Sena Subaşı: TÜRK SOLUNUN HASTALIKLARI

TÜRK SOLUNUN HASTALIKLARI
Giriş Tarihi: 8.3.2024 14:14 Son Güncelleme: 8.3.2024 14:16
Cumhuriyet’inin kuruluşundan itibaren toplumsal hayatımızda varlık göstermeye çalışan sol farklı şekiller aldı, değişimlere uğradı, çeşitli fraksiyonlara ayrıldı, kendi içinde ideolojik çatışmalar ve kırılmalar yaşadı. Bu değişim ve dönüşümlerde zaman ve şartlar kadar Türkiye’deki sol düşüncenin kendi bünyesine mahsus marazlar da etkili oldu. En işlevsiz kaldığı zamanlar da dahil her dönem polemik konusu olmaktan bir türlü kurtulamayan Türk solunun son zamanlarda en çok tartışılan ve eleştirilen yönlerini, bir başka deyişle adeta hastalık haline gelen meselelerini hatırlayalım dedik.

CHP-DEM PARTİ-

Selahattin Demirtaş iş birliği


Kasım ayında CHP genel başkanı seçilen Özgür Özel'in "(…) Silivri'de Bakırköy'de hepimizin yerine yatan Can Atalay'a, Tolga Şardan'a, Osman Kavala'ya, Selçuk Mızraklı'ya, Selahattin Demirtaş'a selam olsun" söylemi yine oldukça tepki çekti fakat bu selamlama parti için hiç de yabancı değildi. Çünkü partideki yöneticileri son yıllarda bu selamlamayı sık sık yapıyor ve halk bu selamlamaları şaşkınlıkla izliyor, bir türlü anlam veremiyor ve şiddetle karşı çıkıyordu.

Faaliyetlerine hem silahla hem de partilerle politik alanda devam eden PKK, özellikle siyaset arenasında son dönemde sol partilerden destek buluyor. CHP başta olmak üzere solcu olduğunu iddia eden kesimlerin PKK ile bağlantılı olan ve farklı isimlerle politik arenada boy gösteren siyasi partilerle olan iş birliği, yakın ilişkileri ve sürekli selam gönderme çabalarının solun en büyük hastalığı olduğu rahatça söylenebilir. Toplumdaki bu tepkiye
rağmen bölücü terör örgütüne karşı bir mesafe konmaması ve örgütün meclisteki uzantılarını bu selamlarla meşru kılma çabası, CHP'nin halkta neden bir karşılık bulamadığının bir cevabı aslında.

Onca tepkiye rağmen "o halde neden?" sorusunun cevabının ise ortak çıkarları ve benzer özellikleri olduğu söylenebilir. Kendilerini solda tanımlayan iki parti de antiemperyalist tavırla ilgisi olmayacak şekilde Batı'dan her türlü destek ve teşviki alıyor. CHP'nin ısrarla "dini olan/seküler olan" kavgasını devam ettirmesi ile Dem Parti'nin tabanından tamamen kopuk bir şekilde bir cenaze için "ışıklar yoldaşın olsun" twiti atacak kadar seküler bir görünüm iddiası yine uyuşuyor.

Her daim "demokratik mücadeleden" söz eden fakat bir yanda eli silahlı örgütün kolu olan bir parti, diğer yandan bu iş birliğine sesini çıkaramayan, PKK'yı lanetlemekten bile çekinen bir parti ve ikisinin de demokratik mücadeleden anladıkları Türkiye'yi zora sokmak. Sol partilerin halka vaat ettiği yeni bir şeyin olmaması, yeni bir fikir üretmekten uzak olmaları, tartışma konularını "dindar olan ve seküler olan"dan ileriye taşıyamamaları başarılı olmalarını engellerken, CHP, kazanma ihtimallerini bu siyasi oluşumlarla iş birliği yaparak arttıracağını düşünüyor.

YILMAZ GÜNEY'IN DOKUNULMAZLIĞI

"Bizden olana tanınan ayrıcalık"


Her fikir kendine bir kahraman tayin eder, onu dokunulmaz kılar, söz söyletmez ve neredeyse kutsal kabul eder. Büyük bir övgüyle ve onurla bahsedilen bu kahraman isimler için adalet her zaman gözetilmeyebilir, hatta geçmişteki şiddetin ve suçun üstü örtülebilir. 1994'te gazinoda bir hâkimi öldüren, şiddet uygulayarak kendi eşinin köprücük kemiğini kıran ve onu ezmeye çalışan, film çekiminde rol arkadaşının başına koyduğu bardağa ateş etmeye çalışan, hapishaneden firar ederek Fransa'ya kaçan ve bunların yanı sıra PKK propagandası yapan Yılmaz Güney, bu ayrıcalığa
sahip isimlerin başında geliyor. Yılmaz Güney'in solculuğunun da sinemasının da öne çıkarılması, övülmesi belki anlaşılabilir ancak geçmişindeki karanlık yönlerinden bahsedilmemesi ve onun sabıka dosyasını açanların mahalleden dışlanması insafa sığmaz.

Güney, filmlerinde toplumsal mesajlar veriyor, Kürt ve kadın sorunlarına mutlaka değiniyor, röportajlarında film yapmanın kendisi için "mücadelenin, direnmenin, başkaldırmanın aracı" olduğunu belirtiyor ve kendince çok iyi bir solcu oluyordu ama tüm bunlar onu eleştirilemez yapmaya yetmiyor. Onun gibi "eleştirilemez" olan bu isimlerin varlığını Farah Zeynep Abdullah'ın kendi mahallesi tarafından ağır bir lince maruz kalmasıyla yeniden gördük. Güney'in ölüm yıldönümündeki bir twit üzerine Abdullah, "Sinemamızın en iyi yürüyen erkeği ve kadın döven ve şiddet türleri açısından zengin ve etkili silah kullanan diyelim" ifadeleriyle cevap verdi ve günlerce "hadsiz, birikimi yetmez, lafları magazinsel" gibi sert söylemlere maruz kaldı. Hatta "Güney'e Farah Zeynep'le başlayan saldırı kampanyasının sebebi Güney'in Kürt olması. Olayın özü bu" ifadeleri bile kullanıldı.

Ölümünün üzerinden 40 sene geçen Yılmaz Güney'in toplum için bir tehlike oluşturması mümkün değil fakat asıl tehlikeli olan Güney gibilere toplumda sağlanan bu ayrıcalık hali. Suçun, şiddetin kimden geldiğinin önemli olmaması ve kapsayıcılık misyonuyla varlık bulan ideolojilerin kendi mahallesindekini bile linç etmesi. Sol adına mücadelesi sürekli övülen Güney'in adeta bir suç makinesi olması bile bu durumda kendi mahallesiiçin affedilir, hafifletilebilir olabiliyor. Tıpkı bir kız öğrencisini taciz ettiğini canlı yayında normal bir tavırla anlatan Celal Şengör'e bugün kanaat önderi muamelesi gösterilmesi gibi.

BİTMEYEN ŞARKI

"Sol halktan kopuk" eleştirisi


Türk siyasetinin en klişeleşmiş sorularından biridir "Sol neden iktidar olamıyor?" ve genelde bu soruya cevap olarak yine yılların klişelerinden biri olan "halktan kopuk" yanıtı verilir. Kendini solda konumlayan partilerin son yıllarda toplumla ortak paydada buluşamama, toplumda bir karşılık bulamama eleştirisi her cepheden sıklıkla yapılıyor. Cumhuriyet'in 100. yıl kutlamalarından görülmesi arzu edilen valslar eşliğindeki balolar olduğu beklentisi Batılılaşmayı tekrar gündeme getirdi. Eskiden beri var olan ve oldukça demodeleşen "Halk gericidir, yobazdır. Modernleşme karşıtıdır ve çağdaş düşüncenin önünde bir engeldir. Kılık kıyafeti de yeterince modern değildir, Batılılar gibi olmalıdır" zihniyeti belli seçkin sınıflarca kabul görmeye devam ediyor. Bugün siyasi arenada potansiyelleri oldukça zayıflayan ve vaat ettikleri hiçbir şey olmayan sol partiler artık laikliğin koruyucusu ve seküler yaşam biçimin teminatı olarak konumlanıyor. Seküler kitle ancak kendisine pompalanan "laikliğin kaldırılacağı, hayat tarzlarına müdahale edileceği, ülkenin Orta Doğu ülkelerine benzeyeceği" gibi korkularla ortak bir çatı altında toplanabiliyor. Ne var ki sekülerliğe yönelik bu korku ve kaygılar halkın çoğunluğunda bir karşılık bulamadığı gibi üretilen bu siyasetin seçkin bir sınıfa yönelik olduğu eleştirisi de yine solun kendi
içinden geliyor. Solda konumlanan grupların kullandığı bu politik dilin taşraya ya da yoksul kesimlere ulaşması zor görünüyor.

Tüm bu grupları konsolide etmek, halkla bütünleşmeyi sağlamak için dönem dönem yeni yollar arıyorlar. Bazen taşralıyı ya da "türbanlıyı" denklemin içine almaya çalışıyorlar fakat tüm grupları etkisi altına almanın en kolay yolu olarak görülen "Atatürk'ü bir araç olarak kullanmak" bugün de oldukça popüler bir yöntem. Dolayısıyla her seçim dönemi halkın büyük kısmının saygı gösterdiği isim ve sembolleri kullanan bu siyasi gruplar seçim sonuçlarından sonra çözümü "Halkın yüzde 50'si aptaldır" demekte buluyor.

BATI ÖZENTİSİ

Kırmızı çizgilerin geçersiz olduğu nokta


Yalnızca kendi içlerinde iletişim kuran, kendilerinden olmayan yerlere gitmekten, Cihangir gibi mekânlardan başka yerde yaşamaktan korkan ve "ideal" yaşam tarzının böyle olması gerektiğini düşünen bu grup ülkede kendini "seküler, aydın, entelektüel ya da modern" olarak tanımlıyor. Bu
"seçkin" sınıf aynı zamanda bu ayrıcalıklı ve yalıtılmış hayatlarını kaybedecekleri kaygısını da taşıyor ve genel kitlenin kendine benzer şekilde yaşamalarından, kendi mekânlarında var olmalarından rahatsızlık duyuyor. Kendi kültürlerinden kopuk ve Batı'ya ait tüm göstergelerin hayranı olan bu grup, kendini kitlenin üstünde hissediyor.

2023'te yaşadığımız deprem felaketi sonrası ünlü bir oyuncu bir ödül töreninde "Depremzedeler yardımlarımızı yanlış anladı. Deprem bölgesine yaptığımız her şeyi onlar başkaları yapıyor sandı. Sandıktan onu anladık ama neyse" cümlelerini sarf edebildi. Bu cümlelere gülerek eşlik edenler de
deprem bölgesinden çıkan seçim sonucunu beğenmeme hakları olduğunu, tüm yardımların kendileri tarafında yapıldığını ve yardım yaptıkları muhtaç halkın onlara minnet duyması gerektiğini açıkça ifade ettiler. Gelen tepkiler üzerine oyuncunun bunu mizahi bir amaçla söylediğini, halkın ise bu mizahtan anlamadığını da belirttiler.

Diğer yandan her fırsatta bu yaklaşımlarını belli etmekten geri durmayan sanat camiası bu tepkilerini genellikle Atatürk görselleriyle kamuoyuna sunuyor. Fakat geçtiğimiz Eylül'de dünyanın önde gelen firmalarından Disney Plus, Mustafa Kemal Atatürk dizisini globale içerik sunan dijital platformunda yayımlamama kararı almıştı ve bunun tamamen siyasi bir hamle olarak ABD'deki Ermeni lobisinin baskısının eseri olduğu ortaya çıkmıştı. Konu hem Atatürk hem de sinema olunca gözler sanat camiasına çevrilmişti fakat halk tarafından büyük bir tepkiyle karşılanan sansür olayı karşısında tüm sanatçılar derin bir sessizliğe gömüldü. Batı karşısında yanlış bir söylemde bulunma korkusu, kırmızı çizgileri olduğu iddia edilen milli değerlerin konuya ve kişilere göre rafa kaldırılabilecek, görmezden gelinebilecek bir şey olması uzun süren tartışmalara yol açmıştı.

FİLİSTİN DUYARSIZLIĞI

Hani emperyalizm ve zulme karşıydık

7 Ekim'den beri Gazze topraklarında yaşanan soykırıma dünyanın dört bir yanından tepkiler artarak devam ediyor. Kendi halklarının aksine Avrupalı devletlerin ve ABD'nin İsrail yanlısı tutumuna karşı sesi en çok çıkan, en çok tepki gösteren ülkelerin başında Latin Amerikalı sol yönetimler geliyor. İsrail'in sömürgeci, sivilleri hedef alan, saldırgan ve hukuk dışı yayılmacı bir siyaset benimsemesi ve İsrail karşıtlığının antiemperyalist bir tavır olması sebebiyle bugün bu yönetimlerin tamamen İsrail karşıtı ve Filistin destekçisi olduğu görülüyor.

Buna karşılık bugün ülkemizde kendini solda konumlayan grupların çoğu tıpkı Latin Amerika ülkeleri gibi aynı tepki ve desteği göstermedikleri, sessiz kaldıkları için eleştiriliyor. Saldırıların en başından itibaren "toprak satma, bizi sırtımızdan vurma" gibi klişeleşmiş altı boş söylemlerde bulunan bazı gruplar Filistin meselesini Arap düşmanlığı üzerinden okuyor ve bu söylemlerle İsrail'i meşrulaştırma çabasına giriyor.


Türk solunun Filistin meselesine karşı geçmişteki ve bugünkü yaklaşımına baktığımızda ciddi bazı değişimler görüyoruz. Filistin'in antiemperyalist olarak adlandırılan bu mücadelesi, bunların gözünde artık bir direniş olmaktan çıkmış ve "İslami bir mücadele" halini almış görünüyor. Çünkü onlara göre "Hamas, İslamcı bir oluşum ve Filistin meselesi de artık Hamas üzerinden okunmalı." Filistin'i desteklemek de siyasal İslam adı verilen kavramın bir diğer ayağı olarak görülüyor ve dolayısıyla sol gruplarının bu mücadeleyle bir alakası kalmadığı düşünülüyor. Böylece Filistin'de yaşanan katliam
da ülkemizde her konuda olduğu gibi seküler-muhafazakar tezat üzerinden konuşuluyor.

Böyle bir atmosferde, Starbucks gibi İsrail'e desteği nedeniyle boykot edilen küresel markaların boykotuna dahi yüzeysel ve dar bir bakış açısıyla yaklaşıp "inadına" kahve içmeye gidilebiliyor. Başka coğrafyalarda mikrofon hakkını elde eden başarılı sanatçılar, Gazze'de yapılan katliama ses
çıkarırken ülkemizdeki isimler üç maymunu oynuyor, ödül törenlerinde en çok alkış alan konuşma ise kendi köpeğini anlatan oyuncununki olabiliyor.

BİZE ULAŞIN