Byung-Chul Han, Şeffaflık Toplumu isimli kitabında şeffaflığın toplumu dönüştürücü gücünden bahsediyor. Bu dönüşümden biraz bahsedebilir miyiz, toplumlar nasıl bir dönüşüm yaşadı?
Öz olarak ifade etmek istersek, Byung-Chul Han'ın Şeffaflık Toplumu adlı kitabında günümüz toplumlarının hemen her alanına sirayet etmiş olan yabancılaşma olgusunu teşrih masasına yatırdığını söyleyebiliriz. Modern kapitalist toplumun küresel yayılmasını gerçekleştirmesiyle birlikte, bu yabancılaştırıcı süreçler Batı dışı toplumlarda da yaşanmaya başladı. Burada sözü edilen yabancılaşma hakikatin ve özün yitimi anlamındadır ve
sergilemenin önem kazanması bağlamında ele alınır. Han'ın teşhircilik adını verdiği karakteristik, şeylerin özsel değerinin yerini sergileme değerinin almasıdır. Burada Marx'ın kullanım değeri değişim değeri ayrımına benzer bir özsel değer-sergileme değeri ayrımı yapılmaktadır. Han'ın çokça zikrettiği "porno toplumu" da bedenin teşhirine işaret eder. Teşhir edilen bedenin bir sergi nesnesi şeklinde şey'leşeceğini söyleyen Han, "bu bedenin içinde ikamet etmek mümkün değildir" der. Bugün dünyanın kendisi de bir sergi salonu haline gelmiştir. Ürünün reklamını yapmak ikamet etmenin yerini alır. Bu, hepimizin zaman içinde yersiz yurtsuz kalacağı anlamına gelir. Bir anlamda da hakikat yurdundan kovulmuş ya da oradan düşmüş olmaktır. Han kitabında yabancılaşmanın çeşitli boyutlarına değinir. Gizemlerin ortadan kalkması; toplumun giderek hızlanması, hız içinde daha çok tüketmesi; geleneksel toplumun ayin ve tören gibi anlatısal süreçlerinin devre dışı bırakılması; eleştirel bir ötekinin varlığını öngören hatta zorunlu
kılan kamusal'ın özel'e dönüşmesi yabancılaştırıcı süreçlerden sadece birkaçıdır. Şeffaflığın olumlama boyutu da aslında benzer bir tek-tipleştirmeye işaret eder. Sosyal medyanın like'lamak yoluyla olumlamayı öne çıkarması ve olumsuzlamayı dışlaması az önce sözünü ettiğimiz kamusalın ortadan kalkması eğilimini destekler. Şeffaflık toplumunun bir diğer boyutu olan "enformasyon toplumu" ise, işleyemeyeceğimiz, algılayamayacağımız ve muhakeme edemeyeceğimiz miktarda enformasyona maruz bırakıldığımızı ifade eder. Bu şartlar altında hakikat ve muhakeme kabiliyeti yitirilir. Mevcut dijital panoptikon şeffaflığın kesintisiz izlenme ve kontrol boyutuna karşılık gelir. Han, Foucault tarafından Bentham'dan alınarak politik felsefenin konusu haline getirilen panoptikon'u şeffaflığın diğer bileşenleriyle birlikte yeniden kurgular. Ve tıpkı Bentham'ın hapishane modelinde olduğu gibi dijital panopticon'un da bireylerin gönüllü sergilemesinden yararlanarak ayakta kaldığından bahseder.
Özetleyecek olursak şeffaflık toplumu özellikle dijital medyanın etkisiyle niceliğin niteliğin önüne geçtiği; bireylerin hakikatten uzaklaşarak kendilerini bile araçsallaştırmaya ve istismar etmeye yöneldiği toplumdur. Burada kendini gerçekleştirme dediğimiz ontolojik süreç, yerini yaptıklarını başkalarına gösterme çabasına bırakır. Üretimin hazzı ve bunun kendini gerçekleştirmeyle ilişkisi kopar; daha çok yapmak ve yaptıklarını sergilemek önem kazanır. Sergilemenin kendini gerçekleştirmekten daha önemli olmaya başlaması yönünde bir dönüşüm olur. Bu bağlamda en az Byung-Chul Han kadar önemli olan bir diğer isim de Erich Fromm'dur. O modern kapitalist yabancılaşmaya, Han'dan çok önce Sahip Olmak ve Olmak adlı kitabında dikkat çekmişti. Eğer yabancılaşmanın sohbetini yapıyorsak, Fromm'u da anmadan geçmemeliyiz.
"Görünüyorum, öyleyse varım" bu çağın en sık kullanılan sloganı çünkü insanların kendilerini ifşa ederek var olmaya çalıştıkları tartışılıyor. Sosyal medyada var olmak için kişinin kendini ifşa etmesi bir zorunluluk mudur?
Sosyal medyanın yaygın kullanım biçimlerinden biri ifşacılık olsa da sosyal medyada var olmak için kişinin kendisini ifşa etmesinin bir zorunluluk olduğunu söyleyemeyiz bence. Sosyal medya ve ifşa arasındaki ilişki farklı olasılıkları dışarıda bırakmaz. Sosyal medyanın ve internetin fikirleri paylaşmak, ortak karar almak ya da en azından politik kararlara katılmak için bir zemin/vasıta olarak iş görmesi de mümkündür. Her ne kadar Byung-Chul Han, liberal medya teorisini haklı gerekçelerle eleştirmekteyse de bunun gerçekliğin sadece bir yönüne işaret ettiğini düşünüyorum. Bence sosyal medyanın ve dijital mecraların gerçekten de kamusal katılım ve fikir paylaşımı imkânını artıran, agora'yı dijital alana taşıma potansiyelini barındıran yönleri, yani avantajları var. Bu konularda Arap Baharı'ndan bu yana çok sayıda çalışma yapıldı, kitap ve makale yayınlandı. Bu tartışmalar sadece medya ve iletişim alanı ile sınırlı kalmadı. Siyaset teorisinde de karşılık buldu. Oy sandığı demokrasisi ve sivil toplum demokrasisinin yetersizliklerine dikkat çekenler, doğrudan demokrasinin dijital medya ve internetin katkısıyla gerçekleşecek bir ideal olduğunu ileri sürüyorlar. Manuel Castells'in İsyan ve Umut Ağları kitabında da vurguladığı gibi, siber-uzam ve kent uzamı üzerinden bir kamusal uzamın inşa edilmesinin mümkün
olduğunu tartışanlar var. Bu politik süreçlere çeşitli manipülasyonlarla müdahale edilmesi mümkündür elbette. Ama son tahlilde hem bu çabaların hem de yurttaş gazeteciliği dediğimiz olgunun siyasal katılımı ve yönetimler üzerindeki denetimi artırmak konusunda bizlere yeni fırsatlar sunduğu da inkâr edilemez bir gerçek. Bu açıdan bakıldığında ben dijital medyanın ikili bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Kanaatimce sadece yabancılaştırıcı etkilerine
odaklanmak doğru değil.
Açığa çıkarmanın, fark edilmenin, ifşa olmanın ve "linç" edilmenin kişide haz oluşturduğuna dair söylemlere denk geliyoruz. Sizce de açığa çıkarma durumu insanlara artık haz veren bir şey mi?
Kapitalist sistemin sosyal medyayı içine çekmek istediği alan ya da yön tam burasıdır. Dolayısıyla sistemin işleyişi bu yöndedir. Sistem bu yöndeki davranışları ödüllendirerek pekiştiriyor. Takipçi sayılarındaki artışlar, bununla paralel olarak kazanılan iş yapma olasılıkları, "sevilme" ve "takdir edilme" giderek daha çok kullanıcıyı bu tür davranışları sergilemeye sevk ve teşvik ediyor. Bu nedenle açığa çıkarma durumunun bireylere doğrudan ya da dolaylı olarak haz vermesi beklenmeyecek bir durum değildir. Ancak uzun bir zaman önce başka bir söyleşide de altını çizmeye çalışmış olduğum gibi, sosyal medyanın farklı değerlerin taşınmasına ve hayata aktarılmasına vesile olabileceği hatta olduğu da aynı derecede doğrudur. Mesela
dijital mecralar mahremiyetin önemini vurgulayan, tüketime karşı tasarrufu öğütleyen ve bunun yollarını gösteren mesajları da taşıyabilir. "Kullan at" yerine "tamir et", "yeni işlevler ver" ve "kullanmaya devam et" mesajını da yayabilir. Burada akıntıya karşı yüzme gücümüzle ilgili bir mesele var. Mecranın sizi sürüklediği yerle sizin gitmek istediğiniz yer arasında farklılık varsa, bu, dayanıklılığınızın test edileceği anlamına gelir.
İnsanların sadece bedeninin değil, evinin, ailesinin, hayat hikâyesinin ya da travmalarının birer reklam aracı gibi kullanıldığı gerçeğinden yola çıkarak şeffaflaşan toplumda her şey, tüm dezavantajlarımız birer tüketim metaı olarak kullanılabilir mi?
Metalaştırma, kapitalizmin ilk evresinden bu yana ayrılmaz cüzlerinden biri olagelmiştir. Dino Felluga Purdue Üniversitesi, Eleştirel Teoriye Giriş Rehberi'nin "Marksizm'in Kullandığı Terimler" bölümünü bir sözlükçe olarak düzenlemiştir. Bu sözlükte yer alan tanıma göre metalaştırma, "hem özel hem de kamusal alanın kapitalizmin mantığına tabi kılınmasıdır. Bu mantık çerçevesinde dostluk, bilgi, kadınlar ve benzeri pek çok şey yalnızca parasal değerleri açısından anlaşılabilir hale gelir. Böylece de içkin bir değere sahip olan şeyler olmaktan çıkar ve birer metaya dönüşürler".
Alınabilir ve satılabilir olurlar. Piyasanın kâr beklentisiyle ilişkilenmişlerdir artık. Metalaştırma Marx tarafından kullanım değerinin yerini mübadele değerinin alması şeklinde de tanımlanır. Bu koşullar altında, sergilenen, ifşa edilen, açığa çıkarılan şeyler eğer takipçi, para ve yatırım imkanları sağlıyorlarsa -ki sağlıyorlar- tüketim metaı haline gelirler. Ve tüketim metaı olarak kullanılabilirler.
Rızaya dayalı, gönüllü bir gözetlenme isteği beraberinde neleri getiriyor? Örneğin, artık mahremiyet kavramının değiştiğini, dönüştüğünü söyleyebilir miyiz?
Mahremiyetin bu süreçten en fazla etkilenen kavramlardan biri olduğunu söylemek yanlış olmaz. Kent ve mahremiyet konulu bir yazıyı kaleme alırken mahremiyetin sosyal bilimlerde ve hukuk alanında nasıl tanımlandığı, nasıl anlaşıldığı ile ilgili bir araştırma yapmıştım. Bu sırada konu ile ilgili çeşitli tanımlara rastladım. Mahremiyet, yalnız kalabilme hakkı olarak tanımlandığı gibi, bir alanın izinsiz girişlerden korunması anlamında da kullanılabiliyor. Hatta kamusal nazarlara ya da incelemelere açık olmaktan korunmuş olması beklenen muayyen bir sosyal, mekânsal, ilişkisel ya da kararlarla ilgili
pratikler alanı olarak ifade ediliyor. Bu tanımları esas alacak olursak, özellikle sosyal medyanın yarattığı rızaya dayalı gözetlenme halinin ister istemez
mahremiyet algımızı da değiştireceği sonucuna varırız. Çünkü dijital panoptikon'da ne yalnız olabilir ne de kamusal nazar ve incelemelerden masun kalabiliriz. Tam tersine her halimizle, her zaman ve koşulda incelenmeye hazır ve nazırızdır. Byung-Chul Han'ın da dediği gibi çok fazla ışık altındayızdır. Boşluk bırakmayan bu nazarlar altında kalış hali ve o nazarları tatmin etme mecburiyet ve iştiyakı hem hakikate ulaşma hem de kendimizi gerçekleştirme olanaklarını tüketir. Zaten Bentham'ın panoptikon'u tasarlamaktaki asıl amacı da hapishanedeki hücresinde her an izlendiğini düşünen ya da izlenebilecek durumda olduğunu bilen mahkumların kendi kendilerini denetlemeye mecbur bırakılmasıydı.
İfşa kültürü dediğimizde genellikle dijital ortamlardan bahsediliyor. Bu durum yalnızca dijital dünya için mi geçerlidir? Gerçek yaşamda ya da kamusal alanda bir karşılık buluyor mu?
İfşa, gizli ya da mahrem olan bir şeyi açığa çıkarmak, ortaya dökmek anlamına geliyor. Biz kavramı bu sohbette daha ziyade mahrem olan şeyleri ortaya dökmek anlamında kullandık. Ama bu mahrem sadece kişilerin özel hayatıyla ilgili hususları kapsamaz; aynı zamanda başkalarına sınıfsal
mesajlar verecek olan şeylerin de gösterilmemesi anlamına gelir. Mesela Müslüman toplumlarda toplumsal statünün göstergesi olan pahalı ürün ve hizmetlerle gösteriş yapmak kötü görülmüş ve uzak kalınması istenen bir tavır olmuştur. Geleneksel İslam kentinde evlerin bile dışı değil içi süslenmiştir. Ama bugün gelinen noktada bir sınıf ya da statü belirteci olarak giysileri, takıları, arabaları, evleri kullanmak, statüyü bu araçlarla ifşa etmek adeta bir alışkanlık haline gelmiş durumda. Kapitalizmin tüm aygıtları bu süreci teşvik etmek için çalışıyor. Gösteriş din dilinde riya ile ilişkilendirilmiştir. Başkalarına göstermek için, ifşa amacıyla yapılan ibadetlerin makbul olmamasını; hatta şirkle ilişkilendirilmesini bu bağlamda zikredebiliriz. Kendini gerçekleştirmek için değil de başkalarına göstermek, sergilemek amacıyla yapılan şeyler kişi için ne kadar yabancılaştırıcıysa, kulları razı etmek için yapılan ibadetler de o kadar yabancılaştırıcıdır. Velhasıl dijital dünyanın dışında da gösteriş ve ifşa kültürü mevcuttur. Ama hem dijital hem de gerçek dünyada bunun panzehiri, hakikate duyarlı ve hakikatin peşinde olmak, sahihlik ve samimiliktir. Araçsallaşmamak ve araçsallaştırmamaktır.
Bu konunun en sık tartışılan taraflarından biri ise şeffaflığın bir yandan özgürlük, diğer yandan kontrol getiriyor olması. Sizce kendimizi şeffaflaştırdıkça daha mı özgür oluyoruz, yoksa daha kontrol edilebilir hale mi geliyoruz?
Byung-Chul Han'a göre daha kontrol edilebilir hale geliyoruz. Ama sanırım bütün bu tartışmaların bir söylem analizine, bir meta okumaya dayandığını hesaba katmamız gerekiyor. Modernitenin yabancılaştırıcı etkilerine dair bir ön-okuma, bir süreç-okuması yapılıyor burada. Araçların kendilerini doğuran dönemin ruhuna uygun bir mantıkla çalışması anlaşılabilir bir durumdur. Lakin bu bizim kaçınamayacağımız bir sona, kaçınamayacağımız bir kadere mi işaret ediyor? Aynı araçların, yani sosyal mecraların ya da genel manada internetin yeni kamusal alanlar yaratmak için kullanılması ihtimali ne olacak? Bunu dışlayabilir miyiz? Dışlamalı- mıyız? Bence dışlamamalıyız. Mevcut duruma dair sosyolojik ve felsefi okumalarımızın karşısına insanın hür iradesiyle yapabileceği seçimlerin getireceği değişim olanaklarını koymak durumundayız. Müslümanlar olarak bu olasılıklar üzerine düşünme sorumluluğumuzu asla reddedemeyiz. Bauman'ın "hayır deme iradesi" olarak tanımladığı kapasite insan vicdanında içkindir. Körelebilir, seyrelebilir, bastırılabilir. Ama her an yeniden harekete geçmek üzere oradadır. Demem o ki, özgürlük amaçlanması ve uğrunda mücadele edilmesi gereken bir değerdir. Nesneleşmemize ve yabancılaşmamıza neden olan yapıların sosyolojik bilgisi bizi karamsarlığa sürüklememelidir. Tam tersine. Özgürlüğün güçlü bir saik olarak ortaya çıkma imkânı da insanlık durumuna içkindir ve felsefi ve sosyolojik bilgi birikimi yalnızca sorunların saptanmasında değil çözümlerin üretilmesinde de önemli bir rol oynayabilir.
Alev Erkilet kimdir?
1983'te Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü bitirdi. Yüksek lisans (1985) ve doktorasını (1996) araştırma görevlisi olarak çalıştığı aynı bölümde tamamladı. 1997-2000 yılları arasında Kırıkkale Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde yardımcı doçent olarak çalıştı. 2012'den sonra Kırklareli Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde, Sakarya Üniversitesi İletişim Tasarımı ve Medya Bölümü ile Şehir ve Bölge Planlama bölümlerinde, İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi ve İstinye Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde görev yaptı. 2020 Mart ayından bu yana İbn Haldun Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde çalışmakta olan Erkilet'in Ortadoğu'da Modernleşme ve İslami Hareketler, Ele Geçirilemeyen Toprak Kuzey Kafkasya, Eleştirellikten Uyuma, Toplumsal Yapı ve Değişme Kuramları, Mazlum Doğu'nun Mağrur Çocukları, Kenti Dinlemek: Kültürel Miras, Kentsel Ayrışma ve Yoksulluğa Dair Yazılar, İstanbul Halkının Dilencilik Olgusuna Bakış Açısı (İ. Coşkun ile birlikte), Magnetsiz Şehirler: Türkiye'de Kentlerin Dönüşümü (der.) (Yunus Çolak ile birlikte) olmak üzere sekiz kitabı, çeşitli kitap ve dergilerde yayınlanmış makaleleri vardır.