Prolog
Evet, biz yeni zamanların yoksul düşlü kuzgunlarıyız. İçine fırlatıldığımız çölde kaybolduk. Artık yol bilmiyoruz, iz süremiyoruz. Sürekli hareket halindeyiz çünkü huzursuzuz. Yavaşlığa tahammülümüz kalmadı. Tamamlanmak için bir eksiği arayıp duruyoruz ama neyi kaybettiğimizi bile bilmiyoruz. Bu kaybolmuşluk ve umutsuz arayış içinde diğerlerine alelade gündelikliğimizi göstererek, hatta sırf göstermek için yaşamıyor muyuz artık? İnziva, mahcubiyet, esrar gibi sözcükler gündemimizin dışında. Sere serpe varoluşlar, şeffaflaşmış benlikler, sahte duygular çağındayız şimdi. Büyük bir gürültüyle aradığımız şey, yoksa şu Danimarkalı filozof Kierkegaard'ın, sessizce yitirdiğimizi söylediği benliklerimiz olabilir mi?
Benliği örten maskeler
"Sosyal medya profilime bakan kişiler benim kendimle barışık biri olduğumu zannediyor. Yoga yapıyorum, tütsü yakıyorum, özlü sözler paylaşıyorum. Ama kendimi o kadar yetersiz hissediyorum ki anlatamam. Gösterdiğimle olduğum kişi arasında koca bir uçurum var." (Bir danışan)
Yaşadığı dönemde "ruhunu kaybetmekten" mustarip insanlarla çalışan İsviçreli psikiyatr Carl Gustav Jung az önce sorduğum soruları büyük ihtimalle dikkate değer görürdü. Jung bir yaralı şifacıydı. Kendisinin de bir dönem ruhu hastalanmış ve kendi tedavisinin peşine düşmüştü.
Freud ile ilişkisinin sonlanmasının ardından I. Dünya Savaşı'nın da etkisiyle uzun yıllar sürecek "bilinçdışı ile karşılaşma" olarak adlandıracağı bir içe dönüş sürecine girmişti. Düşlerindeki imgeleri çözümlemiş, çizmiş ve bu dönemden psikanaliz, simya, gnostisizm, din, arkeoloji, antropoloji ve felsefe gibi çok çeşitli kaynaklardan beslenerek yapılandırdığı "Analitik Psikoloji" kuramının temellerini atarak çıkmıştı.
Jung, bir profesörün yazdığı ders kitabıyla, bir tenorun sesiyle veya güncel tabirle herhangi birinin sosyal medya profilinde paylaştıklarıyla yaşadığı yoğun özdeşleşmenin ruhsal hastalık yaratacağını düşünür. İleride söyleyeceğimi şimdi söyleyeyim: Çünkü bu kişiler personalarını her şeyleri ondan ibaretmiş gibi yaşamak istiyorlardır. Persona esasen "egonun ambalajı" olarak günlük işleyişimizin gerekli bir parçasıdır. Bir kişinin sosyal başarısının, makul düzeyde görünür olması, iyi işlemesi ve farklı durumlara uyum sağlayacak kadar güçlü olması da beklenir. Ancak Jung persona ile özdeşleşme tehlikesine vurgu yapar çünkü biz esasen personamızdan daha büyük ve fazla bir varlığız; ona indirgenemeyiz.
Peki, bu okyanus genişliğindeki kendilik deneyimimizi hususiyetle bugünlerde neden birkaç personanın dar alanına sıkıştırıyoruz? Jung olsaydı, bu
soruya biraz çıkışarak "Benliğinizi hiç keşfetmek istemiyorsunuz ki!" yanıtını verebilirdi. Kişiliği düzenleyen ve bütünleşmesini sağlayan enerji merkezi benlik, ancak dikkatli bir çabayla tanınabilir ve geliştirilebilir. Sabah uyanıldığında giyinilen maskeler hiç çıkarılmıyorsa, zorla görülen birkaç düş saçmalık olarak adlandırılıyorsa, çayırlara uzanılıp hayaller kurulmuyorsa benlik sığlaşacak ve yaşam gündelik bir koşturmacadan ve içerikten yoksun bir dedikodudan ibaret hale gelecektir. Böylece toplumun beklentilerine yanıt vermeye ayarlı modern insanın iç dünyası gittikçe daralacaktır. Persona merkezli bir yaşamın şu halde bir öz-şiddet eylemi olduğu iddia edilebilir.
Şeffaflaşmanın laneti
"Kendimi işteyken paylaşınca aldığım beğenilerle motive oluyorum. Daha başarılıymışım gibi hissettiriyor. Böyle hissetmem normal ve sağlıklı bir şey değil mi?" (Bir danışan)
Aşağı yukarı son on küsur yılın kolektif deneyimi olan sosyal medya âlemi bir personalar kumpanyasıdır; bir başka deyişle, toplumun beğenisine göre imal edilmiş maskeler sergisi. Bir grup tarafından kabul edilmenin kaçınılmaz ihtiyacını artık bu şekilde deneyimliyoruz. Nasıl görüldüğümüzü teyit ederken bir yandan da nasıl görülmek istediğimizi belirliyoruz. Ancak salt "görülmek" çiğ bir var olma biçimi değil midir? Gittikçe daha da fazla şeffaflaşmak, nasıl da başarılı bir hekim/avukat, vb. olduğunu, ne kadar da anlayışlı bir anne-baba olduğunu gösterme zorlantısı, devasa bir potansiyel olan benliğe musallat olmuş bir lanet değilse nedir?
İfşa etmek ve şeffaflaşmak, bir manada benliği öldürme yöntemidir. Suretini ve yaşamının mahrem köşelerini mütemadiyen gösteren kişi aslında paradoksal olarak benliğini örtüyordur. Çünkü izleyicilerinde göründüğünden ibaret olduğu yanılsamasını yaratıyordur. Hâlbuki hiç kimse göründüğünden ibaret değil; hep daha fazlasıdır. Göründüğü gibi olduğuna inanan kişi personası tarafından alıkonur. Başkalarına gerçek kendiliğini unuttururken bir yandan da kendi kendisini unutur. Persona ile özdeşleşmek ve akabinde benlik ile kaybedilen irtibat savrulmalar yaratır: mevcut kanaatlere ve beğenilere kapılma, ânı tüketme, zamanda amaçsız salınım, kişiliğin belirleyici gücünden yoksunluk, öz-tapınma ve şiddetli bir beğenilme dürtüsü.
Bir olanak olarak depresyon ve can sıkıntısı
"Mutluyken aslında korkuyorum. Çünkü mutsuzluk gelip beni bulacak ve her şeyi mahvedecekmiş gibi geliyor. O yüzden keyfimi kaçıracak hiçbir şeyle işim olmaz." (Bir danışan)
Sosyal medyada göstererek ve izleyerek var oluyoruz. Kısa, hızlı ve anlık paylaşımlar yapıyor ve yaşamı tüketiyoruz. Sanki tüm sistem, dürtülerin bir an önce geçici bir nesne bulup tatmin olmasına ve işini bitirip diğerine yönelmesine hizmet ediyor. Hazzı buyuran böyle bir biyolojik ve psikolojik zeminde tefekkür, tahammül, teşekkür, depresyon ve can sıkıntısı gibi değer ve duyguların kendine yer bulamayacağı açık.
Özellikle benliğin muhasebecisi bir duygulanım olan depresyonun (hüzün) sunduğu olanaklar epeyce unutuldu. Öte yandan can sıkıntısı bir an önce bozulması gereken bir kara büyü gibi algılanmakta. Oysaki depresif hissetmek bir kapasitedir, cesaret gerektirir. Depresyon hazzı erteler ve parça
parça olmuş kişinin, merkeziyle yani benlikle bağlantı kurma olanağı yaratır. Depresif birey kendine tapınmayı durdurur. Ayrıca evreni bir haz nesnesi
olarak kullanmaktan vazgeçer. Böylece onarıcı sükûnet, geliştirici suçluluk, şükran gibi duygular belirebilir. Can sıkıntısı ise yeni bir şey üretmenin arkasındaki güçtür. Sıkılan kişi zamanı geçiştirmeyi durdurmuş ve onu derinden hissetmeye başlamıştır. Zamanı hisseden kişi ise atılım göstererek onu anlamlandırma imkânına kavuşur.
Benliği derinleştirecek imkanlar olan depresyon ve can sıkıntısı günümüzde bir tehdit ve hatta bir hastalık olarak görülüyor. Pür dikkat bir seyirden diğerine sürüklenen öznenin zihni kendi içinde gevşemek yerine, bir dış etken tarafından mütemadiyen uyarılıyor. Uyarı sağanağı ile paralize olmuş zihnin sıçrama, gevşeme, derinleşme, şairanelik gibi imkânlardan mahrum kalması kaçınılmaz hale geliyor.
Yitirilmiş şairanelik
"Otobüs durağında beklerken yağmur başladı. Durdum ve sadece yağmuru izledim. Yağmuru unutmuşum." (Bir danışan)
Şairanelik, şeffaflaşan ve uyarı sağanağı altında kalan öznenin yoksun kaldığı unutulmuş bir yaşam üslubudur. Günlük hayatlarımızda insanları, ilişkileri, olayları çoğu zaman nesnel düzeyde, faydacı, ekonomik niyetlerle algılamaya meyilliyiz. Zaman az, hayat kısa, gün hızlıdır çünkü. Hedeflenen ideal bir tepe nokta vardır sanki ve hepimiz çeşitli niyetlerle kurgulanmış o tepe noktaya gözümüzü dikmişizdir.
Günübirlik hayatla derin bir ilişki kurmayı en iyi şairlerin bildiği söylenebilir. Şairaneliğin güdümündeki şiirsel yorumsama, dış dünyayı, iç dünyaya
nezaket içeren bir davet ediştir. Nezaketten kastım, (sembolik anlamda) doyma, yatışma, tutma ve kusma gibi ihtiyaçların susturulup derin, sade ve özenli karşılaşmalara açık hale getirilmesidir. Söz gelimi bir şair veya şairane bir bilinç, oldukça sıradan bir günde, bir otobüs durağında beklerken başlayan yağmurla, ağır aksak yürüyen bir karıncayla, serpilen bir çiçekle veya gülümseyen bir bebekle ilgilenebilen kişidir.
Dünyaya nezaket geliştirmek, benliğin dikkat alanına tesadüf eden yaşantılarla faydadan uzak bir bilinç üzerinden muhatap olabilmektir. Böyle bir bilinçten köken alan şiirsel yorumsam kolay gibi görünen ama deneyimlenmesi oldukça zor bir haldir. Şairanelikte araçsal dünya dışarıda bırakılır ve benlikte, etrafı seyir imkanı açığa çıkar. Seyreden özne doymanın, yatışmanın, tutmanın ve kusmanın öte kıyısına geçer; âlemde deneyime açıklık
içinde bir yer tutar. Böylece günümüzde elimizden alınan şairaneliğin yaratıcı bir dalgınlık hali olduğu söylenebilir.
Kanaat çılgınlığı
"Depresyonumu kendi ellerimle yarattım galiba. Uyanır uyanmaz bahsettiğim uygulamaya giriyorum. Bir süre sonra haber akışına kapılıyorum. Ne okuduğumu, izlediğimi takip edemez hale geliyorum. Birkaç saat sonra aklımda bir şey kalmıyor, hızlıca unutuyorum zaten. Yaşamıyorum belki de." (Bir danışan)
Yaşamdan alınabilecek çeşitli hazlardan birisi de onu öğrenmektir. Yaşam bilgisi, karşılaşmalardan, aksaklıklardan, olaylardan, başımıza gelenlerden derlediklerimizdir. Sosyal ağ paylaşımlarından bilgi (knowledge) değil; en fazla kanaat edinilebilir. Bilgi ve öğrenme ilişkisi sabır ve saygı gerektirir. Kanaat edinmek ise dürtüsel, kolay ve çoğu zaman yanıltıcıdır.
Devasa bir veri yığını olan yaşam denen kaosu zihinde uygun şekilde düzenlemek, bilgiye ve hatta hikmete dönüştürmek kanaat çılgını biz yoksul düşlü kuzgunlar için çok daha zor. Sosyal ağlarda yalan/kurgu bir haber üzerinden hiç tanımadığınız bir kişiye kinlenmek, ilgi düşkünü bir kişinin linç girişimine istemeden ortak olmak veya sahte bilim üreten bir uzmanın reçetesiyle hastanelik olmak işten bile değil. Kanaat, zihnin hiperaktif bir sindirime sahip olmasıdır: Neyin yararlı/gerekli neyin zararlı/gereksiz olduğunu ayrıştırmaya fırsat bulamadan, yaşam denen kütleyi, uzlaşılmış gerçekliği ihmal ederek içeride hızlıca tasarlamak; yani bir tür delilik halidir.
Son söz
Benlik birdir ve bütünleyicidir; sergileme histerisine kapıldığımız persona ise çoğul ve dağıtıcıdır. İnsan gibi hissetmek için başka çaremiz yok: Personalara teslim olmadan benliği yaşama imkanlarımızı geri kazanmamız gerekiyor. Depresyon ve can sıkıntısını doğal bir duygulanım kabul etmek, şairaneliği bir yaşam üslubu haline getirmek, sadeliği, sıradanlığı, sessizliği, yavaşlığı, düş gücünü, dalgınlığı, öğrenmeyi, hikmeti ve gerçeği yeniden keşfetmek zorundayız.
* Uzman Psikolog
Dipnotlar
Persona teriminin kökeni antik çağda Yunan aktörlerin taktığı maskeden gelir ve kişiliğin dünyaya gösterdiğimiz en dışarıdaki yönünü ifade eder.
Benlik (self) analitik psikolojide kişiliğin merkezidir ve bilinç-bilinçdışı süreçleri birlikte yürütür. Aşkın olanla bağlantı kurar ve bütünleyici bir işleve sahiptir.
Atıflar
Jung, C. G. (2001). Four archetypes. Taylor & Francis.
Kierkegaard, S. (2010). Ölümcül hastalık umutsuzluk. (Çev. M. Mukadder Yakupoğlu). Doğu Batı Yayınları.
Özcan, G. (2022). Erken dönem İslam geleneğinde dört duygu. Kaknüs Yayınları.