Mehmet Emin Balcı: MODERNLİK YÜZYILLARDIR BEDENİ ZAPT ETMEK İSTİYOR

MODERNLİK YÜZYILLARDIR BEDENİ ZAPT ETMEK İSTİYOR
Giriş Tarihi: 21.9.2023 13:35 Son Güncelleme: 21.9.2023 13:39
Geçmişten bugüne beden üzerine düşündüğümüzde fizyolojik ve genetik farklılıkların haricinde her daim sosyal bir boyutu olduğunu, mevcut ideolojilere ya da iktidarlara göre şekillendirildiğini görüyoruz. Modern kültürün, tarih boyunca radikal birçok değişikliği beraberinde taşırken kendini daha çok beden üzerinden gösterdiğini görüyoruz. Bu konunun toplumsal yansımaları üzerine çalışmalarda bulunmuş olan ve Sıradanın Kırılganlığı; Beden Sosyolojisi Hikâyeleri adlı bir de kitaba imza atan akademisyen-sosyolog Mehmet Emin Balcı ile ruh ve beden arasındaki bağı, modern toplumla beraber oluşan beden algımızı, toplumların nasıl beden inşa ettiğini, bedenin fizyolojiden bağımsız kültürel anlamlarının ne şekilde ortaya çıktığını tartıştık.

"Beden nasıl inşa edilir" meselesini konuşmadan önce sizin de vurguladığınız gibi ruh ile bedeni anlamak gerekiyor. Bedeni anlamak için önce ruhu mu konuşmak gerekiyor?

Aslında ruhu konuşmak için bedeni konuşmak gerekiyor. Kuran'ı Kerim'de İsra suresi 85. ayette şöyle denir: "Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: "Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir." Elmalılı bu "emir" kelimesi üzerinden ele alır. Emir hem emretmek, bir şeyi yönetmek hem de ortaya çıkan bir ürün ve mamül (umur) anlamına gelir. Dolayısıyla ruhun varlığı kendini bedendeki etkileri üzerinden gösterir, beden aracılığıyla görünür. Biz ruhu, aklı, gönlü kendi başına bilmeyiz. Örneğin bir şeyi düşünebilmek için senin ve diğerinin varlığı ile onların arasındaki ilişkiye ihtiyacın vardır. Bu ilişkiyi zihnine alırsın fakat zihninde de yalnız değilsindir. Duygular, hafıza, dil aracı olur. Korkuların ve kaygıların gelir, dilin kullanma alışkanlığın içinde arkanı yasladığın gelenek, gündelik yaşam dahil olur. Bütün bunların sentezi olarak düşünce dediğin şeye erişirsin.

Modern dünyanın bize getirdiği, çağdaş felsefenin de en çok uğraşmak zorunda kaldığı ve günümüzde hepimizin mecburen fark ettiği şeylerden biri ruh ve beden ayrımı. Ruh ve beden iki ayrı varlık değildir; Maurice Merleau-Ponty'nin dediği gibi; ruh ile bedendir. Bizler bu ikisini ayrı şeyler gibi düşünmenin handikaplarına maruz kalıyoruz. Bu felsefi ayrım daha sonra kendi toplum tasavvurunu üretti. Ruh ve beden karşıtlığı beraberinde doğa ve kültür karşıtlığını da getirdi. Ruhun bedene hakim olması kültürün doğaya veya erkeğin kadına hâkim olması gibi gerilimleri başlattı.

Bahsettiğiniz bu ayrım nasıl bir toplum tasavvuru üretti?

Her bireyin, her grubun, her sınıfın kendine göre bir şeyleri savunmaya ve karşı çıkmaya çalıştığı bir yaşam tarzı çıkıyor öncelikle. Bu dünya görüşü beraberinde bizim de çok iyi bildiğimiz bazı kavramlar oluşturdu. Mesela kadının evde kaldığı, babanın işe gittiği, çocukların evde büyüdüğü, sonra toplumsal hayata karıştığı modern aileyi yarattı. Orduyu, sağlık sistemini oluşturdu. Ulus-devleti, ideolojileri meydana getirdi. Aslında bakarsan tüm kurumlar ruh ve beden ayrımına, bedenin nasıl evcilleştirileceğine ve kontrol edilemez dürtüler sebebiyle kişiyi hedefe götürmesinden, rasyonel dünyadan, ideal olandan uzaklaştıran bu "şeytani" şeyin nasıl dizginleneceğine yönelik bir sorunun cevaplarıydı. Bu yüzden modernliğin ilk 300-400 yılı bedenin nasıl zapt altına alınacağının mücadelesiydi.

Beden zapturapt altına alınması zorlu bir şey. Acıkırsın, doyarsın, yine acıkırsın. Uyursun, uyanırsın ve yine uyursun. Dürtüler yok edilemez şeyler olduğu için bunun güçlü fikirler doğrultusunda sürekli baskı altında tutulması ise temel meseleydi. Uygarlık ideali rasyonel yasaların oluşması, görev ahlakının içselleştirilmesi veya, varlığımızın bir ulusun varlığına armağan edilmesi, ayrı ayrı var oluşlara sahip insanları ortak bir çatı altında eritme, bir dünya görüşünün bireylere tek tek zerk edilme fikriydi. Modern kültür bu yüce fikirler adına bedenlerin sürekli olarak kontrol altına alınmasına dayanıyordu.

Nasıl bir beden kontrolünden bahsediyoruz?

Bu kontrolü ve baskıyı her uygarlık yapar. Azteklerin, İnkaların, İslam uygarlığının, Çin uygarlığının birtakım beden teknikleri vardır. Adetler, ritüeller biyolojik ihtiyaçlarla kültürel değerler arasında bir köprü kurar. Düzen için gerekli olan bir şeydir fakat bu gerekliliğin sınırın ne olacağı asıl meseledir. Modern ideallerin temel çıkış noktası bedensel olanın sürekli olarak baskı altında tutulmasıdır. 19. yüzyıldan 1960'lara kadarki klasik modernliğin göz ardı ettiği temel sorunlarda biri taşkınlık, kendinden geçme problemiydi.Modern uygarlık bu taşkınlığın, bu rahatlamanın aslında insanın varlığına meydan okuyan ve onu hayvani bir pozisyona düşüren bir tehlike olduğu fikrinden hareket etti. Öte yandan bu sistematik bastırmanın doğurduğu sorunlara yönelik bir ilgi de söz konusuydu. Örneğin, Durkheim 20. yüzyılın başında yazdığı Dini Hayatın İlkel Biçimleri kitabında dinlerin çözdüğü ve modern toplumun da çözmesi gereken sorunlardan birinin kolektif bir taşkınlık (trans) sağlama olduğunu söyler. Kendimizi yüce şeylere adamak güzel de, bu adanıştan yorulduğumuzda ne olacak?

İnsan bedenin bu yeni haliyle nasıl baş ediyor?

Freud'a göre uygarlık dediğimiz durum bedensel arzuların bastırılması yanında bir ben idealinden tatmin olmasına dayanır. Yani baskılanırken aynı zamanda insanların kendini adayacağı bir hedef gerekiyor. O yüzden uygarlığı ilerleme, barbarlıktan medeniliğe geçme gibi hedefleri bedensel dürtülerin de son tahlilde doyurulacağı ortak hayallerdi. Atalarımızdan aldığımız gelişmemişliği yüce idealle eritmeliydik. Belki genetik ve tarihsel olarak taşıdığımız şeylerden yine tarihsel süreç içerisinde arınma durumuydu ilerleme dediğimiz şey. Bunun başarılı olup olmadığına verilebilecek biri olumlu biri olumsuz iki cevap var. Birincisi, inkâr edilemeyecek teknolojik gelişmelerden bahsediyoruz. Modern tıbbın hastalıklar karşısında eriştiği başarı modernliğin en büyük zaferi olarak görülür. Önceki kuşakların sahip olmadığı lezzetler buzdolabının içinde duruyor. Öte yandan çevre kirliliği, kitlesel ölümler ve bireysel hayatlarımızı her geçen gün daha kırılgan hale getiren toplumsal ilişkiler.

Bugün bireyselliğimizin olmazsa olmazları, vazgeçemeyeceğimiz birtakım konforlarımız var (yoğun bir çalışmanın neticesinde tatil yapma düşü veya evlendikten sonra ayrı eve çıkma). Bunları üreten modern dünya fakat bu içselleştirme beraberinde zaferler taşıdığı gibi bazı handikaplar da taşıyor. Bu handikapların temel özelliği çözüm olarak sunulan birtakım şeylerin kısa devre yapmasıyla ortaya çıktı. Mesela 68 hareketleri sonrasında kültürel bir fikir olarak narsisizm, bireyin kendini yapılandırma, kendini gerçekleştirme idealinin bir ürünü olarak var olmaya başladı. Daha önceki ideal ise kolektif bir idealdi. Ulusun yüceltilmesi, sınıfın güçlendirilmesi, uygarlığın gelişmesi, aile, cemaat gibi kolektif ölçekler üzerine düşünülen bir yapı mevcuttu. Bu tür kolektif ölçekler modern dünyada çözülmeye başlayınca yalnız kalan birey kendine dayanmaya, kendini yüceltmeye başlıyor. Ortak bir referans değerinden ziyade kişi daha bireysel bir referansa atıf yapıp kendini onunla açıklar hale geliyor. Kendimizin üst versiyonlarını arıyoruz
ancak kimlik piyasası içindeki rekabette içimize sinen bir teyit alamadığımızdan kendimizi sürekli güncellemek mecburiyetinde hissediyoruz.

Bedenimizi bugün neden inşa ederiz, nasıl yapılandırırız?

Kendimizi ve fikirlerimizi gösterebilmek için bedeni yapılandırmak mecburiyetindeyiz. Yüzümüz, ifadelerimiz, jest ve mimiklerimiz bir kollektivitenin göstergesidir. Modern toplumlarda olduğu gibi ilkel toplumlarda da bu böyledir. Beden bir anlamda kişinin ait olduğu toplum tarafından tescillenmesini sağlayan bir araçtır. Buna kişilik deriz. Diğerlerinin nezdindeki algımız üzerinden kendimize çeki düzen vermek. Bir bakıma diğerlerinin gözleri üzerinden kendimize bakmak. Bugünün dünyasında diğerlerinin gözleri artık bizden bağımsız bir varlık arz etmiyor. Diğerlerinin gözleri artık bizim kendimizi görme biçimimizin bir parçası. Günümüzün kimliklerinde doğal ortaklık fikri çok aşındığı için insanlar o ortaklığı kendi eliyle yaratacakları bir benzerlikler kümesi oluşturmaya çalışıyor.

Benzerlik kümelerini oluştururken ve o kümelere dâhil olmaya çalışırken bunu bedenimizde taşıdığımız sembollerle de yapıyoruz bazen. Marka giyinme ya da yazın Alaçatı'da tatil yapma isteği bununla mı alakalı?

Şöyle de ifade edebiliriz; kıyafetler, takılar, şivemiz, jest ve mimiklerimiz gibi bedenin kendini ele verdiği göstergeleri toplumsal hiyerarşide bir sınıfın tezahürü, bir yere ait olma durumu olarak düşünebilir miyiz? Bedensel göstergelerimizin belli sınıfsal bağlantıları var mı? Klasik toplumlara baktığımız zaman bütünüyle öyleydi. İslam, Uzak Doğu ya da Orta Çağ toplumlarında köylü köylüdür. Kentli de kentlidir ve bu iki grup tüm dünyada hemen hemen birbirine benzer. Diğer yandan 21. yüzyılda ise bu göstergeler belli bir sınıfsal ait olmaksızın dolaşabiliyorlar. Giyemediği en pahalı ayakkabının çakmasını semt pazarından almak, gidemediği yerlerin bilgisine Instagram'dan vakıf olmak gibi. Dolayısıyla bu göstergeler bugün yalnızca o sınıfa aitsen sahip olabileceğin bir bilgi olmaktan çıkıyor. Nasıl eski sınıf ayrımları şu an yaşadığımız dünyada pek bir şey ifade etmiyorsa, fakirler sadece makarna yiyip kömürle ısınan insanlar olmaktan çıkmışsa zenginlik dediğimiz şey de belli göstergelerin yalnızca bir kesime ait olmasından çıkıyor. Bedensel göstergeler bir sirkülasyona kavuşuyor, serbest piyasa içerisinde bir şekilde edinebildiği durumlar oluyor. Yani artık Alaçatı'ya yalnızca zenginler gitmiyor. Fakat bu sefer de herkesin gidebilmeye başladığı her lokasyonun başka bir Alaçatı'sı olmaya başlıyor.

Bir sınıfın hükümranlığında olan göstergeler nasıl hızlıca diğer kesimlere aktarılabiliyorsa aynı zamanda üst kesimler kendi özerkliğini ilan etmek için yeni bir gösterge ekonomisine giriyor. Seçkin sınıflar kitleyle bütünleşip kitleye benzemeye başladığında kendilerini ayırt edecek yeni göstergelere ihtiyaç duyarlar. Çeşme'de bir beach'teki 500 liralık lahmacunun 50 lirası lahmacuna, 450 lirası da diğerlerinin orada olmamasına verilir. Bir mekan yaratmak o mekana kimlerin gireceğini belirleyen bir güce de sahip olmaktır. "Çok önemli insanların" (VIP) kim olduğuna karar verdiğinizde belli grupları da kabul etmeyebilirsiniz.

Bir yandan ötekinden ayrılırken diğer yandan kendi bedenimizi şekillendirirken kabul görmek ya da ötekini idealize ettiğimiz bedenlere benzemek için uğraşırız değil mi?

Ortak yaşama pratiklerimiz çözüldükçe, ortak kimliklerimiz kayboldukça her mahalle kendini baskı altında hissediyor ve baskı altında kaldığını ispatlayabileceği şey de bedensel göstergeleri oluyor. Kıyafetinizin uzunluğu ya da kısalığı, başörtünüz ya da saçınızın rengi doğrudan sınıfsal farkı ve ait olduğunuz yeri gösteren bir değer kazanmaya başlıyor. Ya da tenimizin siyah ya da beyaz olması fizyolojik bir durumdan ziyade kültürel bir mesele ve sınıfsal bir ayrımın göstergesi olarak okunabiliyor. Toplumdaki mevcut iktidar ilişkileri buna eklemleniyor. Geçmişten devraldıklarımızla beraber yeni koşullar içinde kendine bu çatışmayı üretebileceği farklı gösterge alanları buluyor. Yani, her zaman bir öteki icat etmek mecburiyetindesiniz. Başka türlü gücünüzü gösteremezsiniz. Kendinizi ötekinden ayıramadığınız noktada kendinizi idrak edemezsiniz. Benlik kendini ötekine istinaden tanımlayabilecek bir şey. Tek başınıza tanımlayamazsınız. Kendinizi tanımlayabilmek için bir modele ihtiyacınız var.

1960'lı yıllarla beraber ortaya çıkan modern dünyanın krizleri, modern dünyanın kendisini inşa ettiği temellerin çökmesine sebebiyet verdi. Bu temellerinmeselesi de öteki fikrinin çöküşüydü. Sorun şuydu; "Tarih ilerledikçe sen de gelişeceksin. Barbarlıklar bitecek, medenilik başlayacak" dendi. Ardından II. Dünya Savaşı insanlık tarihinde en fazla ölümün olduğu savaş oldu. Bizi uygarlaştıracağı söylenen bilimden atom bombası çıktı. Sovyet hikayesi bize özgürlük vaat etti ve Stalinist bürokrasinin insanı düşürdüğü hali idrak ettiler. Hiçbiri işe yaramadı. Modern dünyadaki benlik tasarısının
referans aldığı temel kavramların çözüldüğü görüldü. Kişinin kendisini anlamlandırmak için referans aldığı her şey yok olunca çıplak bir benlik durumu ortaya çıktı. Bu yalın halde benlik dekendi içine kapanmaya başladı.

Daha önceleri kendini mutlak bir ötekiye göre tanımlaması gereken benlik, kendini artık kendi tasarısına, kendilik imgesine göre düşünmeye başladı.

Anlattığımız sürecin temel meselesi bir "ben ideali" doğrultusunda bütün insanlığın yola getirilmesi. İnananlar için Tanrı mutlak ötekiydi. Bu mutlak ötekilik durumu modern dünyada ideolojilere aktarıldı ve kişiye yüce bir ideal verdi. Günümüzde ise kendilik imgesinin mutlak bir referans noktasının olmadığını görüyoruz. Kendine referans aldığın kişinin birkaç gün sonra dünyanın en rezil insanına dönüşmeyeceğinin garantisi yok 500 yıl önce ilkel bir topluluğun ikonları geçici bir şey değildi. Bugünün ikonaları ise her an silinebilir. Onlara sahip olduğun zaman dünyanın en anlamlışeyiymiş gibi geliyor fakat modaları geçince birer çöpe dönüşüyor. Çünkü ortak bir referans noktamız yok. Modern dünya bunu vaat ediyordu. Bu ortaklıkların çözüldüğü yerde kişi kendi yolunu bulmak zorunda kalınca sahip olabileceği, uğraşabileceği temel şey bedeni oluyor.

Bugünün estetik ve güzellik algısı da ortak bir referansın ürünü müdür? Örneğin 60 senedir Barbie'nin güzellik algısını konuşuyoruz.

Barbie tüm bu anlattığımız şeylerin ideal tipi gibi. Barbie, Viktoryen geleneğin, orta üst Amerikan ailesinin annesi model alınarak tasarlandı. Dolayısıyla 40'lı yılların dönemin Amerikan ortamının taşıdığı değerleri yansıtan bir figürdür. Beyaz tenli, ince uzun, kendinden korseli bir WASP kadını. Fakat süreç ilerledikçe, modern aile ve kapitalist ilişkiler değiştikçeBarbie'nin de çeşitlenmeye başladığını gördük. Siyahi Barbie, Japon Barbie ortaya çıktı, çeşitli iş kollarına yöneldi ama dikkat edersen temel görünümünü hiç kaybetmedi. Barbie hem modern aile miti ve modern birey miti ile kesişen bir figürdü. Bu mitlerin dönüşmesiyle birlikle kendi farklı versiyonlarını ürettiğinigörüyoruz. Çalışan Barbie, inşaat işçisi Barbie, Hindu Barbie, başörtülü Barbie gibi farklı ortamlara göre çeşitlendi. Çeşitli figürleri ortaya çıkıyor ama Barbie aslında ortama adapte olmuyor. Adapte olmuş gibi görünürken o ortamın dönüşmesini sağlıyor.

Peki, beni inşa etmeye çalışan bir figür nasıl aynı anda hem Pakistan'da hem de Güney Afrika'da karşılık bulabiliyor?

Dünyanın bambaşka yerlerinde, bambaşka coğrafyalarında kendi kaderleriyle yaşayan jenerasyonların artık yan yana gelmesi ve eş zamanlı yaşamaya başlamasıdurumu modernitenin bir diğer getirisi. Dünyanın her bölgesi bizim maruz kaldığımız sıkıntıları yaşıyor. Çevre kirliliği, sanayileşme, kentleşme gibi çok büyük yapısal sorunlardan kendi kimlik arayışlarımıza kadar. En makro düzeyle en mikro düzeyin dünyanın her yerinde aynı anda yaşanması bu süreçlere kendince bir çözüm ve ideal sunan figürlerin de her yerde kabul görmesi anlamına geliyor. Barbie yalnızca hin iş insanlarının Hindu kadınları aldatmasının bir sonucu değil. Yaşadığımız dünya bizi nasıl küresel bir kentleşme sorununun parçası yapıyorsa küresel bir idealin, küresel bir estetiğin de parçası yapıyor. Bu koşulların yarattığı çözümler ister istemez sizin repertuarınızı şekillendirmeye başlıyor.

Güzellik anlayışının tek tip hale gelmesi bunun bir sonucu mu?

Tektipleşme bir sonuç değil, insanlığın yaşadığı ortak süreçlere karşı bir çözüm. Şöyle düşün; Türkiye'de 1980'lerden sonra kentlerde yaşayan insan oranı kırsalda yaşayanların oranını geçti. Aynı şekilde 70'lerden itibaren dünyada da geçti. Dünyanın büyük çoğunluğu artık kentlerde yaşıyor, toplu taşımaya biniyor, ihtiyaç duyduğu gıdayı tarladan değil, marketten alıyor. Bu yapısal koşulların olduğu bir yerde çözümler de bu koşulların çizdiği ufukla şekillenmeye başlıyor. Çoktan seçmeli bir dünyada kendince bir şey seçmeye çalışıyorsun. Bu seçimi de etrafında görüp, referans aldığın şeylerden yapmaya başlıyorsun. İşin radikalliğine gelirsek eğer; güzellik ya da diğer öznel şeyler daha önce bir formülü, bir standartı olabilecek şeyler değildi. Şişman bir kadının artık model olması ve cat walk yapabilmesi bir yenilik değil. Asıl mesele yeni kapitalist ilişkilerde güzelliğin artık cat walk ile özdeşleşmesi. Bu özdeşliği kurduğunuz zaman "Çinli, kızıl, siyahi ya da şişman kadınlar modeller türetebilirsiniz zaten. Fakat buradaki asıl mesele Kartezyen felsefenin yaptığının aynısıdır. Benliği ve düşünce özdeşleyen güç ise güzeli de modelleme imkanı tanır. İnsanı var eden bir sürü şeyden birini seçip bütün varlığımızı onunla özdeşleme alışkanlığıdır modern kültürü yaratan şey. Bu tutum ise bedeni yalnızca sahip olabileceğimiz bir nesneye çeviriyor. Fakat beden aynı zamanda buna direnen, bizden bağımsız bir varlık. İnsanın "beden sahibi" olduğu kadar bir "beden" olduğunu unutmamız gerekiyor.

Diğer yandan yeni bir beden inşası olarak cinsiyetlerin bedenden ayrıştığı bazı hareketler görüyoruz. Cinsiyetlerin biyolojiden ayrılma durumu neye yol açıyor?

Bugün en büyük sorulardan biri "Beden ya da cinsiyet bir inşa mıdır?" sorusu. Yüzyıllardır sınıfsal ilişkilerin dayattığı alışkanlık mı? Zihinsel bir yansıma mı? Yoksa tıpkı hava, su, güneş gibi kendi var oluşu olan, bağımsız bir şey mi? Bir şeyi soyutladığımızda soyutladığımız şeyi unutuyorsak artık boş bir kategoriden bahsediyoruz. Bu soyutlama durumu beraberinde bize şaka gibi gelen alanlar açmaya başlıyor. Kendini siyahi gibi düşünen bir beyaza artık siyahi mi diyeceğiz? Kendisine hayvan gibi gören bir kişi hayvan mıdır? Kendisine saksı gibi muamele edilmesini isteyen kişi saksı mıdır? Bedeni ya da dünyayla ilişkimizi yalnızca bir şeye sahip olmak, bir şeyi tanımlamak ve o tanımı gerçekleştirmek üzerinde düşündüğümüzde eski tanımları bozmak ve o şeyi yeniden tanımlamak dışında elimizde bir şey kalmıyor. Bu da ister istemez bedeni kendi tasarımımızın bir, tezahürüne çeviriyor. "Yeterli sosyal konfora, yeterli özgüvene sahipseniz her şey olmanız mümkündür" söylemini üretiyor fakat bu söylem çelişkili. Beden bir kurgunun ürünü değil. Bedenin kendi maddeselliği var. Bedeni sürekli olarak güncellemek ve buna bağlı olarak kimlikleri dönüştürmek kulağa hoş gelebilir ama iş o bedenin içinde nasıl yaşayacağımız sorusuna geldiğinde bedenin ve dünyanın kurgularımızdan bağımsız bir şey olduğu gerçeği tokat gibi iniyor.

Mehmet Emin Balcı kimdir?

2009 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü'nden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Ana Bilim Dalı'nda yüksek lisans ve doktorasını tamamladı. Sinema ve Sosyoloji (Alfa Yayınları, 2020), Sıradanın Kırılganlığı: Beden Sosyolojisi Hikayeleri (İnsan Yayınları, 2022) isimli derleme kitapları ve Gerilimi Sürdürmek (Runik Yayınları, 2020) isimli bir telif kitabı mevcut. Kültürel çalışmalar, beden sosyolojisi ve iletişim sosyolojisi başlıca çalışma alanlarıdır.

BİZE ULAŞIN