yalanlar kendisini. Gerçeğin, riyaya verdiği alaycı bir cezadır bu.
Riyanın gizli arzularla doğrudan bir bağlantısı var. Ahlâkçı, arzudan korkandır. Çoğu ahlâkçılığın ardında arzunun ifşa olma korkusu yatar. Ahlâklı ve ahlâkçının farkı da buradadır: Ahlâklı arzusunu tanıyan; ahlâkçı ise arzusunu bastırandır. Bu yüzden en önce kendine sonra da başkalarına zulmeder. Tam bu bağlamda; ataerkil, baskıcı, mutaassıp ve daha kötüsü riyakâr olanlarda "kendi nefislerine bahşettikleri özgürlüğü başkalarına yasaklama yobazlığı" çok yaygın. Reel hayatında öz benliğini yansıtamayan bu insanlar; sosyal medyada ikincil bir persona inşa ediyor.
Sosyal medya kendine has karakteristiği ile bu ikiyüzlülükleri ayyuka çıkaran, sayısız örnekle tescilleyen bir mekanizma durumunda. Riya bahsinin bir kahreden, ölümcül sonuçları var. Reyhane Cebbari gibi idam edilenler… Kadınlar birilerinin hazlarını tatmin etmek için var olmadı. Kadınların var oluş amaçları, hepsinden önemlisi özgür iradeleri var. Özgür iradesi olan varlıklar; zorla, baskıyla, korkuyla, idamla mı dize getirilecek?
"Tanrı'nın sorduğu soruları insanlara sormayın" demişti sırrı bilenlerden birisi. Tanrı'nın sorduğu soruları insanlara soran, o sorularla insanları yargılayan herkes zalim. Kendi nefsine tanıdığı ayrıcalığı, şefkati, müsamahayı başkasına tanımayan herkes bir yönüyle zalim. Gizli saklı her şeyi yaşayıp, günahı ortaya çıkanları asıp, kesip, yargılayan herkes zalim. Kendi nefsine bahşettiği özgür deneyim alanını "toplumca onanmış bir
maskeyle" başkalarına yasaklayan, başkalarını cezalandıran herkes zalim. Din ya da gelenek kisvesi altında kadınlara, masumlara, fakirlere, zayıflara hakikatler dayatan; şahsiyet, ahlâk, duruş ve etik olarak zayıf ve riyakâr olan herkes zalim. Çünkü kendi nefsine mahcubiyeti arttıkça başkasının nefsine zalimliği azalırdı insanın. Aksi varsa; zulüm var. O yüzden masumların ahı zalimlerin hep yakasında, ensesinde ve nefesinde olacak. Ve bir yönüyle zulmedenlerin, zalimlerin ruhu, kalbi, sinesi, zihni asla teskin ve huzurlu olmuyor. Olamaz. Olamayacak.