Serkan Akın: Türk evi, yok edici teknolojik tavrın karşısındaki en büyük güçtür

Türk evi, yok edici teknolojik tavrın karşısındaki en büyük güçtür
Giriş Tarihi: 14.3.2024 12:12 Son Güncelleme: 26.3.2024 16:39

Siz şehir ve kent arasındaki farklılığa vurgu yapıyorsunuz. İki kavram arasındaki farkı biraz anlatır mısınız?

Şehir, aslında ideal olandır. Aklımızda ve gönlümüzde tüm iyilikleri bir araya getirdiğimiz mekânın adıdır. Ta en başta kurduğumuz yerdir şehir. Vahyi ve kadim olanla ilk inşa ettiğimiz şeydir. İmar etme bilgisi ile ortaya koyduğumuz her şey şehirdedir. Önce hukuk ve sözleşmenin teşkili, sonra evin ve mabedin inşası, daha sonra yaşam ve geçim için üreterek pazarın inşası. Bunların hepsi şehirde olan şeylerdir. Evin ve mabedin hayatın merkezinde olan yerdir şehir. Dolayısıyla şehir, feyizli, bereketli, ahlaklı, faziletli, huzuru ve barışı isteyen insanların bir arada yaşadığı yerdir. Anlamların, kavramların, kelimelerin, düşüncelerin ve nihayet üretmenin; vahye, sünnetullaha, tekniğe uygun şekilde sürdürüldüğü yerdir. Mekânın önce gönülde kurulduğu yerdir, tüm güzelliklerin önce niyetle sonra peygamberi usulle daha sonra kadîm bilgi ve meslek tavrı ile üretildiği yerdir. Herkesin bir diğerinden emin olduğu, selamın ve barışın hâkim olduğu, haksızlığın hakir görüldüğü ve cezalandırıldığı yerdir şehir.

Kuşun kurda yem olmadığı, fakir ve ihtiyaç sahiplerinin kollandığı, hasta ve yolda kalmışların sıhhate ve barınağa kavuştuğu yerdir. Nesil emniyetinin olduğu, evliliğin ve ev kurmanın kolaylaştırıldığı, huzur ve saadetin neşvünema bulduğu yerdir şehir. Emniyetsiz kişinin barınamadığı, günah işlemenin neredeyse imkânsızlaştığı, iyilerin kötülere engel olup güzellikler için yarışıldığı yerdir şehir. Arsızın, hırsızın, katilin adım atmakta zorlandığı, hükmün hızlı ve adil verildiği yerdir şehir. Evlerin müstakil, üretimin doğal, geleneksel tekniğin hâkim, geçimin kolay, yaşamın şen olduğu yerdir şehir.

Çocukların her yerde rahatça oynadığı; atlayıp hopladığı, kaçıp kovaladığı, düşüp kalktığı, hayal kurduğu, evleri çatılı ve bahçeli çizdikleri yerdir şehir. İnsanların yürüyerek her yere ulaşabildiği, alışverişini çarşıdaki dükkânlardan yaptığı, markaların değil, kaliteli ustaların şubesi olmayan mekânlarda üretim yaptığı yerdir şehir. Evlerin diğer evlerle uyum içinde olduğu, kimsenin evinin diğerinin evinin güneşini, rüzgârını, manzarasını, yolunu kesmediği, mahremiyetini ihlal etmediği yerdir şehir. Evlerin, gönülde, niyette, usulde ve teknikte ilk eve ve mabede dönük inşa edildiği yerdir şehir. Ev inşa edilirken taşın, toprağın ve ağacın kullanıldığı, böylece kolayca inşa edilip bitirildiği ve insanların huzurla sükûn bulup konakladıkları yerdir şehir.

Rabbin çağrısının 5 vakit duyulduğu ve insanların bu çağrıya her vakit koştuğu yerdir şehir. Velhasıl; iyiliğin, güzelliğin, selamın, barışın, huzurlu günler ile gecelerin, tekniğin, zanaatın, geçimin, çiçeğin, böceğin, kuşun var olduğu mekândır şehir. Kent, varlığı itibarıyla hiçbir meselenin (probleminin) çözülememesi üzerine kurgulanmış bir yaşam formudur. İnsanlara prangalarla dolu paradoksal bir yaşam şekli dayatır. Kentte rant putuna tapılır, betonarme kutsanır, apartman dışında hiçbir yaşamın var olmadığına inanılır.

Kentler, insanların apartmanlarda esaret altında yaşadığı, huzura ulaşmaları imkansız olduğu yerlerdir. Geçim derdi trafiğe, kira ödemesi kredi borcuna karışır. Ay dediğin 30 gün, hemen gelir. Yılda bir hafta tatil yapmak için 12 ay köle gibi çalışılır.

Çocukların kentlerde koşmasına izin verilmez, uçurtma yapmalarına da imkan yoktur. Koşma çocuğum, yapma evladım sesleri, salıncak sırası bekleyen çocukların kulaklarında. Vazgeçilemez tekrarlar, alternatifi düşünülemez rutinler, esaretinden kurtulması imkansız prangalar kentlerin temel yaşam ritülleridir. Trafikte ömür tüketmek, AVM'ye gitmek, çocukları parka götürmek bu tür işlerdendir. Kentlerde sıralı, süreli, ücretli kullanılan küçük mutluluk adacıkları vardır,. Oyun parkları, sinema salonları, AVM'ler, kültür merkezleri böyle yerlerdir. Hepsi de tek bir elden bir amaca hizmet ederler. Kapitalist düzenin kölesi insanların esaretini devam ettirmek. Kapitalizmin inşası, demokrasi, ulus devletlerin ortaya çıkması ve kentleşme olgusu birbirinden ayrılmaz dört temel unsurdur.

İnsanlık, tarih boyunca sanayi devrimlerine kadar geçen süreçte, kadîm bilgi, geleneksel düşünce ve doğal döngüye uygun teknik üretim ile yaşamını sürdürürken, motorun bulunması ile sanayi devrimleri sonrası temel üretim ve yaşam şekilleri de değişti. Toprağa, tekniğe, insani ölçek ve gayrete dayalı sistem yerine fabrikalarda çoklu ve toplu üretime geçildi. İnsanlar ağırlıklı olarak kendi ürettikleri taş, ahşap ve kerpiçten yaptıkları evlerden çoğunlukla betonarme apartmanlardan oluşan dairelere taşındılar. Aynı şekilde geleneksel yaşamın ve üretimin sürdüğü kasabalardan ve şehirlerden fabrikaların bulunduğu kentlere göç ettiler. Bununla birlikte büyük aile, tarımsal üretim ve geleneksel meslek bilgisine dayalı ustalık yaşamından çekirdek aile ve fabrikalarda işçiliğe dayalı bir yaşama geçtiler. İlk başlarda makinelerin bir araya geldiği kocaman yapılar olan fabrikalar şehirlerin ortasına gelişigüzel yerleştirilmiştir. Dolayısıyla makinelerin üretim gücüne hizmet edecek insanlar da fabrikaların etrafına toplanmıştır. Böylelikle geleneksel yerleşme şekli; evler, mahalleler, şehirler ve kırsal alanlar anlamsızlaşmıştır. Kapitalizmin amacına hizmet eden, bunun sonucunda sermayeyi ve üretimi tek elde toplayan, elde edilen gücün sonucunda kadîm devletleri ve medeniyetleri yıkıp yerine teknolojik bir esaret yaşamı inşa eden küresel akıl evin yerine apartmanı, mahallenin yerine siteyi, şehrin yerine de kenti inşa etmiştir.

İnsan kentte önce gönül huzurunu ve saadetini kaybetmiştir. Sonra istikameti ve kavramları yok olmuştur. Neyi nasıl yaşayacağını bilmeden, nasıl üretip geçineceğini unutmuş, meslek sahibi iken önce işçileşmiş sonra işsiz olmuştur. Evden apartmana geçmiş, tanımadığı ve bilmediği insanlarla ortak mülkiyet üzerinden bir karmaşaya karışmıştır. Selamı, barışı, komşuluğu unutmuş, evini ve barkını terk ettikten sonra başına gelmeyen kalmamıştır. Önce gettolarda tutunmaya çalışmış, sonra apartmanlarda kiracı olmuş, yıllarca faizli banka kredileri ile başını sokabileceği bir mülk sahibi olayım derken bu durum şimdilerde imkânsız hale gelmiştir. Trafikte saatlerce ömrünü tüketmiş, arabaların işgal ettiği kentlerde bırakın bir yere ulaşmayı, yollarda yürüyemez hale gelmiştir. En temel insani ihtiyaçlara; eğitim, sağlık, kültür, sosyal hayat, rekreasyon vb. ulaşayım derken yılda bir hafta tatili ödül zannetmiştir. İnsanların yenilgisinden ve çaresizliğinden dolayı süreç sürekli insanlığın aleyhine işlemiş ve teknolojik adımlar ilerledikçe kendini geliştirdiğini zanneden insanlık paradoksal bir pranganın girdabında boğulmaya devam etmiştir. Gelinen noktada kentler önce büyükkentlere daha sonra da megakentlere dönüşmüş, adı üzerinde kentler büyüdükçe sorunlar içinden çıkılmaz bir hâl almıştır.

Megakentler, küresel aklın insanlar için düşündükleri ve planladıkları yokoluş sürecinde altın vuruştur. Geri dönülmez hataların zirve noktasıdır. Paradoksal prangaların son halkasıdır. Kentler megakentlere dönüştükçe filmin sonuna yaklaşılmış demektir.

Milyonlarca insanın hiçbir sorununu bırakın çözmeyi, çözüm yollarını aklına bile getiremeyeceği ve esaret altında yaşamaya çalıştıkları gri, beton yığınlarının olduğu mekânlardır. İşsiz, evsiz, ailesiz, sağlıksız, eğitimsiz, mutsuz, parasız, hiçbir temel yaşam hakkına ulaşamayan milyonların yaşadığı kentlerdir. Distopik bir sondur. Maalesef İstanbul bütünü itibarıyla bir megakent olmaya adım adım gitmektedir. Osmanlı Devleti döneminde batılılaşma serüveniyle başlayan bozulma, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla birlikte önce ideolojik baskıya ve tahribe dönüşmüştür. Daha sonra da 1950'lerden itibaren Amerika ile ile başlayan yakınlaşma ve Marshall yardımları sonucunda Prost planlarının Menderes döneminde uygulanmaya başlamasıyla sanayinin İstanbul'a getirilmesi, köyden kente göç, otomobilli ulaşım tercihi ve birçok tarihi yapının yıkılarak yok edilmesine yönelik kararlar İstanbul'u büyük bir yıkıma uğratmıştır.

Ülkemizde siyasetin finansmanının imar rantı üzerinden sağlanmasına yönelik politikalar ile gayrimenkul değer artışı ve betonarme apartman inşasına dayalı kentleşme politikaları, tüm Anadolu kentleri ile en çok da İstanbul'u tahrip etmiştir. Bu tahrip sadece fiziksel bir şekilde olmamış, kültür, tarih, demografi, sosyoloji, ekonomi ve buna benzer birçok konuda ortaya çıkan sorunlar milletimizi büyük bir risk eşiğine getirmiştir. İstanbul'da yaşanan bozulma örnekliği sebebiyle bir kanser gibi tüm ülkeye yayılmaktadır. Fethiyle müjdelenen ve fethi hedeflenen İstanbul; Mezopotamyanın kalbi, Avrasyanın ortası, dünyanın merkezi Anadolunun payitahtıdır. Sultanların şehri, şehirlerin sultanıdır. Mekke, Medine ve Kudüs'ün savunması İstanbul'dan başlamaktadır. Ancak İstanbul öyle bir konumda bulunmaktadır ki içinden bir smartkent, birden fazla tarihi kent ve büyük reset sonrası tek dünya devleti için önemli bir başkent çıkartılmaya ve elimizden alınmaya çalışılan bir şehirdir. Dolayısıyla acilen özümüze dönerek, vahyin, kadîm bilginin, tarihimizin, kültürümüzün bize yüklediği sorumluluk ile İstanbul'u aslına döndürecek kararlar almalı ve değişimlere başlamalıyız. Bunu önce aklımızda sonra kalbimizde daha sonra da fiiliyata geçirerek bu şehri yeniden fethetmeliyiz.

Buna karşılık Türk evinin bir çözüm olduğunu belirtiyorsunuz. Türk evi nasıl bir çözümdür?

Ev İnsan İçin en özel mekândır. Barınılan ve diğer insanlardan ayrıştırılan bu yerler evlerdir. Bu yüzden ev özeldir, müstakildir. Özel bir hukukla inşa edilir. O hukuk da bir kadın ile erkek arasında gerçekleşen nikâhtır. Ev bu özelliğiyle diğer tüm mekânlardan ayrılır.

Dolayısıyla ev önce gönülde inşa edilen, selam ve hukukla kurulan şeydir. Taşların üst üste konulması, tahtaların üst üste çakılması, hayvan derilerinin hasır merteklere gerilmesi ya da kerpicin kesilmesi daha sonra gerçekleşir ki bu da evi inşa ederken Hz. Âdem AS'dan itibaren takip edilen kadîm bilginin, geleneksel düşüncenin ve teknik üretimin konusudur.

Bu bağlamda ev, insanın başını sokabileceği, kendisini kötülüklerden koruyan, ailesi ile birlikte en özel anlarını yaşadığı, içinde huzurla bulunduğu, bahçeli, müstakil, hayvan besleyebildiği, sebze ve meyve yetiştirebildiği yerdir. Bu mekânda misafir ağırlayabilir. Sevdiği diğer insanların yaşadıkları evlere ve sosyal alanlara yakın mesafede, etrafı onun evinin güneşini, manzarasını, rüzgârını, yolunu kesmeyen binalardan oluşan güvenli mahallelerde bulunur. Bulunduğu coğrafyanın doğal malzemesinden yapılır, geleneksel teknikle kolayca inşa edilir, ona sahip olmak için en temel insani vazifeleri yapmak yeterlidir.

Dolayısıyla ev sadece fiziksel bir mekân tanımı değil birçok alanda karşılığı olan bir kavram ve kelimedir. Kişinin kendine yuva yaptığı yer evdir.

Türk Evi; Anadolu'yu merkez alarak, Doğu Karadeniz'den başlayıp Balkanlara kadar devam eden, İç Anadolu, Ege, Akdeniz ve Marmara Bölgesini içine alan coğrafyada bulunur. İklime uygun, yerel ve doğal malzemenin işlenmesiyle, geleneksel teknik kullanılarak inşa edilir. Oda biriminin esas alındığı, büyük ve geleneksel aile modelinin yaşandığı, odaların hayat veya sofa dediğimiz ortak alanlarla bir araya getirildiği, geleneksel üretim yapılabilen ev, Türk Evidir.

Türk Evi bize, Müslüman Türklerin aynı inanç sistemi içerisinde yöreye, malzemeye, coğrafyaya ve geleneğe göre yerleşme şekillerini ve buna dair yansımaları gösterir. Ailenin ve mahremiyetin öneminden bahseder. Birlikte yaşamanın değerini anlatır. Kolayca ve basitçe inşa edildiği için akılcı bir tavır ortaya koyar. Doğa ve yakın çevre ile kurulan barış ilişkisini ifade eder. Geleneksel düşüncenin, tekniğin ve üretimin ne kadar güçlü olduğunu ispatlar. Geçimin ve kanaatin, çalışmada olduğunu ve evimizin bizim için geçim merkezi olduğunu söyler. Güzelliğin her ölçekte üretilebileceğini ve her daim yaşanabileceğini ifade eder. Kaosların, krizlerin, ortaya çıkacak problemlerin önlenebileceğini, ortaya çıksa bile çözülebileceğini ispat eder.

İşte geleneksel düşünce ve teknik üretim, insanlık adına, küreselci, yok edici teknolojik tavrın karşısındaki en büyük güçtür. Bu güç bu ütopik ve distopik dönüşüme karşı en büyük örnekliği barındırmaktadır. Anadolu, Türk Evi, geleneksel mahallesi ve tarihi şehri ile bu dönüşüme direnecek en önemli coğrafyadır. Çünkü Anadolu: Mezopotamya'nın kalbi, Avrasya'nın ortası, dünyanın merkezidir.

BİZE ULAŞIN