Cengiz Alğan: TÜRK SOLU IŞIKLAR İÇİNDE

TÜRK SOLU IŞIKLAR İÇİNDE
Giriş Tarihi: 8.03.2024 11:09 Son Güncelleme: 8.03.2024 11:09

2008 kışında Hindistan'daki bir cüzzam kongresinden dönen Prof. Dr. Türkan Saylan, kendisine uzatılan mikrofonlara konuşarak siyasi literatüre geçecek açıklamalarda bulunmuştu. Kalabalık ve heyecanlı gazeteci grubuna şöyle diyordu Saylan: "Biz asılız. Dolayısıyla bizim istemediğimiz bir şeyin bu ülkede olması mümkün değil."

Anlattığına göre Hindistan'da, dünyanın dört yanından gelen "dostları" Saylan'a "Türkiye'ye neler oluyor böyle? Tesettürlü cumhurbaşkanı eşiniz var. Başbakan ve bakanların eşleri türbanlı. First Lady fotoğraflarında garip giysileri görüyoruz. Milletvekillerinizin eşleri de böyleymiş çoğunlukla… Şimdi de anayasanızı değiştirip kurallara karşı çıkan bir grup siyasal İslam simgesi kızları üniversitelere alarak her tarafı tesettüre dönüştürüyormuşsunuz.
Hani kadın hakları, hani Atatürk ilkeleri?" diye endişeyle sorular sormuşlar.

O günlerde konu, başörtülü öğrencilerin üniversitelerde (uzun yıllardır mahrum bırakıldıkları) eğitim hakkına kavuşması için önerilen bir yasal düzenlemeydi. Saylan ve bilumum "zinde kuvvetleri" hop oturtup hop kaldıran şey sadece buydu! Bu temel insan hakkını savunmakla Ak Parti hükümeti (ve bu konuda onu destekleyen MHP) "salt çoğunlukları var diye" anayasaya karşı çıkmış, hakaretler yağdırmış; cumhuriyete ve temel değerlerine meydan okumuş oluyorlardı. Çünkü "türbanın üniversitelere sokulması, şeriat devletini kurmanın ana adımlarından biri"ydi. Halbuki "AKP ve payandası MHP bir genel afla bu kızlarımızın her yerde olduğu gibi perukla eğitimlerini sağlayabilir ve konu da kapanır"dı.

"Biz asılız"

Ama işte başını örtmek suretiyle cumhuriyetin temellerine dinamit koyan bu haddini bilmez güruha dersini vermek gerekiyordu. Saylan bu dersi, belki de o güne kadar dile getirilmemiş açıklıkta ilan ediyordu: "Biz asılız. Dolayısıyla bizim istemediğimiz bir şeyin bu ülkede olması mümkün değil. Olur, ben yaptım oldu. Adnan Menderes ne dedi, 'odunu koysam mebus yaparım. Siz isteseniz şeriatı bile getiririz' dedi. Bunlar geçmişte olan şeyler. Ne oldu sonuçta, onlar ne oldu? Türkiye ne oldu?"

Peki Saylan'ın "biz asılız" dediği ve bu ülkede istemedikleri şeylerin yapılmasının mümkün olmadığı o "BİZ" kimdir? Tıp doktoru olan ve cüzzamla mücadelesiyle tanınan bir kişinin siyasi bir konudaki görüşü neden bu kadar önemliydi?

Öldükten sonra adına ödüller düzenlenen, kitaplar yazılan, popüler kanallarda diziler çekilen Türkan Saylan, Cumhuriyet döneminin ilk müteahhitlerinden Fasih Galip Bey ile İsviçreli Lilimina Reimann'ın kızıydı. Tıp fakültesini bitirdikten sonra ileri eğitimini İngiliz Kültür Heyeti bursuyla İngiltere'de gördü. Sonraki yıllarda içinde "Atatürk" ismi geçen çok sayıda ödül aldı. Bunlar arasında Rotary ve Lions kulüplerinden aldığı ödüller epey bir yer tutuyor.

"Şeriat gelecek" spreyini sıkmak

Yazının başındaki konuşmayı yaptığı sırada Türkiye'de siyasi hava ağır bulutlarla kaplıydı. Erdoğan'ın yetiştiği siyasi geleneğin tüm partileri kapatılmış, yeni kurduğu parti kuşatmaya alınmış, kendisine siyasi yasak getirilmiş ve yüzde 47 oy ile iktidardayken ordu muhtıra vermişti. Muhtıra, Saylan'ın da organizasyonunda yer aldığı "Cumhuriyet Mitingleri"nden hemen iki hafta sonra verildi.


Aynı sıralarda Danıştay baskını yapılıyor, Hrant Dink ve Rahip Santoro cinayetleri işleniyordu. Nitekim Saylan'ın konuşmasından bir süre
sonra, AK Parti'ye kapatma davası da açıldı. Suçlama ibretlikti: Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmak. Kapatma kararı kıl payıyla verilmedi ama parti suçlu bulundu ve hazine yardımı kesildi. "Biz asılız" diyenler, halkın yarısının oyuyla iktidara gelmiş partiye, gazete kupürleriyle açılan dava sopasıyla bir kez daha "ayar çekiyordu."

İşte halkın ezici büyük çoğunluğunun hilafına "Biz asılız" diye buyuran, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği kurucusu ve başkanı da olan bu Türkan Saylan ve onunla birlikte Cumhuriyet Mitingleri düzenleyerek bezdirici "şeriat gelecek" korku spreyini toplumun üzerine sıkıp duran benzerleri ezelden beri Türk solunun da baş tacı olmuştur. Evrensel emek değerleri ve toplumların emekçi çoğunluğu lehine söz ve eylemlerde bulunması beklenen sol Türkiye'de güdük ve militan bir laiklik anlayışı dışında varlık gösteremez hale gelmiştir.

Eşitlik mücadelesine yabancı olan Türk solu

Şimdi yukarıdaki satırlarda geçen olaylardan yaklaşık 10 yıl öncesine gidelim ve Türk solunun siyasi arenadaki yerinin garabete dönüşmesinin başlangıcını hatırlayalım. Tarih 28 Şubat 1997. İktidarda Prof. Dr. Necmettin Erbakan'ın Millî Görüş hareketinin içinde yer aldığı koalisyon hükümeti var.

Ordu bildiğimiz ordu; dış düşmanla değil içeride uydurulmuş "irtica tehdidiyle" uğraşıyor. CHP bildiğimiz CHP; gözü şeriat tehlikesinden başka bir şey görmüyor. Medya bildiğimiz medya; başörtülülere hakaretler, Kur'an kursuna götürülen acayip tehlikeli küçük çocuklar, mescitlerde namaz kılıp cumhuriyete kafa tutan meczuplar. Ve sol da bildiğimiz sol; CHP'nin kuyruğunda, üniversite kapılarında başörtülü genç kızlara karşı göğsünü siper ediyor, girebilenleri polise ve okul yönetimlerine ihbar ediyor.

3 Kasım 1996'da tarihe "Susurluk kazası" olarak kaydedilen bir kaza gerçekleşti. Aracın içinden çıkan kişilerin niteliği Türkiye'de "devlet-siyaset-mafya üçgeni" tartışması başlattı (Ne tesadüftür ki kazadan 20 gün önce Radikal gazetesi kurulmuştu ve kaza sonrası patlak veren skandallara dair
en bomba haberleri bu gazete yapıyordu).


Sol aydınların öncülüğünde "Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık" eylemleri başladı ve yurt çapında hızla yayılmaya başladı. Fakat ne hikmetse eylemler çabucak hükümete ve şeriat tehlikesine karşı sloganlara evrilmeye başladı. Şubat ayında eylemler zirvesine ulaştığında, seçilmiş
hükümete muhtıra veriliyor, kısa süre sonra da hükümet askeri darbeyle devrilince eylemler de sona eriyordu.

Bu ortamda Türk solu örgütlerinin neredeyse tamamı "şeriatçı hükümeti" eleştirmekteydi. 28 Şubat muhtırası verilince, askeri darbeyi açıktan desteklemeyi göze alamadıkları için "Ne şeriat ne darbe" diye bir slogan yumurtlayarak, sözde tarafsız kalıp darbeyi kenardan izlemeyi seçtiler. Ama öte yandan 28 Şubat'ın imam hatip okullarını kapatmak için getirilen 8 yıllık kesintisiz eğitim kampanyasına sınırsız destek verdiler.

Afili sloganlardan biri de "Ne cami ne kışla. Okul, fabrika" idi. Bununla güya din de ordu da siyasete karıştırılmamış oluyordu. Oysa gerçekte olan, seçilmiş hükmetin bir kez daha asker eliyle devrilmesi, sivil siyasete 1960, 71 ve 80'den sonra bir darbe daha vurulmasıydı. Türk solu yine millet
iradesinin karşısında, "biz asılız" diyen vesayetçilerin yanında yer almıştı.

Türk solu o günlerden sonra bir daha iflah olmadı. Evrensel sol hareketlerin emek-sermaye çelişkisi ekseninde yürüttüğü eşitlik ve adalet mücadelelerine zaten hep yabancı olan Türk solu, o tarihten sonra mücadelesini "gericiliğe karşı ilericilik", "şeriata karşı laiklik", "karanlığa karşı aydınlık" olarak formüle etti.

İçi boş bir Batı hayranlığı

Esasında hamurunda var olan İslam düşmanlığından kaynaklanan bu "yeni" eksenin içini de dolduramadı. 200 yıllık sol mücadeleyi getirip "yaşam tarzı savunusu" dedikleri bir ucubenin parmaklıkları arkasına hapsettiler. Yaşam tarzı adına savunulan şey de alkol-dekolte ikilisi uğruna olmadık hareketlere girişmek oldu. Haşemayla denize, havuza giren insanlara karşı kampanyalar örgütlediler mesela. Seçim akşamları barlar sokağında içki kadehlerini kaldırıp "Şerefine Tayyip!" diye bağırmayı solculuk diye pazarladılar.

2001 İkiz Kuleler saldırılarının ardından ABD'nin ilan ettiği "Medeniyetler Çatışması" tezine en kolay uyum sağlayan sol grupların Türkiye'den çıkması
boşuna değildir. ABD ve koalisyon ortaklarının kurmak istediği yeni dünya düzeni için düşman ilan ettiği İslam, Türk solunun ezelden düşmanıydı çünkü. İçi boş bir Batı hayranlığıyla malul sol, daima "İslam'ın terakkiye mâni" olduğu tezine sarılmıştır. Batı kulübüne kabul edilmenin yegâne şartının
da İslam'dan olabildiğince uzak durduklarını kanıtlamak olduğunu düşünürler. Bunu da en kolay alkol-dekolte ikilisiyle yaptıklarını sanırlar. Araya da mutlaka Atatürk soslu menüler ekleyerek giriş vizesinin sıcaklığını ceplerinde hissederler.

28 Şubat darbesinden 10 yıl sonra verilen 27 Nisan muhtırasında da ondan yine 10 yıl sonraki 15 Temmuz darbesinde de aynı felç hali devam etti. Eski günlerin "Ne şeriat ne darbe" sözde tarafsız sloganı, aradan geçen 20 senede pek de değişmemiş, aynı çevrelerin aynı basın organları üzerinden "Yesinler birbirlerini" kılığına bürünmüştür. Yani yine seçilmiş hükümete, sivil siyasete karşı tanklar ve savaş uçaklarıyla katliama dönüşen bir askeri darbeye karşı çıkamamış ve kendi ölüm raporlarını kendi elleriyle imzalamışlardır. Türk solunun bu hazin durumunu, tüm sol örgütlerin darbe girişimi ertesindeki yayınlarından derleyerek yazmıştım. Meraklı okur bu yazıyı "15 Temmuz: Türk solunun cenaze töreni" başlığıyla aratıp okuyabilir. İbretlik alıntılarla doludur.

Fransız tipi militan laiklik

Türk solu Fransız tipi militan laiklikten devşirilen çarpık laiklik anlayışının ve Müslüman düşmanlığının zehriyle 28 Şubat darbesinde felç oldu. O günden beri bütün dönemeçlerde dünyada ve ülkede gerçekleşen bütün kritik yol kavşaklarında hep yanlış tabelayı izledi ve dolayısıyla hep yanlış yola girdi.

Örneğin Libya'nın meşru hükümetinin darbeciler tarafından devrilmesi girişiminde, kendi hükümetinin aksine darbeci Hafter yönetiminden yana taraf
tuttu. Gerekçesi "Hiç değilse seküler" oluşuydu. Yine Mısır'da Mursi hükümeti Batı destekli darbeyle devrilir, meydanlarda binlerce sivil kurşunlanırken Türk solu sokağa çıkanların sivil siyaseti savunmasına aldırmadı.

Tek gördüğü bu insanların Müslüman Kardeşler üyesi olduğuydu.

Suriye'de Esad yönetimi kendi halkını katlederken, ölenler Sünni Müslüman olduğu için Esad'ın tarafını tuttu. Aynı sürecin içinde, Suriye sınırında DAEŞ adlı bir örgüt peydahlanınca "Sınırımızda radikal İslamcı DAEŞ olacağına seküler PYD olsun" dedi. 40 yıldır Türkiye'ye büyük acılar yaşatan PKK'yı, sırf seküler olduğu için bağrına basacağını açıkça söyledi.

Bugün de (Türk solu) İsrail, Gazze'de dünyanın gözü önünde 21. yüzyılın en vahşi soykırımını uygularken, sokaklara çıkıp İsrail'i kınayamıyor. Aksine İsrail tezlerini savunarak Hamas'ın terörist örgüt olduğunu öne çıkarıyor. Neden? Çünkü Hamas Müslüman. Oysa hayranlık besledikleri Batı başkentlerinde sol örgütler, Müslümanlarla birlikte soykırımın ilk günlerinden beri İsrail'i durdurmak için sokaklara dökülüyor, çok çeşitli kampanyalara imza atıyor. Türk solunun meşhur yüzleri ise, bugün yerel seçimlere giderken bile "Ya gericiler, Avcı Taburları ya da Hareket Ordusu kazanacak" diye 115 yıl önceki darbenin sloganlarına sarılıyor.

Manzara bu kadar net. Kanaatimce Türkiye'de evrensel anlamda bir sol hiç var olmadı. Olduğu kadarı da işçi sınıfının sorunları, emeğin haklarının yükseltilmesi, anti emperyalist direniş gibi değerleri çoktan unuttu ve steril bir fanusun içinde, kendi kendine konuşan, kendi "yaşam tarzı" dışındaki konulara kafa yormayan şekilsiz bir yarı ölüye dönüştü. Şimdi loş ışıklar içinde uyuyor.

BİZE ULAŞIN